Bir gece ansızın gelebiliriz!

Bir gece ansızın gelebiliriz!

SÖZCÜ – Yılmaz Özdil

Asrın liderimiz “eyyy Yunan” diyerek posta koydu. “Eyyy Yunan, tarihe dön bak, İzmir’i unutma, adaları işgal etmeniz bizi bağlamaz, bir gece ansızın gelebiliriz” filan dedi.

İzmir’i hakikaten unutmamak lazım!
15 Mayıs 1919. Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktasıydı. Yunanistan, Truva Savaşı’ndan üç bin yıl sonra Anadolu topraklarına asker çıkardı. İzmir metropoliti Hrisostomos etekleri uçuşa uçuşa koştu, altın sırmalı cübbesini giymişti, diz çöktü, işgal komutanının çizmesini öptü, tuz serpti, haçını havaya kaldırdı, askerleri takdis ederek o meşhur vaazını verdi:
“Evlatlarım! Bugün İsa’nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız, ben de bir bardak Türk kanı içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım, azizler arkanızda!”
Sonrası kabustu… Kafaları kesip, yol kenarlarına bırakıyorlardı, insanları camilere doldurup ateşe veriyorlardı, bebelerini emzirmesinler diye yeni doğum yapan annelerin meme uçlarını kesiyorlardı.
Yunan ordusu elbette manyaklardan oluşan bir ordu değildi. Bu yaratılan dehşetin stratejik bir amacı vardı. Halkı göçe zorluyorlardı. Ege bölgesini insansızlaştırıyorlardı. Yüzbinlerce Türk, çoluk çocuk, bir gecede evini tarlasını bahçesini, eşyalarını terketti, bir gecede kuru ekmeğe muhtaç hale geldi.
Aydın’dan Uşak’tan Denizli’ye doğru, Manisa’dan Balıkesir’den Bursa’ya doğru, insan seli akıyordu. İşgale uğramayan Denizli’nin 200-300 nüfuslu küçücük köyleri mesela, bir gecede 2 bin-3 bin nüfuslu hale gelmişti. Türkler kendi vatanlarında “mülteci” olmuşlardı. Ne yardım eli uzatacak bir devlet vardı, ne sığınacak bir ev… Meçhul adreslere gidiyorlardı. Ne içine girecekleri çadır vardı, ne üstüne yatacakları hasır… Yol kenarları kabristan haline gelmişti, son nefesini verenleri hemen oracıkta toprağa veriyorlardı.
Hamam yoktu.
Tuvalet yoktu.
Sıtma, uyuz, frengi salgını başlamıştı.
İşgal sırasında yaşanan bu zorunlu göç trajedisinin, milli eğitim müfredatında asla yeralmaması, neden yeralmadığı, gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir hadisedir. (Ermeni tehciri üzerine sayısız film çekilmişken, topluca imha edilmek üzere hedef alınan biz Türklerin bu zorunlu göçünün bir kez olsun filminin çekilmemiş olması, belgesel haline getirilmemiş olması, gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir hadisedir.)
Yüzbinlerce insan yollara düşmüştü, perişanlıktı.
Bazı kayıtlara göre 600 bin kişiydi, bazı kayıtlara göre daha fazlaydı.
O tarihte Türkiye nüfusunun 10 milyon kadar olduğunu düşünürsek,
memleketteki her 15 kişiden biri evinden yurdundan olmuştu.
Kış bastırmıştı, felaket büyüyordu.
Yaşlılar, bebeler dayanamıyordu.
Türklerden boşaltılan bölgeye, Yunanistan’dan getirilen Rumlar taşınıyordu. Sadece iki ay içinde 125 binden fazla Rum, İzmir’de iskan edilmişti. Ege, Türk kimliğinden arındırılıyordu. Dedim ya, Yunan ordusunun bu kadar gaddar davranmasının sebebi, Türk nefreti değildi, stratejik bir karardı. Halkı göçe zorluyor, Rum nüfus taşıyor, demografiyi değiştiriyorlardı. Rumlaştırıyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı’nda askerlik mecburiydi. Balkan milliyetçiliğinden etkilenen yerli Rumlar, Osmanlı ordusunda vatani görev yapmak istemiyordu, askere gitmek istemiyordu. Resmi kayıtlara göre 150 bin kadarı firar etmişti. Yunanistan’a kaçmışlar, Yunan ordusuna katılmışlardı.
Ayrıca, Ege ve Trakya’da yaşayan Rumların bazıları çeteleşmişti, isyan girişimlerinde bulunuyorlardı. Osmanlı hükümeti, zararlı faaliyet yürüten bu Rumları, Osmanlı sınırları içinde sürgün etmiş, Anadolu içlerine, denize kıyısı olmayan şehirlere göndermişti. Yunan ordusunun işgaldeki dehşet stratejisinin sebebi işte buydu. Türklerden boşaltılan kıyı bölgelerine, Yunan ordusuna katılan Rumları ve Anadolu’ya sürülen Rum nüfusu taşıyorlardı.
Ama, sadece nüfus taşımak yetmiyordu.
Para gerekiyordu.
National Bank of Greece.
Yunan milli bankası.
İzmir’de şube açtı.
Yunanistan’dan İzmir’e taşınan Rumlara, ev, dükkan, arsa, tarla sahibi olmaları için çok çok düşük faizlerle kredi dağıtmaya başladı. Böylece… Osmanlı parası yerine drahmi kullanımı yaygınlaştı. Türk memurların maaşları bile drahmi’yle ödeniyordu. Yunan milli bankasının verdiği sudan ucuz krediler sayesinde, İzmir’de Türklere ait olan gayrimenkullerin yüzde 90’ı Rumların eline geçti.
Yıllar akıp geçti.
Akp iktidar oldu.
Bismillah…
National Bank of Greece,
Türk bankasını aldı!
Evet, yanlış okumadınız.
Sayın yerli ve milli hükümetimizin iktidara gelir gelmez yaptığı ilk işlerden biri, Türk bankasını Yunan milli bankasına satmak oldu! Bir gece ansızın satıverdiler yani! İşgal sırasında Türklere ait gayrimenkullerin Rumların eline geçmesini sağlayan, bunu finanse eden National Bank of Greece… Sayın medyamız tarafından ayakta alkışlandı. Gazetelerimizin manşetlerinden, televizyonlarımızın haber bültenlerinden havayi fişekler atıldı. Yunanlar baktı ki, sayın medyamız hakikaten haysiyetsizlikte sınır tanımıyor, topladılar hepsini, Atina’ya gezmeye götürdüler.
2006 yılıydı.
Uçak paralarını ödediler.
Otel paralarını ödediler.
Yemek paralarını ödediler.
Astir Palace’ta iki gün ağırladılar.
İlk bakışta hastir gibi okunuyor ama, değil,
astir yıldız demek, ki sayın basınımızın yıldızlarına da böyle otel yakışırdı. Minibar paralarını bile ödediler. Önce kokteyl mokteyl verdiler, Yunan şarapları ikram ettiler, sonra bindirdiler otomobillere, Türk bankasını satın alan Yunan milli bankasının merkez binasına götürdüler.
Aslına bakarsanız… Kokteylde Türkiye’nin Atina büyükelçisi de vardı. Sayın medyamızı uyardı. “Bu bankanın merkez binasında biz Türkleri aşağılayan tablolar var, bu durumu Türkiye’ye bildirdim ama, kimseden ses çıkmadı, sizi oraya gezmeye götürürlerse sakın gitmeyin, propaganda yapmalarına alet olmayın” dedi.
Ama, sayın medyamızın umurunda bile değildi.
Tıpış tıpış gittiler.
Yunan milli bankasının merkez binasına getirildiler.
Yunan milli bankasının yönetim kurulu başkanı
“parayı veren düdüğü çalar” içerikli bir konuşma yaptı.
Bizimkiler bu konuşmayı pek beğendi.
Önce bu lafları yediler, sonra yemekte servis edilen balığı yediler.
Üstüne dondurma geldi, onu da yediler.
“Artık doyduysanız, size binamızı gezdirelim” dediler. Kaldırdılar hepsini masadan, koridorları gezdirmeye başladılar. Duvarlarda dev boyutlu tablolar vardı. Hepsinde aynı konu resmedilmişti. Barbar Türk askeri, zavallı Yunan halkını katlediyor, kadınları çocukları kılıçtan geçiriyor… Kahraman Yunan askeri de, vahşi Türk askerini postalıyla eziyor, yere yatırıp kafasına basıyordu!
Duvarlar bunlarla kaplıydı.
Hakaretin daniskasıydı.
Zaten, Atina büyükelçimizin uyardığı gibi, avanta gezinin amacı buydu. Bunları göstermek için, gözümüze sokmak için, suratımıza baka baka bizi aşağılamak için, sayın basınımızı Atina’ya getirmişlerdi. Amaçları bu olmasa, Atina’da gezdirecek yer mi yok? Belli ki açıkça “parasıyla değil mi kardeşim, kaç paraysa veririz, işte böyle suratınıza küfrederiz” demek istemişlerdi.
Sayın basınımız sineye çekti.
Tırıs tırıs geri döndü.
Ve dönünce, bu geziyle alakalı olarak ne yazdılar biliyor musunuz?
“Müjde, 50 Yunan şirketi daha geliyor” diye yazdılar!
(2006 yılında, bu gezide yaşanan kepazeliği köşemde yazmıştım, o geziye katılan arkadaşlar benim hakkımda “kınama” yayınlamışlardı, hiç utanmadan “Türkiye’nin ekonomik açıdan güçlenmesine karşı olduğumu” falan söylemişlerdi. Bu geziye katılan ve kendilerini afişe ettiğim için beni kınayan arkadaşların bazıları şu anda muhalif ayaklarıyla güya muhalif medyada boy gösteriyorlar!)
“Müjde, 50 Yunan şirketi daha geliyor” manşetlerinden kısa süre sonra… Bir başka Yunan bankası, bir başka Türk bankasını satın almak üzere parayı bastırdı, anlaştılar, el sıkışıldı.
Sayın basınımız gene çok mutlu olmuştu.
Manşetlerinden gene havayi fişekler fırlattılar.
“Ekonomimiz büyüyor” başlıkları attılar.
Ne kadar çok bankamız yabancıya satılırsa,
sayın basınımız o kadar çok seviniyordu.
Ama bu defa küçük bir pürüz vardı…
Sayın basınımızın ayakta alkışlamasına rağmen, ikinci Türk bankasının ikinci Yunan bankasına satışı bir türlü tamamlanmıyordu. Sayın basınımız tedirgin olmuştu. Sayın hükümetimiz onay vermişken, sayın basınımız bu kadar gönülden istiyorken, bankamız neden hâlâ satılmıyordu?
İki gün sonra anlaşıldı. Meğer… Söz konusu Yunan bankasının yönetim kurulu üyelerinden biri, Pavlos Apostolides’ti. Ethniki Ypiresia Pliroforion’un eski başkanıydı. Yani, Yunan milli istihbarat teşkilatının eski başkanıydı iyi mi!
Abdullah Öcalan Kenya’daki Yunan elçiliğinde saklanırken, bu arkadaş, Yunan istihbarat teşkilatının başındaydı! 80’li yıllarda Ankara’da casus olarak görev yapmıştı. İşte bu yüzden, Milli İstihbarat Teşkilatımız, BDDK’yı resmi yazıyla uyarmıştı, “bankayı bu herife satarsınız, yarın öbür gün imzası olan herkes yüce divan’da yargılanır, haberiniz olsun” demişti!
Satış mecburen iptal edildi.
Sayın hükümetimize ve sayın medyamıza kalsaydı,
Türk bankası Yunan istihbarat teşkilatına verilecekti!
National Bank of Greece’in, yani Yunan milli bankasının satın aldığı Türk bankasına dönersek… 2.7 milyar dolara aldılar, 10 yıl kullandılar, 2.7 milyar euroya Katar milli bankasına sattılar!
(Milli denilen kavram, şuur’dur.
Para kazanılır, kaybedilir, ilerde gene kazanılır, neticede fanidir.
“Şuur” kaybedilmişse, yerine koyacak para henüz icat edilmemiştir.)
Üstelik…
Türk bankası Yunan milli bankasının malıyken, 10 yıl içinde… Yunanistan devleti, egemenliği Türkiye’ye ait olan, uluslararası haritalarda bile Türk toprağı kabul edilen, 19 adamızı resmen işgal etti, bayrak dikti, askeri birlik yerleştirdi, kilise dikti, iskana açtı, sivil nüfus taşıdı, belediye kurdu, Yunan cumhurbaşkanı, Yunan genelkurmay başkanı bile bu adalara geldi, gövde gösterisi yaptılar, alay eder gibi mangal bile yaptılar, son moda tabirle, adalarımıza çöktüler.
Sayın hükümetimizin gıkı bile çıkmadı.
Ama, şimdi bakıyoruz.
Asrın liderimiz bunları sanki ilk kez duyuyormuş gibi, “eyyy Yunan” diye posta koyuyor, “İzmir’i unutma, adaları işgal etmeniz bizi bağlamaz, bir gece ansızın gelebiliriz” diye esip gürlüyor. Ne diyelim… Bir gece ansızın gitmeyi filan boşver, paraya sıkıştık diyerek Gökçeada’yı Bozcaada’yı satmadıklarına şükredelim!

https://www.sozcu.com.tr/2022/yazarlar/yilmaz-ozdil/bir-gece-ansizin-gelebiliriz-7348233/
This entry was posted in Yılmaz Özdil. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *