YAKIN SİYASİ TARİHİN KİLOMETRE TAŞLARI * Karşı devrimin durakları: İki 12 Eylül * Toplumun İslamileştirilmesi projesiydi bu, ordu eliyle planlanmış ve hayata geçirilmişti. Din, devrimden sonra ilk defa anayasaya düzenleyici bir kavram olarak ilave edildi. Bu planın ayaklarından birinde “Talim ve Terbiye Kurulu” duruyordu. Askerler bu kurulu bir karargâh olarak kullanarak milli eğitimi dinselleştirmeye girişti. Din dersi zorunlu hale getirilerek okullara imamların girişi için bir yol açıldı.

Karşı devrimin durakları: İki 12 Eylül

Sol Gazetesi/12.09.2025 – Orhan Gökdemir


 İki 12 Eylül Türkiye’nin uzun gericilik döneminin iki miladı, iki kırılma tarihidir. Sermaye destekli cuntanın başlattığı karşı devrim, sermaye destekli AKP-MHP iktidarıyla sürüyor.

1980’e tarihlenen ilk 12 Eylül’ü açılış sayabiliriz. Düzen krizdeydi ve bir çıkış yolu arıyorlardı. Ticarette liberalizasyon ve bunun için de toplumdaki her türlü örgütlülüğün tasfiyesi gerekiyordu.

24 Ocak kararları ile 12 Eylül darbesi arasındaki bağlantı budur. Kararları 24 Ocak’ta aldılar, beklediler, 12 Eylül geldi engelleri kaldırdı ve Türkiye böylece yeni bir yola girmiş oldu.

Bugünkü karartmanın başlangıcı bu ilk tarihte saklıdır. Engel kaldırma dediğimiz girişimin iki ayağı var. Birincisi hukuki altyapıyı yeni duruma uyarlamaktır. Bunu, yürütmenin yasama aleyhine güçlendirilmesi biçiminde özetleyebiliriz.  Böylece devlet hızlandırılmış, sermayenin isteklerine daha çabuk cevap verebilir bir hale getirilmiştir. 12 Eylül Anayasası’nın yeniliklerinden biri budur.

İkincisi ise büyük ölçüde sol muhalefeti silmek biçiminde tezahür etmiştir. Milyonu aşkın insanın gözaltına alınması, ağır işkencelerden geçirilmesi, gözaltında öldürülmesi bu kalemdendir. Ama 60 ve 70’li yıllarda genişlemiş ve bir sokak gücü haline gelmiş solu ve etkisini bu şekilde silmek mümkün değildi.

Cuntanın zaferini kalıcı kılacak başka bir şeye ihtiyaç vardı. Genelkurmay ve bağlı gizli örgütü Toplumla İlişkiler Başkanlığı (TİB) eliyle girişilen “psikolojik harekat”ın amacı da buydu.

Toplumun İslamileştirilmesi projesiydi bu, ordu eliyle planlanmış ve hayata geçirilmişti. Din, devrimden sonra ilk defa anayasaya düzenleyici bir kavram olarak ilave edildi. Bu planın ayaklarından birinde “Talim ve Terbiye Kurulu” duruyordu. Askerler bu kurulu bir karargâh olarak kullanarak milli eğitimi dinselleştirmeye girişti. Din dersi zorunlu hale getirilerek okullara imamların girişi için bir yol açıldı.

Demek ki 1980’li yılların ilk yarısı Türkiye’de radikal bir rejim değişikliğine sahne olmuştur. 12 Eylül rejimi, cumhuriyetin temel doğrultusu olan “milliyetçi batıcılık” politikasına son vermiş, onun yerine “Türk İslam Sentezi”ne dayalı “dinci milliyetçilik” politikasına geçiş yapmıştır.  Yeni politika “dinci” bir ton taşımakla birlikte vurgusu “milliyetçilik”edir.

Dinci milliyetçilik, 24 Ocak kararlarıyla ülkedeki komprador kapitalist düzenin alacağı yeni şekle uygun bir ideolojik dönüşümdür. Bu dönüşümün pratikteki tezahürü solu kamu yaşamının dışına itmek ve doğan boşluğu tarikatlarla doldurmaktır.

Fethullah Gülen cemaatine devletin kapılarının sonuna kadar açılması işte bu ideolojik dönüşümün gerekleri nedeniyle mümkün olabilmiştir. Yeni rejimin kurucuları Nurcuları solun panzehri olarak kurguladılar. Öyle ki 1980’li yılların sonunda başta “terörle mücadele” olmak üzere emniyet teşkilatının tamamında Fethullahçılar egemen bir güç haline gelmişti.

Cunta ve bozucuları

12 Eylül bozmak ve yıkmak için gelmişti. El attıkları her şeyi bozdular ve yıkılması için hazırlık yaptılar. 1961 Anayasasını bozdular, parlamentoyu bozdular, partileri bozdular, ceza yasasını bozdular, basını bozdular, laikliği bozdular ve nihayetinde Cumhuriyeti yıktılar.

Ancak bir anda, bir Eylül gününde askerler aracılığıyla olmadı yıkım. Onların açtığı yoldan başka bozucuların ve yıkıcıların girmesi gerekiyordu. Özal büyük bozucu olarak geldi, arkasından başka bozucular getirdi.

Önce hukuku ve basını bozdular. DGM’ler hukuk bozmanın en etkili yoluydu. Bunlar devletin güvenliği korumak için kurulmuş özel yetkili mahkemelerdi. Özel yetki, hukukun üstüne çıkma olanağı veriyordu onlara.

Basının bozulması ize özel TV’ler ile geldi. Bu özelleştirme işinin içinde Turgut Özal’ın oğullarının olması rastlantı değildi. Özal bir bozma makinesiydi.

Bozulmanın sonuçlarını Yalçın Küçük’ün “Devlet ve Hürriyet”inden aktarıyorum:

Birkaç başlık altında toplayabiliriz. Birincisi, bir tür yeni feodalite ile karşı karşıyayız.  Yetenekli olanlara bütün kapılar kapanmıştır ve artık sadece feodalin adamları söz konusudur.

İkincisi, bu yeni feodalite yeni bir Orta çağ ile mümkün olabilmiştir.

Üçüncüsü, bütün bunların getirisi olarak ulus devlet kurumakta ve bıraktığı boşlukta mafyalar türemektedir. Devleti kaybettik ve ilk kapitalist şirketlerden türeyen modern devlet yeniden birer şirkete dönüştü.

Devlet artık büyük ve ceberut bir şirketten ibarettir. Tek kuralı egemenin çıkarıdır.  Hiçbir hürriyete ve hiçbir fikre tahammülü yoktur.

Üniversiteler, özellikle devlet üniversiteleri bir kışladan daha az hürdür. Özel üniversiteler bütünüyle birer şirkettir. Hocanın deyişiyle Darülfünun’dan daha despotik ve geridir.

Bu büyük saldırıya karşı sığınıp korunabileceğimiz bütün kaleler ise yıkılmış ve ele geçirilmiştir. Sadece toprak kalelere dokunmamışlardır çünkü çürüktürler ve kimseye saklayacak halleri yoktur.

Hürriyetsiz ve kıraç bir tekeliyet halidir. Öyleyse özetle kapitalizmden ve teorisinden uzaklaşıyoruz. Yeni feodalite ile birlikte yıkılmışlardır ve karşımızda sadece Guantanamo Cehennemi kalmıştır…

“Devlet ve Hürriyet”ten aktardım. Tekrardır ama bugünlerde tekrarda büyük fayda vardır.

Aydın temizliği ve Sivas Katliamı

Ancak hesapta olmayan iki gelişme oldu. Bunlardan biri 1984’te PKK’nın saldırıya geçmesiydi.  İkincisi de hemen aynı tarihlerde solun yeniden toparlanma emareleri göstermesiydi.

12 Eylül’ün ikinci ayağı olan 1993 darbesinin yolu da böyle döşendi. Bu iki gelişmeye düzenin cevabı dinselleştirmeyi daha da körüklemek ve “terörle mücadele”yi bütünüyle yasa dışına çıkarmak oldu.

Dinci gerici Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’nin atak yaparak düzenin kendine biçtiği rolün ötesine geçmesi ve faili meçhullerdeki büyük artışın bu dönemi denk gelmesi rastlantı değildir.

1990’lı yıllarda 12 Eylül’ün “engel kaldırma” işi yeniden hatırlanmıştı. Ancak 12 Eylül’den farklı olarak devletin elinde bu işleri ihale edeceği paramiliter örgütler vardı.

PKK ile mücadele kaygısı, bu mücadeleyi finanse etmek için girişilen narkotik operasyonlar devleti çeteleştirmişti. MİT’le Emniyet, hatta İstanbul polisi ile Ankara polisi birbiriyle çatışıyordu. Asli görevleri bu çatışmanın garnitürüne dönüşmüştü.

Çeteleşme ve dinselleşmeye aydın cinayetleri eşlik etti, düzen alanı düzlüyordu.  Perde Muammer Aksoy’un öldürülmesi ile açıldı. 1990 ile 1993 yılları arasında işlenen bu tür siyasi cinayetler, 1993’te yapılan ilan edilmemiş darbeye bir hazırlık gibiydi. Bunlar arasında özellikle Uğur Mumcu cinayeti çok sembolikti.

Devlet hedef olduğu çok açık olan popüler bir aydın-gazeteciyi koruyamamış veya korumamıştı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ile İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, “faillerin bulunmasının onur sorunu, cinayeti aydınlatmanın namus borcu” olduğunu söylemişti.

Ancak sonradan Mehmet Ağar’ın Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya itiraf ettiği gibi “o taş çekilirse hepimiz altında kalırız” kaygısı onur-namustan baskın geldi! Soruşturmayı ilk aşamada savcı olarak yürüten Ülkü Coşkun, “Bu olayı devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse iş çözülür” yolundaki sözleri nedeniyle soruşturmaya uğradı.

Kurban seçilen Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu, başka şeyler yanında toplumun dinselleştirmesi programına karşı sert muhalefetleri ile tanınıyordu.

Batıda Fethullah doğuda Hizbullah

Batıda aydınları hedef alan faili meçhul cinayetlerin Kürt illerindeki hedefi daha geniş bir muhalif kesimdi. Bazı illerde akşam karardıktan sonra sokağa çıkmak mümkün olmuyordu.

İHD’nin yıllık raporlarına göre, 1991 yılının ortalarından itibaren hızla artmaya başlayan Olağanüstü Hal Bölgesi’ndeki faili meçhul cinayetler, 1992 yılı içinde de yoğun bir şekilde devam etti.

Cinayetler zaman zaman bölge sınırlarını aşarak Adana ve Antalya gibi yerleşim merkezlerine de sıçradı. Bölgedeki bazı kaynaklar bu cinayetleri “Hizbullah” adlı dini esaslara dayalı devlet kurma amacında olan bir örgüte mal ettiler.

Ancak bu tür saldırılar bölgede genel olarak “kontr-gerilla eylemleri” olarak değerlendiriliyordu. Halk tetikçilere “Hizbul-Kontra” adını takmıştı. Hizbullah’ın bu tür eylemleri devletin desteğini alarak yaptığına inanılıyordu.

Hizbullah veya Hizbul-Kontra, dinselleşen devlet aygıtının Kürt illerinde aldığı yeni biçimdi. Batıda Fethullahcılar, Doğuda Hizbullah ile iş gören yeni bir tür devlet ortaya çıkmıştı. Bu dönüşümün ne anlama geldiği de 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta görüldü.

Sivas Katliamı 12 Eylül cuntasının kapısını araladığı toplumu dinselleştirme politikasının ilk büyük kitlesel semeresiydi. Solcu aydınları ve Alevi ozanları bir otelde kıstırıp yaktılar. Laik cumhuriyet o gün o otelde can verenlerle birlikte yanıp kül olmuştu.


Yol açma: 1993 Darbesi

1993’ü bir darbe olarak algılamamız için başka işaretler de var. Cumhurbaşkanı Turgut Özal 17 Nisan 1993’te öldü. Özal’a ANAP’ın başındayken bir de Kartal Demirağ tarafından suikast düzenlenmişti. Suikast olayıyla ilgili soruşturmayı Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar yürüttü.

Bir sonuç alınamadı.

Korkut Özal kardeşinin ölümünün ardından suikastın sırrının Ağar tarafından bilindiğini ileri sürdü. Aile bu “doğal” ölümü hiçbir zaman doğal kabul etmedi. 1993’te oluşan sisli hava içinde artık her ölüm kuşkuluydu. Özal ölüp siyaset sahnesinden çekildi ve yerine Süleyman Demirel geldi.

Tansu Çiller DYP kongresini kazanıp başbakanlık koltuğuna oturdu. MGK’ya Ünal Erkan, Mehmet Ağar gibi yeni yüzler dâhil oldu, Mehmet Eymür, yeniden MİT’in operasyonel birimi Kontr-terör Dairesi’nin başına getirildi.

Yeni Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, şaşırtıcı bir üslupla Çiller’in emrinde olduğunu beyan ediyordu. Devlet yeniden “Şahinlerin” denetimine geçmişti. 1993 kararlarının altında imzası bulunan Erdal İnönü dışında kadro tamamdı.

Bu dönemin hemen öncesinde ordu içinde kuşkulu tasfiyeler yaşandı: Lice’de Bahtiyar Aydın öldürüldü, Eşref Bitlis’in uçağı bilinmeyen bir nedenle düştü ve JİTEM’in kurucusu ve yöneticisi Ahmet Cem Ersever arkadaşları ile birlikte öldürüldü. Arkasından Uğur Mumcu cinayeti geldi.

1993 darbesinin doğal uzantısı sayılması gereken Susurluk kazasından sonra Susurluk Komisyonu’na ifade veren Eyüp Âşık devletin yeni halini şöyle ifade ediyordu: “Muhtemelen, Uğur Mumcu cinayetleri gibi bazı cinayetlerin de bunlar tarafından, devletin emriyle değil ama bu adamların bilgisi dâhilinde yapılmış olabileceği bağlantıları da olabilir. Ama bilhassa 93’ten sonra bu iş sulanmış…

Mesela ben, Çatlı’nın Mehmet Ağar veya İbrahim Şahin veya devletle bağlantılı milli işler yaparken, zaman içinde onlara kafa tuttuğunu, onlara karşı örgütlendiğini… Çatışmanın ondan çıktığını zannediyorum…

Devlete dayanmayan, devlette bir görevliden destek almayan çetenin, mafyanın bir gün ayakta durması mümkün değil…” Türkiye, 12 Eylül’ün açtığı kapıdan ilerleyip karanlık bir dönemin içine doğru hızla yuvarlanıyordu.


28 Şubat son hamle

1996’da devletin içindeki bir klik dinselleştirmede ölçünün kaçırıldığını ve İslami hareketin kontrolden çıkmakta olduğunu fark etti. Dinselleştirme durdurulmalı, çeteleşme ve uyuşturucu ticaretine bir son verilmeliydi. Devletin ve çetelerin içine doluştuğu lüks otomobilin bir kamyona çarpıp parçalanması o günlere denk geldi.

Topluma çetenin karanlık yüzü gösterilmiş, harekete geçmesi sinyali verilmişti. Ama iş işten çoktan geçmiş, Necmettin Erbakan başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Bu, toplumdan önce devletin İslamileştirilmesinin tamamlandığı anlamına geliyordu. Telaşla çubuğu tersine bükmeye karar verdiler.

28 Şubat kararları devletteki son “ilerici hamle” denemesiydi. Ama artık bu hamlenin devlette bir karşılığı yoktu. 2001 ekonomik krizi, düzenin bütün aktörleri ile nasıl büyük bir çöküş içinde olduğunu ortaya çıkardı.

Ecevit’in DSP’si, Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı, Devlet Bahçeli’nin MHP’si çöküşü durdurmak içir çırpınıp duruyordu. Devletin kucağında büyüttüğü gericilik meclisin kapısına dayanmıştı. RP vekili Merve Kavakçı’nın türbanıyla girmek için zorladığı ancak açamadığı o kapı, 2003’te AKP’ye sonuna kadar açılacaktı. Türkiye 12 Eylül ürünü dinci milliyetçilikten, AKP icadı milliyetçi dinciliğe geçmeye hazırlanıyordu.

Peki neden cumhuriyetin kurucu kurumu laik cumhuriyetten vazgeçip ılımlı İslam cumhuriyetinde karar kıldı?

Ancak böyle yönetebileceklerini gördüler de ondan. Yönetenler, Cumhuriyetin yarattığı yeni insan tipinin yönetmeye elverişli olmadığını gördü, sermayedarlar bu yeni insanın sömürülmeye yatkın olmadığını anladı.

Korktular ve geri çekildiler. Özeti budur.

1950’li yıllarda vazgeçmeye başladılar; İmam Hatip liselerini açarak Kemalist laiklik ilkesinden çark ettiler. 1960’dan sonra başlayan toplumsal-siyasal hareketlilikler, bu ricatı hızlandırdı. Yönetenler, yönetmenin giderek zorlaştığı bir iklimde olduklarını biliyorlardı.

Darbeler bu gelişmeye bir cevaptı, ılımlı İslam ise uzun dönem planlamanın adıydı. 12 Mart ve 12 Eylül “milliyetçi batıcılık”ın tek meşru ürünü olan sola kapıları kapamak üzere planlandı ve yürürlüğe konuldu. Ilımlı İslam ise, toplumu İslamileştirmek üzere geliştirilmiş bir karşı devrim projesiydi sadece.

Devlet, özellikle 12 Eylül darbesi ile birlikte “milliyetçi batıcılık”tan vazgeçip, “dinci milliyetçilik”te karar kılınca “İslâm’ı yaymayı” da bizzat üstlenmişti. “Türk-İslâm Sentezi” olarak adlandırılan bu politika darbeden 10 yıl sonra ürünlerini vermeye başladı.

Bu politikanın açtığı yolda vurguyu “Türkçü”lüğe yapan MHP ile vurguyu “İslamcı”lığa yapan RP hızla büyüyordu. 12 Mart ve 12 Eylül’de filizlendikleri artık açıktır.


İşbirlikçiler sahne alıyor

Dinselleşme, dünya pazarıyla bütünleşme, Cuntanın solu ve işçi sınıfını ezip geçmesi, tabii Sovyetler Birliği’nin çözülüşü bazı kapıları kapatmış ancak yeni kapılar açmıştı.

Sınıftan kaçış, mücadelenin genel bir demokrasi mücadelesi olarak tanımlanması, bu mücadelede Avrupa’nın arkalanması, Batı fonlarıyla beslenen sivil toplumculuk 12 Eylül sonrası ortaya çıkan liberalizminin alameti farikalarıydı.

Sol olmayan bir sol türemiştiBuna tuhaf bir biçimde “liberal sol” adı verilmişti.  Yan yana gelmeyecek iki şey bir siyasal hattın kimliği olmuştu.

Soldaki “Birikim -Murat Belge” etkisi, böylece, bir etki olmaktan çıkıyor, ete kemiğe bürünüyordu. Sol’un “içinde” peydahlanan bu yeni liberalizm, yaşanan bütün olumsuzlukların baş sorumlusu olarak cumhuriyetin kuruluş paradigmasını işaret ediyordu.

Cumhuriyet başından beri Müslümanları, solcuları ve Kürtleri dışlamış, ezmişti.  Özgürlük ve demokrasi” mücadelesi bu çevrelerin hassasiyetleri esas alınarak yürütülmeliydi.

Böylece tarihin sınıf temelli okumasının karşısına özgürlük temelli bir yeni okuma dikiliyordu. Sol liberalizmi Özal sempatizanlığından Tayyip Erdoğan hayranlığına iten dinamikler işte bunlardı. Sonuçta hepsi birden “demokrasi mücadelesi”nin farklı parçalarıydı.

12 Eylül karanlığından, Kemalist vesayetten, ceberut devletten kurtulmanın yolunu arıyorlardı hep birlikte. Kemalizm’in ezdiği İslamcılar iktidara yaklaştıkça daha bir umutlanıyorlardı.

Sonunda islamcı iktidarı kurulunca liberal sol Birikim Dergisi “Muhafazakâr Demokrat İnkılâp” kapağıyla selamladı bu dönüşümü. Başlığın devamına “1946-83 ve Sonunda 3 Kasım” diye tarih düşülmüştü. 1946’da başlayan liberal mücadele İslamcılar eliyle zafere ulaşmıştı, dedikleri buydu. Kapak yazısını yazarı Ömer Laçiner, büyük bir coşkuyla dolduruyordu altını.

Kaldı ki solda da “özgürlükçü” partiler vardı artık. Bu sınıftan kaçmış özgürlükçülük HDP’den başlayarak AKP’de ve CHP’de karşılıklar buluyordu. Ufuk Uras türü solculuk için artık sahne hazırdı.


Nurcular sivil toplum örgütü

Aslında sadece AKP’ye destek vermediler, Fethullahçıların da önemli bir destekçisi ve meşruiyet sağlama aracı oldular. Abant Toplantılarını hatırlayın. Çoğunun yolu Zaman gazetesi sıralarından geçti. Birçoğu cemaat TV’lerinin değişmez yüzüydü. Bu yüzden hapis yatanlar var aralarında.

Kemal Burkay, Süleyman Soylu, Nazlı Ilıcak, İbrahim Kalın, Ufuk Uras, Etyen Mahçupyan, Hayrettin Karaman, Murat Belge, Ömer Laçiner, Altan Tan, Binnaz Toprak, Reha Çamuroğlu, Ali Babacan, Yusuf Kaplan, TÜSİAD ile MÜSİAD temsilcileri bu toplantılarda yan yana oturmuşlar, 1945’te oluşan ittifakın bileşenleri olarak boy göstermişlerdi. Cemaat artık liberalizmin çatı örgütüydü.

AKP rejimi burjuvazinin 1940’lı yıllarda başlayan politik evriminin güncel bir çıktısıdır. 24 Ocak kararları ve Özalcı uygulamaların mantıki sonucudur AKP.  İslam soslu liberalizmin, Milliyetçi Dinci yeni rejimin pratik karşılığıdır.

Turgut Özal’dan Tayyip Erdoğan’a geçerken Türk İslam Sentezi dönüşmüş İslam Türk Sentezi olmuştur.  Yani AKP de liberaller de 12 Eylül ile oluşan ekonomik-siyasal iklimin birer türevidir.

12 Eylül ruhundan kurtuluşun değil o ruhun ete kemiğe bürünüşünün sorumlularıdır. Haliyle liberallerin AKP’ye ve tabii 12 Eylül’e yönelttiği bütün eleştiriler dönemseldir, sahtedir.

AKP’nin temelinde liberal bir harç vardır. Sol liberalizmin laik cumhuriyete yaklaşımı ile AKP’nin yaklaşımı benzerdir. AKP’nin eleştirisi liberal eleştirinin içinden çıkar, onun öz evladıdır.

Püsküllü Kadir kemale ermemiş Murat Belgedir. Ama öte yandan Murat Belge eleştirisinin varacağı yer de Püsküllü Kadir tarihçiliğidir.


Karşıdevrimde son durak: İkinci 12 Eylül

Liberal İslamcı işbirliğinin doruğu 2010 12 Eylül’ünde devleti bütünüyle AKP’ye devreden referandumdur. Referandumun 12 Eylül’e denk getirilmesi bu işbirliğinin bir sembolüydü.

Liberaller 12 Eylül defterinin sonunda kapanacağına inanıyordu. AKP 12 Eylül tarihini seçerek liberallerin bu inancını desteklediğini göstermişti. Yetmez ama Evet” kepazeliği işte böyle ortaya çıktı. Gerçekte yargı o referandumla AKP’ye bağlanıyordu. Bunun anlamı eski rejimin bütünüyle tasfiyesiydi.

Abdurrahman Dilipak, Ali Nesin, Aydın Engin, Aydın Menderes, Ayşe Hür, Baskın Oran, Cemil İpekçi, Cengiz Çandar, Emre Belözoğlu, Eser Keskin, Fethullah Gülen, Hasan Cemal, Hilal Kaplan, Hüseyin Gülerce, Oral Çalışlar, Oya Baydar, Mustafa Destici, Yasin Topçu, Nabi Yağcı, Sırrı Sakık, Yasemin Çongar yeniden ayrı potada erimeye razı olmuştu.

Taraf gazetesinden, Cemaatten, barış masasından, akil adamlardan, HDP’den, AKP’den beslenen son liberal atılımdı bu. İslamcı, sağcı, solcu, liberal, kimlikçi bir hattı bu.  Cemaatte vücut bulmuyorsa AKP çatı rolünü üstlenmeye hazırdı.

2002’de kurulan bu iğreti ortaklığı 2013 Haziran Ayaklanması dağıttı. Gerici-liberal iktidar bloğu, laik cumhuriyetçi halkın ayağa kalkmasıyla bölündü, parçalandı, dağıldı.

Sol liberallerin bocalama devriydi bu. O karışıklıkta Fethullah’ın yanında saf tuttular.  AKP de Ergenekon-Balyoz davalarıyla tasfiye etmek istediği ulusalcıları saldı, liberallerin boşalttığı mevzileri onlarla takviye etti.

Şimdi bu güçler dağılımıyla bir ölüm kalım savaşı veriyor. İki 12 Eylül Türkiye’nin uzun gericilik döneminin iki miladı, iki kırılma tarihidir. Sermaye destekli cuntanın başlattığı karşı devrim sermaye destekli AKP-MHP iktidarıyla sürüyor.

Bu tarihin ortaya çıkardığı bir sadeleşme var; 12 Eylül 1980 de de 12 Eylül 2010 da mücadele gerçekte sermaye düzenine karşı bir mücadeledir!


https://haber.sol.org.tr/haber/karsi-devrimin-duraklari-iki-12-eylul-401193

This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, DİN-İNANÇ, İrtica, ŞERİAT - İRTİCA - KARANLIĞIN AYAK SESLERİ, SİYASAL İSLAM, SİYASİ PARTİLER, SİYASİ TARİH. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *