ÜÇLEME * OSMANLI, CUMHURİYET, NEO OSMANLI

OSMANLI, CUMHURİYET, NEO OSMANLI

Naci Kaptan – 14 Ekim 2022

Bölüm 1
KİTAP VE EĞİTİM
Gençlerin arasından, elinde üniversiteye hazırlık kitaplarıyla kırlarda dolaşan çobanların çıkması geleceğin ışıklı aydınlığıdır…Eskişehir’e ziyarete gittiğimde yolda yürürken kitap okuyan genç bir kız görmüş ve çok sevinmiş ve kendisini kutlamıştım.
1940’lı yıllara gidelim; İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olarak Savaştepe Köy Enstitüsüne geldi. Enstitüde yapılan çalışmaları inceledi. Derslere girip denetimlerde bulundu. Çalışmalardan çok memnun kaldı. Kız öğrencilerin öteki enstitülere göre daha fazla olması onu çok duygulandırdı. Enstitüyü dolaşırken kümes nöbetçisi Hatice Kolukısa’yı gördü.
“Ne yapıyorsun” diye sordu, O da nöbetçi olduğunu söyledi. Sonra azık torbasında neler olduğunu görmek istedi. Öğrenci azık torbasını açtı, içindeki köfte, peynir ve ekmeği gösterdi. Ayrıca gazete kağıdına sarılı olanları işaret ederek “Onda ne var ?” dedi.
Hatice de “Okuyacağım kitap” diye yanıtladı .Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan Sophokles’in Antigone kitabını gösterdi. İnönü kitabı aldı. Çevresindekilere anlamlı anlamlı baktı. Daha sonra yanındaki Abdurrahman Nazif Gürman Paşaya döndü ;
“Paşam bu kitap yeni çıktı, henüz Ankara’da bile okunmadı. Askerlerimizin, köylülerimizin, işçilerimizin kumanyasına kitap eklenirse o zaman Türkiye gerçekten kalkınmış olur. Bağımsızlığımız için savaştık. Şimdi sıra cehaletle savaşımda. Eğitim seferberliğinde de başarılı olmayız. Burada çalışanlar eğitim savaşçılarıdır.
Bu kitapların bilgi ışığında yetişen Köy Enstitülü gençler Türkiye’nin kalkınmasında öncü oldular. Köy Enstitüleri ile Atatürk’ün aydınlanma devrimleri yeşermeye başlamıştı.
Ruhları karanlık, ağızları bozuk, üstelik kendini din bilgini sayanların, Atatürk’ün adını silmeye kalktığı, onlara yakınlık duyanların da bizlere vatan, bayrak ve bir ülke armağan eden Atatürk’e yapılan hakaretleri duymazdan geldiği yurdumuzda, bilim insanı, Nobel ödülü alan sayın İlhami Sancar, “Yaşadığımız ülkede Atatürk’ü tanımayan bir kişi varsa görevimizi yapmıyoruz demektir” diye sesleniyordu…
Atatürk’ün Devrimlerinin, yaratıcılığının, çağdaşlığının, ön görülerinin VE EŞİ OLMAYAN DEVRİMLERİNİN tam anlaşılabilmesi için Osmanlı’dan aktarılan devletin ve toplumun durumu bilmek gereklidir. Osmanlı kendi devletinin varlığını aslında kendisi sonlandırmış ve tarihten silinme aşamasına gelmiştir. 1. Dünya harbi başladığında Osmanlı zaten çökmüş ve işgalci ordulara karşı direnemez durumda idi. Son padişah sultan Vahdettin İngiliz’lere güzellemeler yapıyor ve “Allah’tan sonra İngiliz hükümetine güvendiğini” açıklıyordu.
Sultan Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Sait Molla tarafından 20 Mayıs 1919’da  İngiliz Mandasını savunan Türk millî varlığına düşman “İngiliz Muhipler Cemiyeti, İstanbul’da, İngiliz intelligence Service teşkilatının temsilcisi Rahip Frew’in para desteği ile Padişah Vahdettin’in onayı ve katılımı ile  kuruldu.
İngilizlerden para yardımı alan bu cemiyet, Anadolu’da karışıklıklar çıkarmayı ve Kurtuluş Savaşı’nı engellemeyi amaçladı. Kurtuluş Savaşı’na karşı yapılan tüm yıkıcı eylemlerin ve örgütlenmelerin destekleyicisi oldu. İngiliz casusluğu görevini de yürüten Muhipler Cemiyeti üyeleri, İngiliz ajanı Frew’in talimatıyla, İstanbul’un en yoksul semtlerindeki Türk ailelerine her gün çok miktarda et dağıtarak işe başladı.
Padişahların lüks yaşama olan tutkuları, yurt dışından ve Galata bankerlerinden alınan büyük borçlarla aynen günümüzde olduğu gibi saraylar yaptırılması, liyakat değil de rüşvetler alınarak yapılan atamalar, Yönetim becerisizlikleri, yapılan savaşlarda art arda alınan mağlubiyetler, sanayi devriminin kaçırılması, aşırı ödenemez borçlanmalar, ve kapitülasyonlar sürgit zaman içinde Osmanlı’nın sonunu getirmiştir.
Bilindiği gibi, Kapitülasyon kelimesinin kökeninde Latince caput (baş) sözcüğü vardır. Geniş anlamıyla kapitülasyon baş eğmek, teslim anlaşması yapmak anlamlarını taşır. Tarihte kazandığı özel anlamla kapitülasyon, bir ülke tarafından başka bir ülkeye ve vatandaşlarına verilen ticari ayrıcalıklar bütünüdür. Ekonomisini teslim eden devlet bağımsızlığını da teslim eder. Tıpkı günümüzde yaşadığımız gibi.
Atatürk Osmanlı’nın küllerinden dünyada başka hiçbir liderin yaratamayacağı bir devlet ve ulus yaratmıştır. Sadece düşmanlarla savaşmamış, padişah ve yanlılarıyla, Softa yobazlarla, hilafetle, etnik isyanlarla ve cehaletle savaşmıştır. Atatürk’ün kısa yaşamına sığdırdığı büyük devrimleri yapabilecek hiçbir devlet önderi dünyada var olmamıştır.
Bu devrimlerin temelinde ne vardır bilir misiniz;
Kapatın gözlerinizi, kendinizi çok güçlü birkaç ordu ile savaşan, zorlukla oluşturulmuş, teşkilatlandırılmış, yeterli silahı olmayan bir ordunun komutanı olarak düşünün. Topunuz, tüfeğiniz, cephaneniz kısıtlı. Düşman ise çağın en güçlü silahları ile donatılmış. Savaş ve ölüm gece, gündüz yanı başınızda mermiler, şarapneller, parçalanan bedenler. Günlerdir uykusuz, yorgun ve endişelisiniz.. Çadırınıza gidiyorsunuz. Uyumanız gerekli ki savaşta alacağınız kararlar doğru olsun. Atatürk çadırında ne yapıyor;
Mustafa Kemal Cepheye taşıdığı Mermi sandığını açıyor ve sandıktan bir kitap alıyor, mum ışığında kitabı okuyor. Okuduğu kitaplar içinde dil-bilim, savaş tarihi, edebiyat, eğitim, sosyoloji, Dünya tarihi ve bir devleti oluşturabilmek için gereken bilgileri edinebileceği kitaplar vardır.
Atatürk’ün devrim başarılarının ardında kitaplar vardır. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu – Grigoriy Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde – Jean Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi, Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları kitaplarını, uyumak yerine mum ışığında okumasıdır. 57 yıllık yaşamında 3 bin 937 kitap okuyan, 9 kitap yazan bir liderle karşı karşıyayız. Turgut Özal’a hangi kitapları okuyorsunuz diye sorduklarında Red Kid demişti. Tayyip Erdoğan ise kitap okumadığını söylemişti. İşte bir şekilde ve siyasetle yönetime gelenlerle gerçek önder arasındaki temel fark budur. Kitap okuyanla, okumayan bir olur mu?
Mustafa Kemal Paşanın önderliğinde fevkalade güç şartlar altında başlatılan Milli Mücadeleyle Anadolu’da yeniden dirilişin ve varoluşun mucizesi yaratılarak, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Ne var ki, yeni bağımsız “Milli Devlet” kuruluş döneminde yoksul bir köylü devleti durumundaydı. Zira sanayileşmiş emperyalist ülkelerin ortak yarı sömürgesi durumuna girmiş, egemenlik haklarından yoksun bırakılmış Osmanlı Devletinden yıkık ve borçlu bir vatan devralınmıştı.

Sanayi devrimi derken Osmanlı’da geçen şu 2 anektod ile Osmanlı’nın sanayiden ve bilimden ne anladığını yazalım ;
1575 yılında Osmanlı bilgini Takiyüddin tarafından İstanbul’da Tophane sırtlarında kurulan gözlemevidir. Takiyüddin’in Rasathanesi (Dar-ü’r Rasad-ül Cedid), din adamlarının “teleskoplarla meleklerin bacaklarını gözetliyorlar” söylentilerinden sonra Rasathane 1580 yılında, Şeyhülislam Kadızade’nin onaylayan fetvası ve padişah III. Murad’ın emriyle denizden topa tutularak yıkılmıştır.
Meşhur bir bahriye nazırı anektodu vardır. Yeni bahriye nazırı yapılmış adamı buharlı gemilerden birine oturtuyorlar, soruyor: “Niye hareket etmiyoruz?” Anlatıyorlar: “Efendim, istim bekliyoruz.” Nazır sinirleniyor: “İstim de kim oluyor bizi bekletiyor! Biz gidelim arkadan gelsin!”
Koca Osmanlı İmparatorluğu, birbirini izleyen ve mağlubiyetle sonuçlanan savaşların getirdiği yükün etkisiyle büyük mali bunalıma sürüklenmiş, açıkların kapatılması için sürekli yapılan dış borçlanmayla uluslararası finans kuruluşlarının egemenliği altına girmiş, kapitülasyonlar ve yapılan serbest ticaret anlaşmalarıyla Avrupa ülkelerinin açık pazarı olmuştu. Bu sömürü kıskacı altında Osmanlının tarıma dayalı ekonomisi çökmüş, yer üstü ve yer altı kaynakları talan edilmiş, kibritini, kiremidini ve şekerini dahi dışardan temin eder duruma düşmüştü.
Ne yazık ki günümüzde de yaşanan tablo Osmanlı’nın benzeridir. Devleti yönetenler aşırı lükse düşmüş, geçmişte olduğu gibi yazlık, kışlık, baharlık yazlıklar yaptırılmış, Dünyanın en zengin ülkelerindeki liderlerin bile sahip olmadığı dünyanın en büyük ve pahalı uçağı alınmış, filodaki uçak sayısı 14 olmuş, sadece saraya 200’e yakın dünyanın en pahalı arabaları alınmış ve Cumhurbaşkanının Okyanus aşırı yolculuklarında da arabalar ayrı kargo uçakları ile bu ülkelere taşınır olmuştur. Binlerce koruma ile gezen, Cuma namazlarına dahi yüz civarı araba ile giden Erdoğan Dünyanın maliyeti en çok, devlete çok mali yük olan bir kişidir. Sarayın günlük harcamasının 10 milyon TL olduğu Sayıştay raporlarına yansımıştır.
Saraylardaki şatafatlı lüks yaşam ve liyakatsız kötü yönetim ve yolsuzluklar sonucunda Merkez Bankasının tüm para stoku tüketilmiş, hazine sıfırlanmıştır. Dış borçlar ise 500 milyar doları geçmiştir. Türkiye özelleştirmeler ile ikinci KAPİTÜLASYON sürecini yaşamaktadır. Günümüzde ise Atatürk’ün, Cumhuriyet hükümetlerinin yapmış olduğu tüm ulusal ekonomik varlıklarımız AKP iktidarı tarafından değerinin çok altında yabancılara ve kendi yandaşlarına aktarıldı ve varlıklarımızı satanlar arada komisyonlar alarak akıl almaz şekilde zenginleştiler.
Geçmişten buyana işgal edilecek, ele geçirilecek, ekonomik zenginliklerine el konacak devletleri ele geçirmenin bir diğer yolu da cephelerde askerlerin yaptığı gibi kıran kırana savaşlar değildir. Hedef ülkeler önce Demokrasi, insan hakları deyişleri ve de ekonomik olarak işgal ediliyor. Üretim yapan kurumlar, fabrikalar v.b ekonomik yarar sağlayan her türlü tesis yavaş yavaş ele geçiriliyor. Tüketim desteklenir. Kredi açılır ve sürekli borç verilir. Tıpkı ülkemizin AKP döneminde yaşadığı süreç gibi…Borç almanın sonu ise EMİR almaktır.
Günümüzde Osmanlı’da olduğu gibi Ekonomimiz çökmüştür. Galata Bankerlerinin yerini Londra bankerleri almıştır. Liyakat, bilgi, ahlak da yok edilmiş ve dünyanın en büyük yolsuzlukları ülkemizde yaşanmaya başlanmıştır. Kamu kurumları iktidara yakın olanlar ile doldurulmuş ve bunun sonucunda Devlet de çökmeye başlamıştır. Suç dosyaları olanların büyükelçi atandığı bir ülkeye dönüştük.

Bölüm 2
1920’LER OSMANLI SONRASI ÜLKENİN DURUMU(*)
Sene 1923…Nüfus 13 milyon dolayındaydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu. Traktör sıfırdı, karasaban’dı. Beş bin köyde sığır vebası vardı.
Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu. İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifüs, tifo salgını vardı, Üç milyon kişi trahomluydu, bebek ölüm oranı binde 480’di, Doğan her iki bebekten biri ölüyordu.
Memlekette yalnızca 337 doktor vardı. Yalnızca 60 eczacı vardı, yalnızca 8’i Türk’tü. Diş hekimi, sıfırdı. Dört hemşire vardı. 40 bin köy, yalnızca 136 ebe vardı. Ortalama ömür 40’tı.
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile ithaldi. Hatta TBMM inşa edilirken kiremit bulunamış , halk yardıma koşarak çatılarından 3-5 eksilttiği kiremitleri getirerek TBMM’nin çatısı örtülmüştü.
İğne, çivi, nalın mıhı ve hatta “asılacaksan İngiliz sicimi ile asılacaksın” sözüne kaynak olan sicim ve Amerikan bezi denilen kirli beyaz kaba bez bile dışarıdan gelirdi.
Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Toplam sermayenin yalnızca %15’i Türk’tü. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan yalnızca dört fabrika vardı,
Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri…
Elektrik yalnızca İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil sayısı 1490’dı. Yalnızca 4 şehirde özel otomobil vardı.
Kadın, insan değildi. Nüfus sayımlarında büyükbaş hayvanlar sayılırken, kadınlar sayılmıyordu. Yani hayvan kadından daha önemli idi. Kadının adı yoktu.

I. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’da yoksulluk ve çocuklar 
Veremle, sıtmayla, trahomla, tifüs ile kırılan halk, ahırda yatarken, patır patır ölürken; Abdülhamid’in 16 tane eşi vardı. Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur hanım filan, 16 tane Yaş bakımından tamamı çocuktu. Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Ahali kuru ekmek bulamazken, ineğine verecek saman bulamazken, padişah sarayında iki futbol takımı kadar kadınla alem yapıyordu.
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı. Resim, heykel yapmak günahtı.
Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu.
Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi güneşin tümden battığı ezani saat’i esas alıyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu.
Kimisi Hicri takvim kullanıyordu, kimisi Rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin Şubat’ı kimisinin Aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda yaşıyordu!
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz… Ölçülerimiz ortaçağ’dı.
Erkeklerin yalnızca % 7’si, kadınların yalnızca binde 4’ü okuma-yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi.
Cumhuriyet kurulduğunda devlet dairelerinde çalışacak ilk ve ortaokul mezunları bile bulunamıyor. Görevli devlet memurları Kızılay meydanında dikilerek kıyafeti biraz düzgün olanlara okul diplomasını soruyor, diploması olanları devlet memurluğuna çağırıyordu.
Okul yaşı gelen her 4 çocuktan 3’ü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, yalnızca 72 ortaokul, yalnızca 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde yalnızca 230 kız öğrenci kayıtlıydı.
Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu.
Tek üniversite vardı, Darülfünun, medreseden halliceydi.
Ülke bilim’den çoook uzaktı.
600 yıl boyunca Türkçe’nin ırzına geçilmiş, Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arap alfabesiyle Türkçe yazmaya çalışıyorlardı. Osmanlı Türk’leri .devlet işlerine almıyor ve dışlıyordu.
“Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik” falan deniyor ya…
İbrahim Müteferrika’dan başlayarak 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Yalnızca 417’ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı.
Müteteferrika devşirmeydi, Macar’dı. insanlığın edindiği bilgi ve birikimin sistemli şekilde kayıt altına alınmasını sağlayan ve mevcut bilgilerin paylaşımını kolaylaştırarak bir aydınlanma aracı olan kitapların seri üretimini sağlayan matbaalardı.
Ne yazık ki Osmanlı Devleti matbaa tekniğini Gutenberg’in buluşundan yaklaşık 3 asır sonra kurulmasını kabul etti. İlk Türk matbaasını da 16 Aralık 1727’de İbrahim Müteferrika kurdu. Basılan ilk kitap 31 Ocak 1729 yılında Vankulu Mehmet Paşa’nın “Vankulu Lügati” Bu kitap yine ilk Türk matbaası olan İbrahim Müteferrika matbaasında basıldı.
Dinsel tutuculuğun ve yeniliğe kapalı olmanın getirdiği bakış açısıyla matbaanın caizliği üzerinde mutabık kalınamaması matbaanın memlekete giriş sürecini 3 asır geciktirdi. İstanbul’da Hattat ve Yazıcılar Loncası’nın 90 bin üyesi olduğu ve bu üyelerin tamamının matbaa yüzünden işsiz kalma korkusuyla matbaaya karşı çıktığı tarihi kaynaklarda mevcuttur.
Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış,
beş milyar adet satılmıştı. Voltaire, bir kitabında şu ağır saptamayı yapmıştı:
“İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!”
Dini nedenlerle matbaanın gelişinin gecikmesi Osmanlı’nın sanayi devrimini de kaçırmasına neden oldu. Bu tüm İslam ülkelerinin kaderidir. Din olgusunun gelişmeye kapalı ve tutucu olması, Müslümanların bu dünya için değil de ölüm sonrası dünya için yaşamayı önemsemeleri nedeniyle Osmanlı bilimde, çağdaşlaşmada, sanayileşmede geri kaldı.
Osmanlı’nın çöküşü 1580’li yıllarda Kanuni Sultan Süleyman ile başlar. Osmanlı devletinde “rüşvet” geçerli çıkar aracına dönüşmüştü. Sadrazam Sokullu öldürüldüğünde onun mal varlığının Osmanlı Devletininkinden çok daha fazla olduğu görülmüştür. Zaten Sarayda para sıkıntısı, kimi vezirlerin idam edilerek mülküne el konulmasıyla giderilmekteydi.
Osmanlı Devleti 1854 yılında Kırım Savaşı’nın meydana getirdiği harcamaları finanse etmeye yönelik ilk dış borçlanmaya gitmiştir. Dış borçlanma, borçların ödenmeyeceğinin ilan edildiği 1875 yılına kadar sürmüştür. 1881 yılında kurulan Düyun-u Umumiye ile birlikte Osmanlı, mali denetim altına girmiştir. Kapitülasyonlar başlamıştır.
Abdülhamid başa geçtiğinde ilk olarak güvenebileceği bir Hazine-i Hassa Nazırı aramış ve şehzadeliği sırasında Bank-ı Osmani-i Şahane’den tanıdığı Agop Kazazyan’ı seçtirmişti. (* Yılmaz Özdil)
Çocuklar, İstanbul, 1910lar
Atatürk ne yaptı diyenlere yukarıda olan Osmanlı’nın son dönemindeki  yaşam şartlarını anlatınız. Yokluk ve yoksulluğun toplumu bir ahtapot gibi sarmaladığı, insanların okur, yazar olmadığı, fakirliğin kol gezdiği, toplumun sözde din adamları tarafından “Bir lokma, bir hırka ” deyişi ile uyuşturulduğu. Padişahların ve hanedanın lüks ve çok savurgan yaşam sürerken toplumun kul olmayı yeğleyerek “çok yaşa padişahım” diye bağırdığı zamanlardı. Yabancılara hem günlük ticari yaşamda hem de yasalara karşı bağışıklıklar verilmişti. Suç işleseler Osmanlı’nın mahkemelerinde yargılanmazlardı. Vergi vermezlerdi. Daha da ötesi Türk’ler Osmanlı Hanedanın var olduğu hiç bir yere sokulmaz, dışlanır, iş verilmezdi.
Yüce devlet adamı ve muzaffer komutan Gazi Paşa/Mareşal Mustafa Kemal Atatürk, Saltanat tarafından Fransız’lara, İngiliz’lere,Yunanlı’lara teslim edilmiş ve yıkılmış olan Osmanlı Devletinin küllerinden hem cephelerde hem de Lozan’da kazandığı kutlu zaferler sonucunda Türk Devletini ve belki da Asya’ya kadar sürülerek tarih içinde eriyerek yok olacak TÜRK MİLLETİNİN varlığının devamını sağlamıştır. Türk halkı/milleti varlığını Atatürk’e borçludur.
Son 20 senedir AKP tarafından Neo-Osmanlıcılık hortlatılmış, Türkiye’nin aydınlanmaya, çağdaşlığa, bilgiye dönük olan yüzü Vahabi Arapların çağına ve anlayışına çevirecek politikalar uygulamaya sokulmaya başlanmıştır. AKP siyasetinde zaman makinası geriye dönük çalıştırılıyor. Türkiye bir islam ve şeriat devletine çevrilmeye çalışılıyor. Yeni Balta Limanı anlaşmaları ile kapitülasyonlar veriliyor.
Bölüm 3
CUMHURİYET DÖNEMİ
Ekonominin lokomotifi durumundaki tarım ise Aşar Vergisi benzeri uygulamalar, ihracatta yaşanan zorluklar, insan gücü yetersizliği ve alt yapı eksiklikleri içinde ancak iç piyasaya kısmen yetecek durumdadır. Osmanlı Devleti bu ekonomik durum içinde 1. Dünya Savaşı’na girmiş ve iyi durumda olmayan ekonomik yapı çökme noktasına gelmiştir. M. Kemal Atatürk önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı‘na bu şartlar altında girilmiştir.
Aynı durum bugün de tekrarlanıyor. Osmanlı’nın çöküşüne neden olan ana unsur ekonominin çökmesi olup, bu gün de hazinede tek kuruş paramız yok. Har vurup, harman savurdular. Dünyada tüm ülkeler rezervlerinde KARA GÜNLER için para bulundurur ve özellikle bir savaş durumunda bu para hayati önemdedir. Türkiye çok zorlu günler içindedir. İktidar ülkenin tüm para rezervlerini tüketmiş ve karşılığında baş başa gizli görüşmelerle ne/ler verildiği bilinmeyen ağır borçlar altına girilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Mustafa Kemal Atatürk, genç Türk Devletinin gelişmesinin, büyümesinin ve bağımsızlığını korumasının büyük ölçüde iktisadi güçle mümkün olacağı bilinciyle milli ekonominin öncelikle inşa edilmesini temel hedef olarak gösterdi Ekonomik gelişme ve güçlenmenin de öncelikle hızlı bir sanayileşmeyle sağlanabileceği görüşü esas alınmıştı.
İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında Atatürk; “Türk tarihi incelenirse gerileme ve çöküntü nedenlerinin iktisadi sorunlara bağlı olduğu görülür. Kazanılmış zaferlerin ve uğranılmış başarısızlıkların tümü iktisadi durumla ilgilidir”.
Osmanlı döneminden kalma yarı sömürge işletmeleri de devletleştirilmiştir. Bu uygulamalardan bazıları; 1924 yılında Haydarpaşa liman ve rıhtımı ile birlikte Haydarpaşa-Ankara, Eskişehir-Konya ve Arifiye-Adapazarı; 1928’de Mersin-Tarsus-Adana demiryolu hatları devletleştirilmiştir. Yine 1925 yılında Osmanlı döneminin ağır miraslarından tütün rejisi, 4 milyon liraya satın alınarak devletleştirilmiştir.
Kuruluş aşaması çok zor geçen Türkiye İş Bankası, Türk bankacılık hayatının önemli bir kilometre taşı olmuştur. Banka, şeker fabrikası gibi kuruluşların meydana getirilmesi ve ülke hizmetine sunulmasını sağlamıştır.
Osmanlı Dış Borçlarının Ödenmesi
“14 Aralık 1932 günü Paris Büyükelçiliğimiz ile “Alacaklılar” arasında yapılan anlaşmada 1 altın TL 112.2 Fransız Frankı değerinde olmak üzere Türk Hükümeti adına 7. 979 .000 altın TL düzeyinde dış borç yükü hesabı çıkarılmıştı. Osmanlıdan Cumhuriyetimize yüklenen Osmanlı devletinin 7,5 milyon altın lira olan dış borçlarının tamamı yeni kurulan Atatürk Cumhuriyetinin Devleti tarafından 1943 yılına kadar ödendi. İngiliz işgal güçleri Yüksek Komiser Yardımcısı Amiral Richard Webb’in, 19 Ocak 1919 tarihinde Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Ronald Graham’a gönderdiği özel bir mektuptur. Amiral Webb bu mektubunda şöyle der;
“Görünürde memleketi işgal etmediğimiz halde şimdi valilerini tayin ediyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işledikleri suçlara aldırmaksızın serbest bırakıyoruz…Demiryollarını denetliyoruz ve istediğimiz her şeyi müsadere ediyoruz (zorla alıyoruz). Politikamız, süngümüzün keskin ucuna dayanıyor. Halife elimiz altında bulundukça, İslâm dünyası üzerinde de ek bir denetleme aracına sahibiz. Bildiğiniz gibi, Padişah bizi buraya yerleştirmek istiyor…”
İşte ekonomisini ve bağımsızlığını teslim eden ülkenin hazin sonu budur…
Mustafa Kemal, Düyunu Umumiye İdaresi’nin elinden para basma yetkini almış ve Cumhuriyet Merkez Bankasını kurmuştur. Osmanlı’nın boyun eğdiği kapitülasyonları kaldıran Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bununla da yetindiği sanılmamalı. Sovyet Rusyadan tarım uzmanları getirterek ülkemizin 885 sayfa binlerce fotoğraf ile “Türkiye’nin Zirai Bünyesi” kitabı 1925–27 yıllarında hazırlanmıştır. Atatürk birinci (1932) ve İkinci (1935) Sanayi Planlarını hazırlatarak Türkiye, şekerini, bezini, çimentosunu ununu ve kâğıdını üretebilir duruma gelmişti. “
Maliye Bakanlığı yapan Ferit Bey Mecliste yaptığı bir konuşmada sanayileşmenin gerek ve önemini şöyle vurgulamıştı: “..Bize en lazım olan fabrika, gene fabrika(dır).. Türkiye çalışıyor üretiyor, fakat ürünlerinden başkaları yararlanıyor.. alın teri dökerek elde ettiğimiz iptidai maddeleri.. yok pahasına harice satıyoruz. Sonra yabancılar bu maddelerin şeklini değiştirerek, bize iade ediyorlar.. Kırk kuruşa bir okka (1282 gram) yün veriyoruz, aynı yünü bin ikiyiz kuruşa bir metre kumaş halinde yalvararak geri alıyoruz.”
Dünden bugüne değişen bir şey yoktur. Planlı olarak çağdaş eğitimden uzaklaştırılan Türkiye sanayi devrimlerini ıskalaması ve dini yaşamın günlük yaşama egemen olmaya başlaması, bu sistemin iktidarlar tarafından topluma dayatılması nedeniyle tarım toplumu olarak kaldık. Elimizden düşürmediğimiz akıllı bir telefon alabilmek için karşılığında 2 kamyon tahıl v.b veriyoruz. Uygulanan politikalar nedeniyle tarım toplumu olmaktan da uzaklaşan ülkemiz yakın geçmişte ürettiği tüm ürünleri dışarıdan alır oldu.
AKP iktidarı ile birlikte Türkiye’de Neo Osmanlı’cılık hortlatılmaya başladı. Türk halkı Osmanlı’yı televizyon dizilerinden öğreniyordu!!! Bu dizilerle, yalan kurmacalarla, seneryolarla iktidarın az okuyan tabanı formatlanmaya başlandı. İktidarın siyasi çıkarlarına, ihvancı politikalarına uyumlu, padişahlık düzenini ve hatta hilafeti isteyen, aydınlanmadan, çağdaşlıktan, akıl ve bilimden uzak bir toplum yaratmak isteniyordu. Eğitim kalitesini yükselten Anadolu liseleri kapatılıyorken yerlerine İmam Hatip okulları açılıyor ve başbakan/cumhurbaşkanı Erdoğan’ın düşüncesi olan “Dindar ve Kindar” bir nesil yetiştirmek çalışmaları başlıyordu. Bu nesil/ler kime karşı “Kindar” olacaktı?
Günümüzde ise ülkemiz BOP kapsamı içinde planlı bir göç ile karşı karşıyadır. Yeni dönem savaş doktrinlerinde göçmenler bir silah olarak kullanılıyor. Yüzlerce yıldır özellikle din/ mezhep savaşlarının eylem alanı olan Ortadoğu yine en kanlı savaşların yapıldığı yerler. Bu savaşlara petrol savaşları diyebiliriz. Küresel baronlar savaş alanlarında siviller için yaşam koridorları bırakıyorlar. Ortadoğu ülkelerinden kaçış koridorlarının ucu Türkiye’ye açık. BOP böyle çalışıyor. BOB bölge eşbaşkanı ise bu koridoru açık tutmakla yükümlü. İhanet dörtnala koşturuyor.
Günümüz Türkiye’si Dünyada en çok mülteci/göçmen kabul eden ülke konumuna geldi. ABD’de yapılan planlarda her bir göçmenin, bir mermiden daha etkili olduğu varsayılıyor. Ülkemizdeki mültecilerin/göçmenlerin sayısı bilinmiyor. Yaklaşık 9 milyon göçmen olduğu düşünülüyor. Gelen mülteciler birlikte terör, uyuşturucu, salgın hastalık, topluma uyumsuzluk getirerek Türkiye’nin demografik ve ekonomik yapısını bozdular. Üstelik mültecilerin sayısı ve doğum oranları Türkiye’nin demografik yapısını değiştirecek kadar çok yüksek.
Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığı döneminde Emperyalizm Türkiye’yi sosyal, ekonomik, politik yönden esir almıştır. Bu nedenlerle Türkiye ağır bir ekonomik buhrana girmiş, Dünyanın en yüksek enflasyonu, baş edilemez bir pahalığı, işsizlik Türkiye’yi bütünüyle sarmıştır. Mülteciler ise bu süreci ağırlaştırarak toplumsal derin çöküşü başlatmıştır.

SONUÇ
Türkiye’nin elinde “Tek Atımlık Barut” kalmıştır. 2023 seçimleri Laik Demokratik Cumhuriyet’in devamlılığı için son ve tek seçenektir. Aydınlanmadan, çağdaşlıktan, insan haklarından yana olan her bir birey;
Siyasi tercihlerini ve Parti aidiyetini arkalayarak TÜRKİYE’nin, CUMHURİYETİN devamlılığı için siyasi tercihini VATAN, ATATÜRK, ÇAĞDAŞLIK, LAİKLİK adına kullanmalıdır. Aslında bu tercih sizin değil, çocuklarınızın, genç kuşakların geleceğine ait olacaktır.
Bu özveriyi yapmadığımız takdirde bir başka seçim olmayacak ve Laik Demokratik Cumhuriyet yerine Türkiye bir islam devleti olacaktır.
Tercih sizin..
This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, ATATURK, BOP, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, EĞİTİM, GÖÇLER-GÖÇMENLER, ORTADOĞU ÜLKELERİ, SİYASAL İSLAM, SİYASİ TARİH, Tarih. Bookmark the permalink.

One Response to ÜÇLEME * OSMANLI, CUMHURİYET, NEO OSMANLI

  1. Pingback: ANALİZ /// NACİ KAPTAN : ÜÇLEME * OSMANLI, CUMHURİYET, NEO OSMANLI – Stratejik Güvenlik

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *