TARİHİN TOZLU SAYFALARINDAN * “Avusturyalı Savaş Muhabiri Georg Bittner’in Çanakkale Cephesi İzlenimleri”

“Avusturyalı Savaş Muhabiri Georg Bittner’in Çanakkale Cephesi İzlenimleri”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Y.15, S.23 (Güz 2017), s.133-163 – By Emre Saral


Birinci Dünya Savaşı’nda çeşitli sınıflara mensup beş bine yakın Avusturya-Macaristan askeri Osmanlı saflarında mücadele etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin müttefiklerinden Avusturya-Macaristan ordusu birliklerinden özellikle topçu bataryaları Çanakkale ve Filistin Cephelerinde savaşın akıbetini etkilemiştir.

1915 senesi Kasım ayından itibaren Türkiye’ye gelmeye başlayan topçu bataryalarının katılımıyla gücü artan Osmanlı ordusu, etkili top atışlarıyla İngiliz ve Anzak (Anzac) kuvvetlerini püskürtmüştür. Avusturyalı savaş muhabiri Georg Bittner, bu topçuların faaliyetlerini izlemiş ve İngilizlerin bölgeden çekilişi başta olmak üzere siperlere dair gözlemleriyle kimi Türk subay ve erlere dair kişisel hikâyeleri 31 Aralık 1915 – 28 Ocak 1916 tarihleri arasında Neues Wiener Journal isimli gazetede neşretmiştir.

Avusturya-Macaristan, iktisadî, ticarî ve stratejik kaygılardan ötürü Osmanlı Devleti’ne Birinci Dünya Savaşı’nda yardım etmiştir. 1915 yılının Eylül ayında Sırbistan’ın düşmesinin ardından aynı senenin Kasım ayı içerisinde gönderilen iki adet Avusturya-Macaristan topçu bataryası ittifak güçlerinin Çanakkale cephesine fiilî yardımını teşkil eden ilk birlikler olmuşlardır. Bu bataryaların etkili top ateşleri düşmanın çekilişine sebep olmuştur. Topçu birlikleriyle eş zamanlı olarak Türkiye’ye gelen Avusturyalı muhabir Georg Bittner, başta bu topçuların faaliyeti olmak üzere İngilizlerin bölgeden çekilişi ve siperlerin durumuna ilişkin gözlemlerini Avusturya gazetelerine yazmıştır. Avusturya kamuoyu bu topçu birliklerinin faaliyetlerinin ayrıntılarını ilk defa 1916 senesinin başında Bittner’in yazı dizisinden öğrenmiştir.

Aralık 1915 ile 28 Ocak 1916 tarihleri arasında Neues Wiener Journal Gazetesi’nde cepheden son gelişmeleri aktardığı toplam sekiz haber-makalesi yayınlanmıştır. Herhangi bir fotoğraf içermeyen bu haberlerde siperlerin durumuna ilişkin detaylı tasvirler bulunabilir. Bunun haricinde düşmanın kapasitesi, Avusturya-Macaristan askerlerinin cesareti, Türk askerlerin samimiyeti gibi hususlara vurgu yapılmıştır. Enver Paşa kudretli bir lider olarak tanıtılmıştır. Çanakkale cephesi öncesi ve sonrasında Avusturya-Macaristan ordusunun savaştığı başka cephelerden de haberler gönderen Bittner, ülkesinde kamuya açık etkinliklerde savaşa ilişkin izlenimlerini aktarmaya devam etmiştir.

Bittner’in Çanakkale’ye topçu birlikleriyle beraber gelmiş olması; Osmanlı arşiv kayıtlarında müstakil bir kaydı olmamasına rağmen Çanakkale cephesinden orijinal haberler geçebilecek kadar serbestliğe sahip olması; Enver Paşa tarafından kabul edilmesi; savaşın kızıştığı bir anda subaylarla beraber düşman hatlarını keşfe çıkması, Askerî terminoloji ve savaşılan bölgenin coğrafî özelliklerine ilişkin profesyonelce tanımlarda bulunması; von Sanders’in bilgisi dâhilinde halen tehlike arz eden düşman siperlerini gezmesi, Çanakkale cephesi haricinde farklı cephelerde de görev yapması;

Savaşın sonlarına doğru Askerî Basın Dairesi Direktörü tarafından kamu huzurunda onurlandırılması gibi veriler Bittner’in Avusturya-Macaristan ordusunun resmî muhabiri olduğu izlenimi uyandırmakta; kendisinin bizzat Avusturya-Macaristan ordusu tarafından propaganda yapmakla görevlendirildiği zannını yaratmaktadır. Bittner’in çalışmamıza konu olan yazı dizisi, Avusturya-Macaristan’ın müttefiki konumundaki Osmanlı Devleti’nin Çanakkale Cephesi’nde İngiliz ve Anzak ordusuna karşı kazandığı zaferler hakkındadır. Bittner, Türklerin zaferini Avusturya-Macaristan topçu bataryalarının desteğiyle kazandığını ileri sürmüştür.

Yazılarıyla Bittner’in işini layıkıyla yerine getirdiği söylenebilir. Kendi imzasıyla yayınlanan haberlerde İngilizlerin kamuoyu nezdinde kötülendiği; düşman kuvvetlerin “korkaklığı” ön plana çıkarılarak olumsuz özelliklerine atıf yapıldığı; Avusturya-Macaristan ordusunun göklere çıkarıldığı; müttefik Türklerin övüldüğü; Enver Paşa’nın kudretinin abartılı ifadelerle nakledildiği görülmektedir. Bu noktadan hareketle yazıların Türk yanlısı ve İngiliz karşıtı propaganda amacı taşıdığı ileri sürülebilir.


“Yazıyı paylaşanın notu; Avusturyalı gazeteci Bittner’in gözden kaçırdığı en önemli konu ANAFARTALAR KAHRAMANI MİRALAY MUSTAFA KEMAL’in savaşın ana kahramanın bu haberlerde yer almamasıdır. Mustafa KEMAL Çanakkale savaşının muzaffer komutanı ve savaşın ruhudur. Bittner’in bu konuya değinmemiş olması objektif haberciliğe aykırıdır. Bir diğer konu da gericilerin zaman zaman iddia ettikleri Gökten inen bir bulutun içinde kalan İngiliz birliğinin yok olması MASALIDIR. Bu tanrısal bir mucize olarak sarıklı hocaların, sözde dervişlerin kerametine bağlanan ve insanları kandırmaya yönelik bu yalanın gerçeği, gazeteci Britt tarafından gözlemleri içinde anlatılmaktadır. Bu sözde keramet,  mevsim gereği oluşan sisli günlerde İngiliz birliklerinin planlı olarak Gelibolu’dan ve cepheden askerlerini çekerek savaş alanından göze görünmeden ayrılması olayıdır, Bittner bu çekilişli “sıvışma” olarak tanımlamış” (Naci Kaptan)


BÖLÜM 1

Balkan Savaşları’nın bitiminden Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede Avusturya-Macaristan, iktisadî, ticarî ve stratejik kaygılardan ötürü Osmanlı Devleti ile bağını koparmak istememiş; Osmanlı’ya Birinci Dünya Savaşı sırasında yardımda bulunmuştur. Savaş sırasında Avusturya-Macaristan ordusundan iki yüz yüksek rütbeli subay ile memur, yedi topçu bataryası, çok sayıda askerî uzman, tekniker, pilot, şoför, doktor, amme idaresi organı ve dış ilişkilere yönelik kurumlar Osmanlı devleti için çalışmıştır.

Topçu bataryaları 1915 Kasım ayının ortası ile Aralık ayının başı itibarıyla Gelibolu’ya ulaşmıştır: 9 Numaralı 24 cm’lik Motorlu Havan Bataryası (k.u.k. 24 zm. Motormörser-Batterie Nr. 9) Anafartalar Grubu’na; 36 Numaralı 15 cm’lik Obüs Bataryası (k.u.k. 15 zm. Howitzer Batterie Nr. 36) ise Seddülbahir’in karşısındaki Soğanlıdere’ye yerleştirilmiştir. Topların gelişi, Türk askerinin Boğaz’ın ve Gelibolu Yarımadası’nı savunma direncini arttırmıştır. Bu toplar sahile yanaşık düşman gemilerine etkili ateş açarak onların sahilden uzaklaşmalarını sağlamışlar; böylelikle bu gemilerin toplarının Türk siperlerini devamlı surette dövmelerine engel olmuşlardır.

Bu çalışmada, cepheye giden Avusturyalı savaş muhabiri olan Georg Bittner’in haberlerine yer verilerek izlenimleri aktarılmaya çalışılacaktır. Bittner’in Çanakkale Cephesi’ndeki izlenimlerinden oluşan altı haberden oluşan yazı dizisi, 31 Aralık 1915 ile 28 Ocak 1916 tarihleri arasında Neues Wiener Journal gazetesinde neşredilmiştir.

Bittner, yazısına “Türkiye demek, Enver Paşa demektir” sözüyle başlamıştır. Bu yazısında İstanbul’un farklı yüzlerini de okuyucu ile buluşturmuştur:

“…Enver Paşa Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili’dir. Ancak, başkomutan Sultan’dır. İki farklı Türkiye vardır. Eski ve huzurlu Türkiye’nin sembolü gün batımında parlayan bir caminin kubbesi olabilir. Bu eski Türkiye, başıboş sokak köpeklerinin, eğri büğrü yolların, hamalların, sakat dilencilerin, sabahtan akşama kadar dairelerinde kahve içen, sigara tüttüren memurların Türkiyesi’dir. Bütün bunları Prusyalılar “Bommelet” olarak adlandırıyorlar ve Türklerin günde onlarca defa söylediği gibi ağır davranışlarını ‘langsam, langsam’ olarak nitelendiriyorlar.

Almanlardan zafer kazanmayı öğrenen Enver’in Türkiye’si kısaca böyledir. Bu farklılığı hemen Sirkeci Tren İstasyonunda hissedersiniz. Orada hiç de Türk’e benzemeyen mavi gözlü, sarışın bir asker gördüm. Bu gibi tipler le İstanbul’da her yerde karşılaşabilirsiniz. İstasyonda asılı bir levha gözüme çarptı: ‘Alman Askerî Komutanlığı İrtibat Subayı. Yeni gelen subaylar ve erler buraya kayıt yaptırmak zorundadırlar.’

Balkan Ekspresi’nin sefere konulduğu günden beri Gümrük Memuru olan ve her sabah ayak yoluna kısa bir gezinti yapmayı itiyat edinen görevli kendisini bir saate yakın bekletti. Bu karşı koyamadığı alışkanlığı o kadar güçlüydü ki Batı’dan bir trenin geleceğini bile unutuyordu. Biz yolcular -üçte ikimiz Alman subayı idi- bu bekleyişten sıkılarak söylenmeye, küfür etmeye başlamıştık ki Prusya aksanı ile konuşan Türk subay üniformalı bir asker göründü. Onun gelmesiyle birlikte Gümrük memuru ve bavullarımız da geldi.

Enver’e giden yol sanki eski Türkiye’den yeni Türkiye’ye giden bir yol gibiydi. Bu yol üzerinde sabahtan akşama kadar oturup dilenen korkunç görünüşlü sakat bir dilenci çocuk ve İstanbul’un dünyaca ünlü en güzel görüntüsüne sahip büyük Galata Köprüsü vardı. Her akşamüstü Alman subayları Galata Köprüsü’ne giderek minarelerin ardından batan güneşi seyrediyorlardı. (Bu subayların hiç biri hayatları boyunca Melk Manastırı’nın penceresinden Tuna tepelerini ve Klosterneuburg kubbelerini akşam kızıllığında seyretmemiş olmalılar!)

Sonra askerî-sivil terzilerin, semercilerin, yorgancıların bulunduğu bir sokağa, sonra kemerli bir kapıya, Harbiye Nezareti önündeki geniş meydana (Beyazıt) geldik. Üç yıl önce Enver tarafından davet edilen Liman von Sanders başkanlığındaki Alman Askeri Heyeti İstanbul Harbiye Nezareti’ne yerleşti. O günden beri eski ve çok büyük Harbiye Nezareti binasının birçok oda kapılarında asılı olan tabelalarda Alman subaylarının adları Türk harfleriyle yazılmaya başlandı. Bazı odalarda yüksek rütbeli bir Türk subayının yanında muhakkak bir Alman subayı da oturuyordu. Bu durum birliklerde de aynı idi. Fakat ordunun beyni ve kalbi 35 yaşındaki Enver Paşa’ydı.

Büyük Savaş’ta büyük personel sürprizleri olmadı. Hiçbir orduda her hangi bir akıllı genç kıta subayı birden bire bütün genelkurmayı alt üst etmedi. Bütün orduların başında tecrübeli komutanlar bulunur. Bunlar barış zamanında ilerde yüksek mevkilerde görev verilmek için yetiştirilirler. Bu alışılmamış dünya savaşı içinde Enver bir istisnadır. Sadece 30 yaşında olan bu adam; Edirne’yi Bulgarlardan kurtarmak için büyük bir hızla ilerledi, Bulgar’a attığı tokat ile bütün Osmanlılara tartışmasız kendini kabul ettirdi, yarı tanrı oldu. Sonra da ordusunu Alman askerî sistemine göre yeniden teşkilatlandırmaya başladı. Dâhiliye Nazırı olan Talat Bey ile birlikte Türk İmparatorluğu’nun bütün tutucu zümrelerinin karşı koymalarının üstesinden geldi. Bütün dünyaya korku salan meşhur keskin Türk palasını müttefikleri için kınından çıkardı.

O dönemde Türkiye’de bu adımın gerekliliğini kimse anlamadı. Onun sayesinde Sultan İngilizlerin veya Rusların kuklası, vassalı olmaktan çıktı; eski günlerde olduğu gibi dünyanın muzaffer hükümdarlarından biri oldu. Bütün bunları 35 yaşında olan biri başardı. Türkiye’nin başında bulunan veya yönetime getirilen bütün gençler Enver’e saygı duyuyorlar ve onu Doğu ve Batı’yı kişiliğinde toplamış biri olarak görüyorlardı. Onun odası önündeki bekleme salonunu sabahın erken saatlerinden itibaren Harbiye Nezareti’nin yüksek rütbeli subayları toplantı için dolduruyorlardı. Bunların arasında başlarında kahverengi kuzu postundan yapılmış kalpakları ile Türk subay üniformalı ince, uzun, sert bakışlı Alman Subayları da göze çarpıyordu. Koltuk altlarında birer evrak çantası ile dikilen ve Enver’le görüşebilmek için uzun saatler bekleyen bütün bu subayların hepsinin suratlarından bir kişiyi kayıtsız şartsız başkomutan olarak kabul ettikleri anlaşılıyordu.

Hiçbir Alman subayının yüksek rütbeli Türk subayına saygısızlık ettiğini görmedim. Dünyanın bütün huzura kabul odalarında gelenek olduğu gibi bu teşrifat odasında da yüksek sesle konuşulmuyor, kimse oturmuyor, herkes ayakta duruyordu. Bekleme odası üç Türk tarihi dönemini birleştirerek döşenmişti. Oda tabanını, oda için özel dokunmuş, tahminen 140 metrekare büyüklüğünde koyu, parlak gök mavisi renkte, özenilerek dokunmuş ve görülmemiş parlaklıkta kırmızı süslerle bezenmiş bir halı kaplıyordu. Bu halı, kimsenin ayakkabı ve çizme ile basmaya cesaret edemediği bir zamandan kalma idi. Duvarlar, duvar kâğıdı ve zevksiz sıva süsleri ile kaplanmıştı. Duvar kâğıtları, hatta mobilyalar, koltuklar, divanlar şarka yapılan acımasız ilk ihracat furyasının ürünleri idi.

Pencerelerin karşısında boylu boyunca uzanan duvar eski Türk ihtişamını yansıtıyordu. Büyük camlı dolaplar içinde çakmaklı tüfeklerden ilk şarjörlü tüfeklere, inci ile süslenmiş küçük ve yuvarlak kalkanlara, mızraklara, baltalı kargılara, mücevher kabzalı tabancalara kadar Enver’in silah koleksiyonu vardı. Paşaların mürekkep hokkaları, zincirli zırhlar ve göğüs döşleri gibi bir zamanlar Viyana önlerinde elde edilen ganimetler yer alıyordu. Duvarda altın
harlerle yazılmış bir levha vardı. Üzerinde ‘Kim vatanı için ölürse doğrudan cennete gider’ ayeti yazılıydı.

İnce ve zarif bir subay oradan buraya gidip geliyor, koşuşturuyordu. Bu subay yaver Kâzım Bey’di. Su gibi aksansız Almanca konuşuyordu; kusursuz sevimliliği ve güler yüzü ile alışılmış bakanlık bürosu memurları dışında bir tipti. Herkesi dinliyor, her türlü huzursuzluğu nezaketle göğüslüyor, işinin yoğun olmasına rağmen herkesin işini çabuk bitirmeye bakıyordu. Kazım herhangi bir Viyana bakanlığında rahatlıkla görev alabilecek, uyum sağlayabilecek ayarda idi.

Enver Paşa çalışırken bile daima kılıcını takardı. Birçok ressamın ve son olarak da tanınmış bir Viyanalı ressamın çizdiği portresinde görüldüğü gibi o aslında öyle savaşçı ve yakıcı değildi. Belki de Alman Kayzerini andıran bıyıklarını kısa kestiği için öyle görünüyordu. Kendisinden Gelibolu cephesinde savaşan birlikleri ziyaret edebilmemi müsaade etmesi için ufak bir istirhamda bulundum. Niçin, neden gibi sorular sormadı; fazla düşünmedi, güldü ve ‘evet’ anlamında başını salladı. Aslında onu yakından tanıyanlar bana izin vereceğini söylemişlerdi. O büyük işlerle olduğu gibi küçük işlerle de ilgilidir. Kendisine bir şey izah edilirken ileri doğru bakar, dinler, dikkat kesilir. Aslında izahata da gerek yoktur. Çünkü o ordusunda ne olup bittiğini, ne olacağını bilir. Birkaç yıl önce küçük rütbeli bir kıta subayıydı. Saflarında hizmet ettiği için orduyu iyi tanıyordu. Bugün [ise] İstanbul’da en yüksek mevkide oturuyor ve askerlerinin her birinin nabız atışını her an hissediyor. Çünkü o askerler onunla Edirne’yi geri alan askerlerdi.

Subaylar ise hep onun emrinde çalışmış veya onun göreve tayin ettiği komutanlardı. Bittiği zannedilen bu imparatorluk, daha delikanlılık yıllarında olan Enver sayesinde yeniden yaratılmış gibi oldu. Bir dünya devletinin hareketleri hızlı, aceleci ve uyanık bu en güçlü adamın karşısında oturmak alışılmış bir şey değil. Onda kendini yetiştirmiş ciddiyet hâkim. Enver hayat dolu bir insan gibi görünüyor. Bu hayat harika olmalı. 35 yaşında ve iki kıtada milyonlarca insan tarafından vatanın kurtarıcısı görülüyor ve yarı tanrı olarak kutsallaştırılıyor.”


BÖLÜM 2

Bittner Cephede: İngilizlerin Firarı ve Topçu Bataryalarına Övgü Bittner, Gelibolu cephesinden ilk haberini telgraf yoluyla 30 Aralık 1915 tarihinde göndermiş; haber Neues Wiener Journal gazetesinin ertesi günkü sayısında yayınlanmıştır. Bu haberde İngiliz birliklerinin yoğun Türk topçu ateşine dayanamayarak geri çekilmelerini utanç verici ve rezil bir hadise olarak yorumlayan Bittner, İngilizlerin aceleyle kaçarken arkalarında değerli bir takım malzemeyi bıraktıklarını ve emrindeki askerlere ırkçı ayrım yaptıklarını özellikle vurgulamıştır:

“Neues Wiener Journal gazetesinin savaş muhabiri Georg Bittner muharebeyi gözleri ile gördü. Neues Wiener Journal’in özel telgrafı. Pera, 29 Aralık 1915, saat 2.50, Telgrafın Viyana’ya ulaşım tarih ve saati: 30 Aralık 1915, 4.05.

Enver Paşa ve Liman Paşa’nın izni ile Arı Burnu ve Anafartalar Cephelerindeki son muharebeleri yaşadım. Gelibolu’da İngilizlerin utanç verici yenilgilerinin ve firarlarının şahidi oldum. Firarlarından bir iki gün önce çok sayıda İngiliz savaş uçağı sık sık Türk mevzilerine saldırdılar. Kara bataryaları ve birçok büyük savaş gemisinin ve torpidobotların topları yarım adaya trampet atışı açtılar. Türk cephesi gerisindeki tüm sahayı bile dövdüler. Buna rağmen, Türk piyadesi ve topçusu İngilizleri o kadar sıkıştırdı ki 19 Aralık’ı 20 Aralık’a bağlayan puslu gecede yaklaşık 40 kilometre karelik bir kıyı alanını boşalttılar. Tepelerdeki avcı siperleri arasında dört ila on metre mesafe vardı. İngilizler Türk siperlerine giremeyeceklerini anlayınca kaçtılar. Aceleyle silahlar, cephane, gıda maddeleri gibi milyonlar değerinde askerî malzemeyi geride bıraktılar.

Sabah saat üç sularında Türk gözcüler İngiliz nakliye gemilerinin göründüğünü bildirdiler. Türkler derhal hücuma geçtiler. Her yer mayınlı olmasına rağmen İngilizler zayıf bir dirençle karşılık verdiler. İngiliz nakliye gemileri taarruz eden Türklerin menzili içine girmediler. İngilizlerin firarı şüphesiz dünya er meydanında zuhur etmiş en büyük rezalettir. Çünkü düşman kampında gezip gördüğüm kadarıyla İngilizler sanki burada uzun yıllar kalacakmış gibi tesisler ve müstahkem siperler inşa etmişler. İngilizler kıyıda ve özellikle yamaçlarda Türklere karşı büyük bir askerî şehir kurmuşlar. Kilometrelerce uzanan subay mezarları ne kadar büyük zayiat verdiklerini gösteriyor. İyi inşa edilmiş üç metre derinliği olan avcı siperlerinde daha çok renkli askerleri, Avustralyalıları, Yeni Zelandalıları, Kanadalıları kullandılar. Beyazları hep onlardan ayrı tuttular.

Subay barınakları en kullanışlı şekilde döşenmişti. Kaçarken imha ettikleri güç kaynağından elektrik aydınlatması sağlanıyordu. Oraya buraya iskambil kâğıtları, yarı dolu şampanya ve viski şişeleri atılmıştı. Kaçarken kampın bir bölümünü ateşe verdiler. Fakat yangın kendi kendine söndü. Birçok sahra topu kısmen hasarlı olarak bırakılmıştı. Karaya çıkarılmış olan ağır gemi topları ise imha edilmişti. Bunlardan başka Türkler ganimet olarak sayılamayacak kadar çok et konservesi, yüz binlerce şişelenmiş maden suyu ve limon suyu elde ettiler. Ayrıca İngilizlerin yenilgisinin en büyük yararı Türk birliklerinin serbest kalması oldu. Böylece hemen Güney Kanadı’na sevk edilerek yakın çarpışmalara katıldılar. Güney Kanadı’nda da birçok İngiliz savaş gemisi yanında nakliye gemileri de görüldüler. Enver Paşa büyük zaferden sonra birlikleri ziyaret etti.”

Giriş kısmında belirtildiği üzere, Çanakkale kara muharebelerinin neticelenmesinde etkili rol oynayan topçu bataryalarının arasında birkaç gün geçiren Bittner’in “Gelibolu Muharebelerinde Avusturya-Macaristan Topçuları. İngilizlerin Kaçmalarının Nedeni” başlığıyla kaleme aldığı 6 Ocak 1916 tarihli yazısında bu telgrafta temas ettiği konuların ayrıntılarına ulaşılabilir. Muhabirin bu yazısında bilhassa topçu bataryalarının faaliyetlerini övdüğü görülür. “Son günlerde Türk tarafından açılan topçu ateşi ile İngiliz savaş gemilerinin iki defa vurulduğu Güney Grubu’ndan bildirildi. Avusturya-Macaristan Birliklerinin Çanakkale Cephesi’ndeki muharebelere katıldıkları dünya kamuoyunda pek bilinmez.

Liman von Sanders komutasındaki Türk Kuvvetleri ile İngilizler arasında yaklaşık dokuz aydan beri devam eden bu kara muharebelerin karakteristik özelliği garip topçu farklılığıdır. İngilizler devamlı olarak donanma toplarıyla ateş açıyorlar, önemli tepeleri tutmuş olan Türklere kısmen zararlı olabiliyorlardı. Türk topçusu ise büyük ölçüde eski model toplara sahipti. Ellerindeki toplar, İngilizlerin Anafartalar ve Arıburnu sahillerine yaptıkları çıkarmayı önleyecek kadar modern ve büyük çapta değildi. Taralar arasındaki bu büyük fark, Avusturya-Macaristan topçusu tarafından, sınırlı ölçüde olsa bile, çok etkili [biçimde] giderildi. Yarımadanın Batı cephesinde cereyan eden muharebelerin son haftalarında bizim büyük çaptaki havanlarımız etkili oldular. Müşir Liman von Sanders Paşa Avusturya Macaristan toplarının atışlarını görünce ‘Bataryanın atışları beni çocuk gibi sevindirdi.’ dedi. Cepheye yeni gelen bazı Avusturya Macaristan subayları ile birlikte Mareşale tekmile gittiğimizde düşüncesini şu cümle ile özetledi: ‘Bataryanın bana çok faydası oldu. Benim emrimde olmalarından mutluyum.’

Ünlü Alman Ordu Komutanı’nın gurur verici sözleri kadar düşmanın Avusturya topçuları konusundaki düşüncesi de bir o kadar gurur vericidir. Batarya Komutanı Yüzbaşı Kamillo Barber’in emri ile havan bataryası İngiliz siperlerine ilk ateşini açtıktan birkaç gün sonra, bir İngiliz siperinden hemen yakınındaki Türk siperine bir kâğıt atıldı. Bu kâğıtta ‘Avusturya Bataryası bile bizi buradan geri çekemez’ yazıyordu. Bilindiği gibi, İngilizler birkaç gün sonra ellerinde tuttukları Gelibolu’nun batı sahilini stratejik ve başarılı bir şekilde tahliye ettiler. Çünkü İngilizler orta çapta modern motorlu obüslerin de cepheye gelmekte olduğunu öğrenmişlerdi. Bu gelen obüslerin öncü olduklarını, az süre sonra başka etkili topçuların da geleceğini düşünüyorlardı. Mevzilerini savunamayacaklarını anladılar ve karanlığın örtüsü altında bir gece Batı kıyısındaki mevzilerinden sıvıştılar.

Ancak, Güney Grubu Cephesi’nde muharebe devam ediyordu. Derhal o bölgeye K.u.K. Topçu Yüzbaşısı Manuschek emrinde birkaç obüs gönderildi. Noel’in ilk günü İngiliz gemilerine etkili ateş açıldı. Noel’in ilk günü Yüzbaşı Barber’in havanları da boşaltılmış olan Batı Grubu cephesinden alınarak Güney Grubu cephesine yollandılar ve orada mevzilendiler. Yeni bir Grup kuruldu. Bu Mürettep Grup Komutanlığına K.u.K. Topçu Yüzbaşı Martinek atandı.”


BÖLÜM 3

Bittner’in bu haberi başka Avusturya gazetelerinde de kendisine daha az detayla yer bulmuştur. Bu haberlerde son günlerde düşman savaş gemilerinin Türk tarafında mücadele eden topçular tarafından vurulduklarına atıf yapılmıştır:

Bittner, 12 Ocak tarihli haberinde yaşanan çarpışmaları anlatmayı sürdürmüştür. “İngilizlerin Gelibolu’dan Firarı, İptidaî bir savaş, Gemiler ve kara topçusu, Batı’dan ve Güney’den Firar, İngilizler Denize Döküldüler, Kumsalda bir İngiliz Bataryası” alt başlıklarını içeren yazısı havan bataryasının Anafartalar Cephesi’ndeki hücumunu, İngilizlerin buna verdiği tepkiyi ve buradaki son çarpışmaları anlatmaktadır. İngilizlerin sahip olduğu silahlar ve olanaklardan bahseden Bittner, bu kapasiteye ve hedeflerinin büyüklüğüne rağmen başarısızlığa uğrayan düşman kuvvetlerinin savaşta da kesin yenilgiye uğratıldığından emindir. Topçu saldırısı öncesinde subaylarla beraber keşfe çıkmasına müsaade edilen muhabir, İngilizlerin çekilişine ilişkin bu haberde daha fazla detaya yer vermiştir. Bittner’in bu haberinde dikkati çeken başka bir özellik de keşfe çıktığı karmaşık coğrafyayı profesyonel biçimde tasvir etmiş olmasıdır:

“Tahmin edildiği üzere, İngilizler şimdi de yarımadanın güney uçunu boşalttılar. İngilizler bu dünya harbinde esaslı ve kesin bir yenilgiye uğradılar. Şimdiye kadar hep övünen ve Batı Cephesi’nde Fransa’nın desteği ile Batı Cephesi’nde savaşa giren İngiltere savaştan pek etkilenmemişti. İngiltere tek başına sürdürmek zorunda kaldığı bu ilk stratejik muharebede acınacak bir yenilgi aldı. Gelibolu Yarımadasında muharebe on aydan fazla sürdü. İngilizlerin hedefi İstanbul’a yürümek ve Türk payitahtını ele geçirmekti. 80 bin askerle korkunç masraflar ve çok yüksek kanlı kayıplar pahasına kazanılan ise Batı sahilinde 40 kilometrekare toprak, yarımadanın güney uçunda 40 bin askerle 20 kilometrekare toprak oldu.

Bu yüksek zafer (!) için İngilizler taktik bakımından sevinebilirler. Ancak modern savaş yönetiminde başarılı olduklarını destekleyecek bir ortak bulamazlar. Müşir Liman von Sanders Paşa’nın birlikleri çoğunlukla Anadolulu yaşlı askerler idi. En tehlikeli ve kritik anda, İngilizler karaya çıktığı zaman, nispeten bir avuç kötü donanımlı bu yaşlı askerler ve jandarmalar karşı koydular. Her iki taraf da modern anlamda kabul edilebilecek tarzda topçuyu sınırlı bir şekilde muharebeye sokabildi. İngilizlerin dik açılı topları haricinde, Arıburnu ve Anafartalar önünde devriye gezen iki obüs toplu monitörü ve torpidobotu da vardı. Her bir Imblessible ve Prince George sınıfı savaş gemisinde dört 30,5 cm’lik ve on iki 15 cm’lik, on sekiz 7,6 ve bir adet 9,7 inç’lik toplar vardı. Birkaç gemi topu ve bir adet 10,10 cm’lik hafif sahra topu karaya çıkarılmıştı.

Bu toplarla İngilizler gece ve gündüz trampet atışı yaptılar. Fakat dik açılı toplardan yoksun olduklarından hem Batı hem de Güney cephelerinde başarılı olamadılar. İngiliz donanmasının uzaktan atışlarıyla yetindiler. Türkler’de de durum aynıydı. Avusturya Macaristan havanları ve obüsleri gelinceye kadar onlar[ın elinde] de büyük çaplı toplar yoktu. İngilizler topçu yetersizliklerini gerçek bir sportmen gibi aralıksız sürdürdükleri hava akınlarıyla giderdiler. Fakat bu akınlarda isabet yüzdesi düşüktü [ki] bugün her ordu hava saldırılarındaki isabet oranının fazla yüksek olmadığını zaten biliyor. Eğer saldırgan bu durumda olduğu gibi yetersiz topçu koşulları nedeniyle muharebeyi esasen piyade ile sürdürürse, yarımada arazisi onlar için öldürücü olabilir. Dar ve kumlu bir kıyı şeridinin ardında hemen kireçtaşı tepesinin yaklaşık 200 metre yükseklikteki yamaçları bulunur. Bu kireçtaşı tepeleri, bitki örtüsü ile kaplı sayısız çapraz kesişen vadiler, derinlemesine kesişen çıplak arazi şeklinde bütün yarımada boyunca uzanır. Kıyı şeridinin ve hemen yakınındaki sırtların işgalinden başka ancak o kadar ilerleyebildiler. İngilizler bir şey başaramadılar. İngilizler, diğer sırt çizgisini tutan savunmadaki Türklerin piyade ateşi altında hemen sonraki vadiye inen dik yamaca tırmanacaklar, sonra bir de dik sırta saldıracaklar ve böylece ilerlemeleri sonsuza dek sürüp gidecekti.

İngilizler belki de Kasım ayının son haftalarında bu muharebenin kazanılamayacağını anlamışlardı ki Aralık ayının ortasında firar için toplanmaya başladılar. Gemiye yükleme şiddetli artçı ateşi altında ifa edildi ve bu da normaldir; çünkü, 20 Aralık sabahından beri her an İngilizlerin buradan çekilişi beklenmekteydi ve dolayısıyla teyakkuzdaydılar.”

Bittner, bu haberinin ikinci kısmında, İngilizlerin batı sahilinden çekilişini dramatik bir biçimde yaşadığını ifade ederek gözlemlerini aktarmaya devam etmiştir:

“Avusturya Macaristan havan bataryası komutanı Kamillo Barber, 5. Osmanlı Ordusu Komutanı Müşir Liman von Sanders Paşa’ya bir mesaj yazarak bir öneride bulundu. Bu mesajda İngilizlerin kumsaldaki bir bataryasının çok rahatsızlık veriyor olmasından dolayı derhal yok edilmesi gerektiği bildiriliyordu. Ateşin 20 Aralık 1915 günü saat 7’de açılmasına dair emri aldı. Emirde İngiliz bataryasının mümkünse tek atışla vurulması istendi. Yapılması gereken en doğru iş mümkünse nokta atışı ile ilk atışta bataryayı vurmaktı. Böylelikle bataryanın kaçması veya geri çekilmesi önlenecekti. Bu atış için bir havan topumuzu kullanmak yeterli oldu. Ancak bu iş için uygun bir topçu tarassut noktası bulmak önemliydi. Bu keşif için Yüzbaşı Barber yanına bataryasının diğer en kıdemli subayı Üsteğmen Josef Höplinger’i alarak 19 Aralık günü saat 13’te yola çıktı. Onlarla beraber gitmek için bana da müsaade edildi.

Bir Türk bataryasının mevzilendiği küçük bir dere yatağına kadar bir süre otomobille gittik. Sonra uzun, derin ve mükemmel kazılmış bir Türk irtibat siperi boyunca ilerledik, bir tepenin üstüne ulaştık. Hemen tepenin altında olan irtibat siperi ilerideki Türk piyade siperlerine kadar uzanıyordu. O kadar güzel kazılmıştı ki bir otel terasını andırıyordu. Boy siperleri tabanı çakıl kaplı ve üstü çalılar bodur ağaçlarla gizlenmişti. Bu boy siperleri üstünde yatarak rahatsız ve fark edilmeden İngilizler ve deniz seyredilebilirdi. On sekiz aylık cephe hayatımda beni en derin etkileyen an, oradan denizi seyretmek oldu.

“Avusturya Macaristan havan bataryası komutanı Kamillo Barber, 5. Osmanlı Ordusu Komutanı Müşir Liman von Sanders Paşa’ya bir mesaj yazarak bir öneride bulundu. Bu mesajda İngilizlerin kumsaldaki bir bataryasının çok rahatsızlık veriyor olmasından dolayı derhal yok edilmesi gerektiği Güneş ışıklarının yansımasıyla parlayan deniz üzerinde sanki hiç savaş yokmuş gibi İngiliz savaş gemileri, torpidobotları, vapurları rahatça ve rahatsız edilmeden duruyorlardı. Nakliye gemiler ta İngiltere’den buraya gelmişlerdi. Gemileri hiçbir şey rahatsız etmiyordu. İleride İngilizlerin üs olarak kullandığı İmroz Adası’nın ışıkları parlıyordu.

O zamanlar Türklerin bu korkunç güç ve büyüklük karşısında nasıl durduklarını anlamamıştım. On sekiz saat sonra gördüklerimin bir serap olduğunu anladım. Savaş gemileri denizin çırpıntısıyla yavaş yavaş ve ağır ağır kendi etralarında dönüyorlardı. Ateş, duman ve ses! Bütün toplar karaya doğru dönüktü. Arada sırada bir torpido botu ateş ediyordu. Bizimle deniz arasında iki düşük tepe uzanıyordu. Tepelerin üstüne İngilizler ve Türkler yerleşmişti. Birbirlerine o kadar yakındılar ki sanki ellerini uzatsalar el sıkışabileceklerdi. Bulunduğumuz yerde uzun süre kalmıştık. Sadece Ege Denizi’ni değil Çanakkale Boğazı’nı da görebilmiştik. Bütün bu kötülükler arasında bile, Hero ve Leander ile ilgili birçok söylentilerden ve mucizelerden, Lord Byron’un fantastik seyahatlerine kadar, antik Yunanlıların Avrupa’dan Anadolu ve sonra da Asya içlerine akınları gibi birçok efsane ve masalın akla gelmesi makuldür.


BÖLÜM 4

Anakaranın içine kadar girmiş olan Suvla Koyu’nun ardında ve ondan ince bir burunla ayrılmış olan Tuz Gölü vardı. Orada İngiliz kampı kurulmuştu. Veya önceleri o kampın tamamının İngiliz karargâhı olduğu zannediliyordu. Yirmi dört saat sonra [öyle] olmadığı anlaşıldı. Orada düzgün sıralar halinde gruplara ayrılmış beyaz çadırlar etrafında yarım ay şeklinde inşa edilmiş topçu ve piyade mevzilerinin olduğu görüldü.

Bu tepelerden birinin ardından, hemen sahilde bir top ateşi parladı. Tepenin üstünde iki saatten beri yerde hareketsiz uzanmıştık. Bununla beraber altı göz ve üç dürbünle heyecanla kıyıyı seyrediyorduk. O anda aşağıda kıyıdan top ateşi çaktı. Öyle bir çakıştı ki anında yanan ve sönen bir kibrit ateşine benziyordu. Kıyıdaki batarya kendisini ele vermişti. Yüzbaşı Barber, derhal durumu ayrıntılı gösteren bir kroki çizdi. Krokiyi irtibat siperi duvarına astı. Böylelikle telefon başındaki görevli koordinatları akşam K.u.K. Bataryası ile temas kurarak bildirecek, onlar da İngiliz topçusunun yerini kolaylıkla bulabileceklerdi. Geri döndük. Tam dere yatağı ağzına gelmiştik ki ardımızda bıraktığımız tepe titredi. İngilizler belki de bizi görmüşlerdi. Her neyse onlar tepeye 30,5’luk bir topun çok saygı duyduğum güllesini atmışlar ve yanımıza kadar düşmüştü. Çocuklar gibi sevinerek ertesi sabahki ateşimizi bekledik. Erken sevinmişiz!

Gece dolunay vardı. Batarya gözcülerimizin devamlı ‘Dikkat! Düşman uçakları’ diyen ikazları kampımızda yankılanıyor. Gece huzursuz geçti. Topçu ateşi o kadar yoğundu ki böylesini ancak Isonzo Cephesi’nde yaşamıştım. İngilizlerin bir hücuma kalkacağından şüphelendik. Sabah etrafı beyaz ve kalın bir sis kapladı. Sabah saat 7’de sığınağımızdan dışarı çıktık. Atla gözetleme yerine doğru gittik. Yüzbaşı Barber, yoğun sis nedeniyle atışı erteledi. Gözcülerimiz tekrar ‘Dikkat! Düşman Uçakları!’ diye bağırdılar. Kampımızın yakınına bir kaç bomba düştü. Her hangi bir zarara neden olmadı.

Sonraki iki saat boyunca ata binip kampa dönmek istedik. Ne var ki, yerimizden kıpırdayamadık. Çünkü yoğun sis bir türlü çözülmüyordu. Saat 9’da Yüzbaşı Barber atış idare subayı Üsteğmen Engelbert Karl Filipp’i telefonla aradı. Genel Karargâh’tan toplarıyla ilgili bir mesaj almıştı, bildirecekti. İçeride telefon başındaki Yüzbaşı’nın ‘– Ne? – Nasıl? – Kim?’ diye bağırdığını duyuyordum. Sonra dudaklarında bir gülümseme ile dışarı çıktı “İngilizler Gelibolu’yu bu akşam boşaltmışlar” dedi. Beş dakika sonra otomobile bindik ve Türk Genel karargâhına gittik. Türk kurmay subayları, Yüzbaşı Barber’i görünce eline sarılarak ‘Siz bize şans getirdiniz’ dediler.

Genel Karargâh’tan verilen emre göre, Avusturya- Macaristan Havan Bataryası’nın hemen harekete hazır duruma geçmesi ve en kısa zaman içinde Güney Grubu’na katılması istendi.” Gazetenin 11 Ocak 1916 tarihli sayısında Reuters Haber Ajansı’na dayanılarak Londra’dan bildirilen bir haber yer almış; habere göre İngiliz General Monroe, İngilizlerin bölgeyi tahliye ederlerken toplamda sadece bir askerlerinin öldüğünü, Fransızların ise zayiatsız Gelibolu’dan çekildikleri bilgisini vermiştir.

Aynı gazetenin 15 Ocak 1916 tarihli sayısında Bittner, İngilizlerin tahliyede bu denli başarılı olmalarının sırrının ancak savaştan sonra anlaşılabileceğini yazmıştır:

“Eldeki bilgilere göre, İngilizlerin Seddülbahir’den çekilmesi şiddetli artçı muharebesi ve ağır kayıplar altında olmuştur. Batı bölgesinden çekilmeleri ise çatışmasız on dört gün önce oldu. Yoğun sis sayesinde İngilizler sadece muhariplerini değil, bütün hasta ve yaralılarını dâhi salimen gemilere taşıyabildiler. Geride, belki de bir aptal olduğundan, tek bir Hintli kaldı. İngilizlerin bir kısmı sadece Türkler’e bir kaç adım mesafede mevzilenmiş olan yaklaşık 80 000 kişiyi, bir kaç gece içinde, nasıl oldu da sessizce tahliye ettikleri, gemilere bindirdikleri hususu maalesef savaştan sonra öğrenilebilecektir.

Aslında, bir iki gün önce İmroz Adası ve Gelibolu Yarımadası arasında canlı bir İngiliz deniz trafiği fark edilmişti. Bu canlılık ne var ki Liman Paşa’nın karargâhı ve Türk birlikleri tarafından İngilizlerin cepheye takviye gönderdikleri şeklinde değerlendirildi. Gerçekten İngilizler bütün birliklerini tahliye etmişlerdi ama arkalarında marmelat konserveleri, gemi topları gibi birçok işe yaramaz malzemeler bırakmışlardı. Bu konuda yine Viyana’da çıkan 17 Ocak 1916 tarihli Arbeiter Zeitung, İstanbul’daki Türk Genel Karargahı’nın 15 Ocak 1916 günkü tebliğine dayanarak şu bilgiyi vermektedir:

“Seddülbahir bölgesinde elde edilen harp ganimetleri arasında değişik çapta 15 top, önemli miktarda cephane, birkaç yüz cephane arabası, 200 araba, çok sayıda otomobil, bisiklet ve motosiklet, büyük miktarda dekovil malzemesi, değişik malzeme ve hayvanlar, 200 asker ve sıhhıye çadırı, tam takım tıbbı malzeme, ilaç dolu sandıklar, 50 bin battaniye, çok miktarda konserve, tonlarca arpa ve yulaf ganimet olarak ele geçirilmiştir. Bütün bu ganimetlerin toplam değeri yaklaşık 2 milyon pound [sterlin] tutarındadır. Devamlı olarak gömülü veya denize atılmış malzemeleri buluyoruz.” “Der türkische Krieg. Bericht des
Hauptquartiers.”, Arbeiter Zeitung, 17 Ocak 1916, s.2.

20 Aralık 1915 günü saat 3’te 9. ve 12. Türk Tümenleri’nden kıyıya doğru dört büyük nakliye vapurunun yanaşmakta olduğu bildirildi. Kısa süre sonra Türk avcı siperlerinin hemen önünde bir İngiliz kara mayını patladı. Türkler patlamanın açtığı çukura girdiler ve etrafta ne sağda ne de solda hiçbir İngiliz olmadığını hayretle gördüler. Ancak, o zaman, Türkler ileriye devriyeler çıkardılar, sonra da birlikler yolladılar. Yarımada’yı tahliye eden İngilizler bu Türkler üzerine bir iki el ateş açtılar. Buna rağmen Türkler aldırmayarak deniz kıyısına kadar indiler. Deniz suyu ile dinlerinin gereği abdest aldılar. İngilizlerin çekilmesinden sonra Türklerin neşe içinde şarkı söylediklerini ilk defa orada işittim. Türk Topçusunun büyük bir kısmı güney cephesinden çekildi. Aylardan beri aynı yerden ateş açan topçular şimdi gülüyorlar; karamsar ve yeknesak türküler söylüyorlardı. Bu garip ritim Avrupalıların sinirlerini bozuyordu. Mehtaplı bir gecede kampımız yakınından marş söyleyerek giden tek tük atlılar geçtiler. İngilizler Seddülbahir’den de çekildiklerine göre Türkler şimdi muhtemelen yeniden türkü söyleyecekler…”


BÖLÜM 5

Siperde Yaşam ve Cepheden Hikâyeler
Bittner’in 21 Ocak 1916 tarihinde yayınlanan haberi, yine topçu bataryalarının cepheye yerleştirilmesine ilişkin olmakla birlikte ve siperlerdeki koşullar ve insanî ilişkilere ilişkin de örnekler sunmaktadır.

“Avusturya Macaristan Ağır Havanları Arıburnu ve Anafartalar önlerinde mevzilenmiş olan İngilizlere beş ile yedi kilometre uzaklıkta bulunan bir tepe silsilesi ardına yerleştiler. O kadar güzel gizlenmişlerdi ki havadan bile görülmeleri mümkün değildi. Bu nedenle hiçbir uçak onların yerini saptayamadı. Topçumuzun yerleşim yeri beş yüz metre geride iki tepe üstünde idi. Her türlü inşaat malzemesinin bulunmadığı bir ülkede, her şeye rağmen iyi donatılmış olmaları düşündürücüdür. Subay barınakları yan yana tepenin yamacı içine kazılmış ve girişi ahşap bir kapı ile kapatılmıştı. Barınakların duvarları ve tabanları topraktı. Elde fazla kalas yoktu; mevcut kalasları en doğru yerde kullanmak gerektiğinden, az sayıda barınak inşa edildi.

Muhabere merkezi ve komutan Yüzbaşı Kamillo Barber ile Levazım Subayı Üsteğmen Josef Klob’un yatak odası olan karargâh barınağı yaklaşık altı metrekare civarında idi. Hemen yanında üç defa daha büyük, ocaklı bir yemekhane barınağı vardı. Ne var ki bu ocağı yakmak mümkün değildi. Kuru odun yoktu. Ocak yakmak için kullanılan yaş dallar odayı rahatsız edici dumana boğuyordu. İdare merkezi aynı zamanda misafir yatak odası idi. Gelen misafir için her gece bazen sahra karyolası, bazen masa veya kuru saman döşek konurdu. Münferit Topçu Grup Komutanı Yüzbaşı Martinek’in barınağında bendeniz ve Obüs Teğmeni Stritzki, Subay Namzedi Baron Grödel, Viyanalı Başhekim Dr. Romich, Üsteğmen Graf Alexander Kolowrat kalıyorduk.

Viyana Tophanesi’nden Yüzbaşı Bartuska da gelince yerimiz hayli darlaştı. Barınağın sakinleri birbirlerine sokularak yatmak zorunda kalıyorlardı. Bu da onları soğuk gecelerde donmaktan koruyordu. Barınağını Türk Üsteğmen Ekrem Bey ve bir başka kişi ile paylaşan Üsteğmen Filipp hepimizin durumunu özetleyen bir örtmece (edeb-i kelam) yaptı ve barınağına ‘Villa Puppchen’ adını koydu. Yukarıda adını saydığım kişilerden başka Havancılardan Üsteğmen Josef Höplinger, Teğmenler Silta, Jeschek ve Lindner’de vardı. Mürettebat ise iki tepe arasında bir yar’da kısmen yere kazılmış barınaklarda veya çoğunlukla çadırlarda kalıyordu. Astsubay ve erlerin büyük çoğunluğu Viyanalı idi. Türkiye’nin bu köşesinde onların temiz Lerchenfelder aksanlarını duymak beni çok mutlu etti.

Havan Bataryamızın yerleşim yeri içinde bir başka letafet olmasının tek nedeni bu değildi. Bende, Avusturya Macaristan’ın burada sadece toplarının ateş gücü ile temsil edilmedikleri duygusu uyandı. Bu yerleşim yerinden sevecenlik, askerce gayret ve rahatlık havası vardı. Gördüm ki gelip geçen Alman ve Türk subayları burada severek yarım saat kadar istirahat ediyorlar, subaylarımızla ahbaplık yapıyorlardı. Bütün subaylar ister büyük rütbeli olsun, ister küçük rütbeli olsun komutanlarına benzerler. Ve Yüzbaşı Barber, düşman ateşi altında umursamaz tutumu, anında yıldırım gibi gören dikkati, enerjisi ve tertemiz
kalbi ile en iyi Avusturya subay özelliklerinin bir örneği olarak gösterilebilir.

Günlük atışlar sona erince, mürettebat tepemiz üzerinde bir araya gelerek istirahat etti. Karavanamız tabii ki o kadar çeşitli değildi. Ama yemekler her öğün iyi idi. Çünkü Leh olan Üsteğmen Klob sevecen kalbi ile bütün mürettebatı bir anne gibi besliyordu. Uzaklardan beygirlerle taşınan su idareli kullanılıyor, bu nedenle çay sadece akşamları veriliyordu. Tatlı bir kırmızı şarap içiliyor, özelliği gereği susuzluğu önemli şekilde arttırıyordu.”

Bittner cepheden sadece çatışma haberleri değil, aynı zamanda hayata dair hikâyeler de geçmiştir. Örneğin, tanıştığı yetenekli bir Türk zabitten övgü dolu sözlerle bahsetmiştir. Asker ve spor adamı Ekrem Rüştü Akömer (1892-1984) Alman Harp Okulu’nda okumuştur. Gelibolu Kara Savaşları sırasında 5’nci Ordu Komutanı Müşir Liman von Sanders’in emir subayı olarak görev yapmıştır. Sanders Paşa 1 Mart 1918 tarihinde Yıldırım Orduları komutanı olduğunda yine kendisinin emir subayı idi. Milli Mücadele’ye katılmış; savaştan sonra Halife Abdülmecid Efendi’nin emir subayı olmuştur. İstanbul’da 1931 yılında ilk yüzme havuzunu açmış ve yüzme kulübünü kurmuştur. 1930-1936 yılları arasında Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Genel Sekreterliği görevini üstlenmiştir.

Bittner’in bu faal subay hakkında kaleme aldıkları şöyledir:
“Tanıdığım ilginç kişilerden birisi de Üsteğmen Ekrem Bey’dir. Havan Bataryası emrine verilen Türk subaylarından birisi idi. Türk Yunan Savaşında Başkomutan ve daha sonra Harbiye Nazırı olan Müşir Ethem Paşa’nın oğludur. Tanıdığım zaman 25-26 yaşlarında vardı. Bu genç yaşına rağmen iki çok önemli olay yaşadı. Daha çok küçük bir çocuk iken Sultan Hamid’in sarayına verildi. İyi Türk ailelerinden toplanan bu çocuklar bu sayede son reformlardan önce kariyerlerinde büyük bir sıçrama yapma olasılığına kavuştular. Ekrem onbeş yaşında albay oldu ve üç önemli Türk nişanı ile ödüllendirildi. Ama Jön Türkler iktidara gelince ona iyi bir askeri eğitim vermeyi kararlaştırdılar. Nişanlarını muhafaza edebildi ama albay rütbesi elinden alındı ve Potsdam’daki Alman Mızraklı Süvari Kışlası’na eğitime yollandı. Bu değişik yaşantı sonunda tahmini olanaksız sevimli ve sıkı bir asker ortaya çıktı.

Ekrem Bey bu gün Üsteğmen rütbesinde, Türk subay esvabı giyiyor ve en temiz Berlin aksanı ile Almanca konuşuyor. Sadece Prusya Hassa ordusuna mahsus bir şekilde vücuduna iyi bakıyor. Dans da ediyor. Belirtmeden edemeyeceğim bütün ekzotik dansları ancak, Berlin’in Admiral Palast salonlarında görülebilen bir zarafetle yapıyor. Savaş sırasında bir asker olarak da kendini ispatladı. Onu tanıdığımda iki Türk bir Alman nişanı taşıyordu. Bu arada bir nişan daha kazandı. Alman Türk ve Avusturya-Macaristan ordusu subayları onu candan seviyorlardı. Zira bu genç Türk subayı mükemmel kendini geliştirme fırsatlarının
en güzel örneği idi.”

Türk Başhekim Dr. Ragıp Bey ile Avusturyalı eşi hemşire Anna Schwarz’ın hazin hikâyesi de Bittner’in satırları arasında kendisine yer bulmuştur. Avusturyalı hemşire Schwarz’ın hikâyesi Türk kamuoyunda “Alman Hemşire Erika” olarak bilinmiş ve günümüze değin ulaşmıştır. Yetkin İşcen, bu konuda yaptığı araştırmada ATASE arşivi kataloglamasının transkripsiyonu esnasında “refika” kelimesinin “Erika” olarak okunduğunu ve buna dayanarak mezar taşının da bu şekilde hazırlandığını ve merhum hemşirenin bu isimle anıldığını iddia etmektedir. Bittner’in haberi hikâyenin aslına ışık tutmaktadır.

“Havanlarımız İngilizlerin yarımadadan kaçmalarından birkaç gün önce onların siperlerine müthiş bir ateş açmışlardı. Bu ateşe misilleme olarak İngilizler Graf Friedrich von Hochberg Sağlık Hizmetleri Misyonu Sahra Hastanesine ateş açtılar. Bu ateş esnasında Türk Başhekimi Ragıp Bey’in Viyana yakınlarında bir köy olan Liesing doğumlu eşi ordu hemşiresi Anna Schwarz da şehit düştü. ‘Bir sabah K.u.K. havanları İngiliz piyadelerine ateş açtılar. Topçu tarassut (gözetleme) mevziimiz mükemmel bir şekilde toprağa kazılmıştı. Sadece dürbünlerin objektileri toprak üzerine görülebiliyordu. Tarassut mevziimiz İngilizlerden sadece 1300 m uzaklıktaydı. Havan Bataryası komutanı Yüzbaşı Barber ile birlikte mevzii üzerinde yatıyor, ateşimizin etkili olup olmadığını seyrediyorduk. Arazi küçük, bodur fundalıktı. Bu çalılıklar bizi örüyordu. Buna rağmen şiddetli piyade ateşine tutulduk. Çünkü İngilizler her türlü kımıldayan harekete ateş ediyorlardı. Bu arada atışları seyretmek için bazı Türk kurmay subayları da geldiler.

Topçumuzun ateş açmasının özel bir nedeni vardı. Liman von Sanders İngilizlerin birkaç gün önce, insan haklarına aykırı olarak ağır toplarla vurduğu bir hastanenin intikamını almak istiyordu. Bu İngiliz bombardımanı sonucunda Türk Başhekimi Ragıp Bey’in Avusturyalı eşi de şehit olmuştu. O Viyana yakınlarında bulunan Liesing köyündendi. Adı Anna Schwarz’dı. Türk doktor bana hayatının romanını bütün acı-tatlı iniş çıkışlarıyla bir doğuluya has bir şekilde, içten olarak anlattı. Bu acı-tatlı anılar bir Avrupalının anılarından daha hisli idi. Eşini savaştan dokuz yıl önce İstanbul’da tanımıştı. ‘Evliliğimizin ilk üç yılında’ dedi ve devam etti: ‘Eşimle aramızda devamlı bir sürtüşme vardı. Ancak, her defasında o kazanırdı. Evliliğimizin bu ilk yıllarında bütün Türk örf ve adet alışkanlıklarımı bırakabilmek hususunda oldukça anlayışlı davrandı. Şimdi onun ölümünden sonra bir Türk kadını ile evlilik yapabilmem
çok zor görünüyor. Çünkü Avrupalı yaşama alıştım ve kendi vatanımın yaşam tarzından uzaklaştım.’ Bu cesur kadın Balkan savaşında Bulgar cephesinde Kızılay Hemşiresi olarak görev yapmış, birçok Türk kadın ve çocukla birlikte Bulgarlara esir düşmüştü. Bu esarette yüzlerce muhtaç kişiye bir yardım meleği olmuştu. Ayrıca Bulgarlar bir Avusturya vatandaşı olması nedeniyle kendisine saygı duymuşlardı. Gelibolu Kara Muharebeleri başlayınca derhal gönüllü olarak başvurdu. Önce Tekirdağ’da bir hastanede görev yaptı. Kocası, Müşir von Sanders’in karargâhına atanınca da kocasına yakın olmak için Yalova’da bulunan hastaneye nakloldu.

Başhekim Ragıp Bey devam etti: ‘Hemşireler önceleri rüzgâra açık bir alanda çadırlarda kaldılar. Bu nedenle daha sonra da bir tepenin ardına yerleştirildiler. Ancak, bu yeni yerin de düşman ateşine doğrudan açık olduğunu gördüm. Ekselans von Sanders’den eşim ve diğer hemşireler için daha korunaklı bir mekân yapılması hususunu istirham ettim. Ne var ki, Ekselans von Sanders bu isteğimi uygun görmedi. Kendi ellerim ve imkânlarımla hemşirelerin kaldığı mekân üzerine kocaman bir Kızılhaç işareti yaptım. İngilizlerin bu Kızılhaç işaretine saygı duyacaklarını düşünmüştüm. Çünkü Kızılay işareti onlara bir mana ifade etmiyordu. İngilizlerin top ateşi başlamadan önce karım çadırından dışarı bir şey almak için çıkmış olmalı ki bir top mermisi onu buldu. Sağ bacağını kalçasından kopardı, anında öldü. Vücudunda başka yara bere görülmedi.’

Doktor bir an için gözyaşlarını sildi. ‘Karım zengin değildi. Hiç de güzel değildi. Fakat benim için bir melekti.’ Vatanından uzakta ölen bu Avusturyalı hakkında başka hiç kimseden hiçbir şey duymadım. Avusturya-Macaristan askerlerinin onun mezarına çiçek bırakmış olmaları, subayların ise son dualarını yapmış olmaları muhtemeldir.”


BÖLÜM 6

Bittner İngiliz Siperlerinde
İngilizlerin firarını haberlerinde detaylı bir biçimde okuyucuyla buluşturan Bittner, aktardığı üzere, nihayet von Sanders’in özel izniyle düşman hatlarını gezebilme olanağı bulmuş ve bunu da yazmıştır. Cephe izlenimlerini edebî bir üslupla aktaran muhabirin gezdiği cepheyi, tecrübeleri ve savaşın cereyan ettiği diğer cephelerle kıyasladığı görülmektedir. Haberinde o ana dek pek fazla dikkate almadığı ve küçümseyici ifadelerle tasvir ettiği İngilizler’den, bu sefer siper istihkâmlarından ötürü hayranlık ve saygıyla bahsetmiştir. Muhabir, bu haberinde İngiliz siperleriyle Türk siperlerini de karşılaştırmıştır. İngilizleri esasen pasaklı bir millet olarak gösteren Bittner, onların okuma meraklarına atıf yaparak samimi ifadeler kullanmaktan da çekinmemiştir. Yine görmüş olduğu çürümüş ve mumyalaşmış cesetlerle dolu dehşet verici manzaraları da olabildiğince canlı biçimde tasvir etmiştir:

“…Terk edilmiş İngiliz siperlerine gerilmesi pek tavsiye edilmiyordu. Bütün alan mayınlanmıştı ve bazı Türk askerleri mayın nedeniyle parçalanarak öldüler. İki gün sonra İngiliz yerleşkesine geldiğimde uzaktan bir Türk askerinin zararsız görülen bir çitin üzerine oturmaya kalkıştığını gördüm. Birden havaya uçtu, acı ile bağırarak yere cansız düştü. Müşir von Sanders Paşa İngilizlerin çekilmelerinden kısa bir süre sonra benim hâlâ Avusturya Macaristan topçularıyla beraber olduğumu tesadüfen öğrenmiş ve benim terk edilen İngiliz mevzilerine gitmeme -büyük bir nezaketle- derhal müsaade etmiştir. Aynı zamanda Arıburnu Grubu Kurmay Başkanı olan bir Alman Binbaşısını da bana refakat etmesi için görevlendirmiştir. Dokuz aydan beri İngilizlerin yaşadıkları siperler, hayret verici bir şekilde çoraktı. Ben Polonya’daki Tunajec nehri boyunca çok pratik ve güzel siperlerde Alman ve Avusturyalıların Ruslara karşı aylarca mevzilendiklerini görmüştüm.

Bu siperler, eğer İngiliz siperleri bir köy ise, modern bir şehir gibiydiler. Siperleri iyi anlamak için İngilizlerin bu bölgede kıyıyı yaklaşık yirmi kilometre boyunca işgal ettiklerini söylemek gerekir. Kumsal orada beş yüz altı yüz metreden fazla değildir. Sadece Anafarta Koyu’ndan Anafarta Köyü harabelerine kadar kumsal biraz genişler. Kumsalın hemen ötesinde dikey olarak iki yüz metre yüksekliğinde bir Kireç Tepesi yükselir. Bu sanki eski dünya evrelerinde tepeciklerin denizden karaya doğru yükselmiş olduğu görüntüsünü verir. Ve sanki dalgalar geçen yüz yıllar içinde tepelerden büyük parçalar koparmışlardır. Böylelikle denize karşı çorak, dik, amfi tiyatro şeklinde çıkıntılar, yarlar ortaya çıktı. Daha gerilerde sırtlar düzensiz olarak araziye yayılmışlardır.

İngiliz siper yerleşkelerinin taksimatı şu şekilde idi: Yaz aylarında kıyısında askerlerin yüzdüğü Kumsallardan denize doğru inen ahşap keçiyolları vardı ve her yol numara veya adla belirlenmişti. Bunlardan biri Alman Kayserine ithaf edilmiş ve “William’s Peer” diye adlandırılmıştı. Kumlukta büyük levazım depoları ve makineler yerleştirilmişti. Birkaç kilometre ötede İngiliz subay mezarlığı vardı. Düşmanın yerleştiği dik yamaçlar, uzaktan bakıldığında sanki karıncalar tarafından oyulmuş gibi veya bal peteği gibi görünüyordu. Bu yerler cephe gerisinde bulunan bazı subaylar ve askerler için dinlenme yeri konumundaydı. Yamaçlarda kilometrelerce uzanan bu yerleşkeler coğrafi duruma o kadar çok uymuşlardı ki hiçbir Türk bataryası- Avusturya Macaristan Havanları gelinceye kadar- bu küçük siper şehrinin mevcudiyetinden haberdar bile olmamıştı. Türkler, Tuz Gölü’nün kuzey kıyılarında kurulu bir çadırgâhı anlaşılan bir sahra hastanesi zannetmişler. Aslında bu çadırgâh İngiliz siperleri imiş.

Tepelerin sırtlarında da avcı siperleri ve savunma mevzileri vardı. Bu siper ve mevziler tam manası ile bizim, Almanların, Rusların ve İtalyanların ve Sırplarınkinden çok farklı idiler. Açıkçası yapılan bütün çabalar ve alınan teknik önlemler savaşan askerlerin moralini yüksek tutmak için yapılmıştı. Türk avcı siperleri de diğer orduların siperlerinden çok farklı değildi. Türk mevzilerinden kimsesiz bölge olan arazi dehşet verici görülüyordu. Düşmanın siperleri onlara beş on metre yakındı. İngiliz siperleri bir istilacı tarafın siperleri gibi değil de sanki kendilerini Türklerin hücumlarından korumak üzere her türlü çaba sarf edilerek inşa edilmiş görünümü veriyorlardı.

Türk siperleri önündeki basit ve zayıf tel örgü engellerinde bazı haki üniformaların, çamaşırların asılı oldukları görülüyordu. Bu üniformalar hayret verici bir şekilde sanki başlarında tropik başlık olan canlı askerler gibiymiş izlenimi veriyorlardı. Tarifi imkânsız bir görünüştü. Biraz dikkatli bakınca insan bunların boş üniformalar olmadıklarını, bilakis Türk dikenli telleri üstünde ölüp kalmış İngilizlere ait cesetler olduğunu, aylardan beri oldukları yerde yakıcı güneş altında kaldıklarından mumyalaştıklarını dehşet içinde görüyordu. Bu nedenle sadece kumaş ve bazı et parçaları, çizmeler, kollar kalmıştı. Oraya buraya pantolon parçaları dağılmıştı. Dikkatli bakınca onların kopmuş bacaklar olduğu fark ediliyordu. Bu alanda aylarca el bombalarıyla, mayınlarla savaşılmıştı.

İngilizler mevzileri önüne küçük fakat derin çukurlar açmışlar, bu çukurların dibine dikenli teller yerleştirmişlerdi. Ne var ki bu savunma yöntemi Türklerden ziyade kendilerine zararlı oldu. İngiltere’den Gelibolu’ya sevk edilen İngiliz askeri kendi yuvasına pisleyen kuş gibiydi. Avcı siperleri iğrenç pisti. Karınlarını istisnasız konserve ile doyuruyorlardı. Boş konserve kutuları öteye beriye atılmıştı. Onları bir yerde toplamak akıl edilememişti. Büyük bir yığın halindeki kullanılmış sargı bezleri ve pis giysiler aslında İngiliz ordusu için büyük bir tehlike olabilirdi. Buna karşılık bütün İngiliz askerleri gazete ve resimli dergi okumaya hayli meraklı idiler. Cephede Afrikalı askerler de var mıydı bilmiyorum amma Dünyanın dört belki de beş köşesindeki Memleketlerinden devamlı gazete ve dergi geliyordu. Bu gazete ve dergilerde Gelibolu’daki muharebelerle ilgili birçok güzel fotoğraf vardı. Gazete ve dergilerde ölen subayların resimleri de yer alıyordu. Çoğunun mezarı birkaç adım ötedeydi. Bu resimler arasında birçok güleç ve sempatik yüzler göze çarpıyordu. Bir Kanada gazetesinde antik bir Hazreti İsa resminin reproduksiyonunu gördüm. Resmin yanında Hindenburg’un fotoğrafı vardı. Yaşlı General feldmareşal bir Hıristiyan düşmanı olarak resmedilmişti.

Neues Wiener Journal Gazetesi, “Çanakkale kara Muharebelerinde İngilizlerin toplam personel kaybı: Yaklaşık 145 000 asker ölü, yaralı veya hasta.” başlığı altında Rotterdam’da çıkan Total Anzeiger Gazetesi’nin yazdığı haberi okurlarına duyurmuştur. Bu habere göre:

“İngiliz Savaş Bakanı 16 Aralık 1915 itibariyle toplam kayıp adedini açıkladı.1609 subay, 23670 er ölü, 2969 subay, 72222 er yaralı, 337 subay, 12114 er kayıp. Bakan ayrıca 25 Nisan 1915-11 Aralık 1915 günleri arasında 96682 askerin hastalanarak tedavi edildiklerini de ekledi.” Bkz. “Die englischen Gesamtverlusste im Dardanel-lenkampf”, Neues Wiener Journal, 25 Aralık 1915, s.1. izlenimi veriyorlardı. Ancak, savaş büyük ideal için insanın kendisini feda etmesidir.

İngiliz avcı siperlerinde yaklaşık üç metre gibi olağandışı bir derinlik vardı. Siperler boyunca uzanan bir sehpa sayesinde uzun boylu askerler siperin dışını rahatlıkla gözetleye biliyorlardı. Fakat bu büyük derinlik ve aşağıdan askerin görünmeden ateş etmesini sağlayan gözetleme aynalarının devamlı kullanılması birçok atışın ya yukarıya ya da uzağa gitmesine neden olmuştu. Aynı değerli tecrübeyi biz harbin başında Rus cephesinde yaşadık. Askerleri topçu ateşinden mümkün olduğu kadar korumak için siperler yukarı doğru daralan bir şekilde inşa edilmişti. Ön mevzilerin hemen arkasında, İngilizler, bütün mevzi boyunca, birbirleriyle bağlantı ikinci bir pozisyon alma siperi ve dolambaçlı birçok yan intikal siperi inşa etmişlerdi. Onların mevzileri şüphesiz birer istihkâm harikasıydı. Tabii ki bu durum Türkler için çok tehlikeli, savunmada olan İngilizler için büyük bir avantajdı. İngiliz askerlerinin moral gücünü yükseltirken büyük bir Türk taarruzunda onları koruyordu. Bu siperler savaşın kazanılmasını amaç edinmekten ziyade askerlerin moral gücünü yükseltmek ve can kaybını önlemek için inşa edilmişler.


Aşağıda erişim linki verilen yazıdan çıkartılan özettir. Okuma kolaylığı için yazı bölümlere ayrılmıştır.

Naci Kaptan * 06.11.2025


https://www.academia.edu/35018922/_Avusturyalı_Savaş_Muhabiri_Georg_Bittnerin_Çanakkale_Cephesi_İzlenimleri_Çanakkale_Araştırmaları_Türk_Yıllığı_Y_15_S_23_Güz_2017_s_133_163?email_work_card=view-paper

This entry was posted in SAVAŞLAR-ÇATIŞMALAR, Tarih. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *