Kaynak: The World Bank
Bu Kuşatmayı Yarmalıyız
Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 02 Mart 2020 (Güncelleme-02 Eylül 2020)
Sünni temelli Nakşibendî tarikatının iki kolu birbiriyle anlaşamazken, kabileler halinde yaşayan Arapları birleştirip onların liderliğine oynamak boş bir hayaldir. Türkiye’nin boş hayaller peşinde koşacak lüksü yoktur. Bu kafaları değiştirip laik Türkiye’ye dönmek zorundayız.
Zor bir yazı olacak. Bilgisayarın başına geçmekte tereddüt ettim. Sonra düşündüm. Kurmay subay susmaz. Biz görevimizi yapalım. Yetkilileri uyaralım. Dinlemezlerse sorumluluk onların olsun.
Soğuk Savaş’ın Yarattığı Kuşatma Etkisi
Orta Çağ’da kuşatma savaşları vardı. Şehri koruyan kalın kale duvarlarını yıkacak silah olmadığından fethin yolu şehri kuşatmadan geçiyordu. Yapılması gereken şey, kaleyi kuşatan orduyu, içeridekiler pes edene kadar besleyebilmek ve sabırla beklemekti. 3-5 ay sonra kale içerisindeki yiyecek ve su tükendiğinde, şehrin teslim olması kaçınılmazdı.
Türkiye, 2’nci Dünya Savaşı’ndan, 1990’ların başına kadar devam eden bir kuşatma altında yaşadı. Soğuk Savaş’ın başlaması, kutuplaşmayla birlikte bizi Batı kutbuna, NATO’ya mahkûm etmişti. Kuzeyimizde Sovyetler Birliği vardı. Karadeniz’deki diğer iki komşumuz, Romanya ve Bulgaristan da Doğu Blokunun üyeleri olarak kuzeybatıdaki kuşatmayı tamamlıyordu. Güneydeki iki komşumuz, Irak ve Suriye de Sovyetler Birliği’ne yakınlıkları nedeniyle hasmımızdı. Doğuda İran, Batı’da Yunanistan ile düşmandık. Türkiye’nin her tarafı kuşatılmıştı. Bir ülke ticaretinin en az yarısını komşularıyla yapar. Biz yapamıyorduk. Bu kuşatılmışlığın da etkisiyle 1990’lı yıllara kadar hep ekonomik krizlerle boğuştuk.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Türkiye’nin etrafını saran sanal düşman kuşağı birdenbire ortadan kalkmıştı. Sınır kapılarımız komşularımıza açılınca, ticaretimiz patladı. Kuşatmayı yaran Türkiye, büyük bir gelişme ivmesi yakaladı. 3 tarafı denizlerle çevrili Anadolu coğrafyasında kurulan bütün devletler büyümüş, imparatorluk olmuştu. Genç ve dinamik bir nüfusa sahip Atatürk’ün kurduğu laik Türkiye’yi de böyle bir gelecek bekliyordu. Dünyayı yöneten güçler açısından bakarsanız, buna müsaade edilemezdi.
Soğuk Savaş Haritası Kaynak Pinterest
1990’lı yıllarda ülke, kimlik siyasetine zorlandı. Önce etnik temelde Kürt meselesi kaşındı. Bu yeterli olmayınca arkasından mezhep temelinde yeni bir fay hattı yaratmak maksadıyla Siyasal İslam iktidara getirildi. Bu kimlik siyaseti bizi halen de devam eden iç mücadelelere mahkûm etti. Ama ülke o kadar güçlüydü ki bir türlü yıkılmadı. Darbe ve iç savaş denemeleri bile başarısız olmuştu. Emperyal güçlerin başka bir yöntem denemesi gerekiyordu. Anladığımız kadarıyla şu an Orta Çağ’ın kuşatma taktiğinin günümüz sürümünü deniyorlar.
Batı mı Avrasya mı?
Daha önce yazmıştık tekrar hatırlatalım. 2011 yılında esmeye başlayan “Arap Baharı” rüzgârlarıyla birlikte Tunus, Libya, Mısır ve Suriye karıştı. Bir süre sonra bu rüzgârı estirmekte kullanılan Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin)’in liderleri soluğu İstanbul’da aldı. Gizli bir güç, bu saatli bombayı kucağımıza bırakmıştı. Çok geçmeden AKP Hükümeti, Müslüman Kardeşler’in hamiliğine soyundu. Biz PKK’yı nasıl görüyorsak Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Ürdün gibi birçok Arap ülkesi de Müslüman Kardeşler’i öyle görüyordu. Bu örgüt, bahse konu ülkelerin rejimlerine karşı büyük bir tehdit oluşturmaktaydı. Biz bu örgütü himayemize alınca söz konusu ülkelerle ilişkilerimiz bozuldu, neredeyse düşmanlık noktasına sürüklendik[1].
AKP Hükümeti, Haziran 2016’da CIA’nın tezgâhladığı, iç savaş çıkartmayı amaçlayan FETÖ darbe girişiminden sonra Batı’yı, Avrasya ile dengeleme stratejisine soyundu. Rusya, İran ve Çin ile iyi ilişkiler geliştirme çabasına girişti. Ancak bu çaba uzun süreli olmadı. Yanlış ekonomi politikaları neticesinde ülke, yine paraya sıkışmıştı. Üretimden uzaklaşan Türk ekonomisi, yeni bir döviz krizi ile karşı karşıyaydı. İşin kötüsü, ülkeden sermaye kaçışı da başlamıştı. Borç artarken yatırımlar düşüyor, bunun bir sonucu olarak işsizlik artıyordu. Tüketimin daralması aynı zamanda bütçe açığı demekti. Enflasyon ve bütçe açığı, zam olarak halkın sırtına binmişti. Yerel seçimlerde 10 büyük şehirden 6’sının kaybedilme sebeplerinden birisi de buydu. AKP Hükümetinin acil para bulması gerekiyordu. Dünyanın belki de tek para kaynağı ise Batılı küresel sermayeydi.
Kaynak: Yurt Gazetesi
Ama Batı ile aramız pek iyi değildi. ABD ve NATO’nun bütün itirazlarına rağmen Rusya’dan S-400 hava savunma füzelerini almıştık. Washington’un, PKK/YPG’yi silahlandırmasına sert tepki göstermiş, bütün tehditlerine rağmen resti çekip Barış Pınarı operasyonu ile Fırat’ın doğusuna girmiştik. Bu yaptıklarımız doğruydu. Batı’nın baskılarını Avrasyacılık ile dengeliyorduk. Fakat denge politikası para etmiyordu. Parasız bir şey de yapmak pek mümkün değildi. İktidarda kalmanın en önemli şartı, ekonomiyi rahatlatacak miktarda para bulmaktı. Batıya yanaşmaktan başka çare yok gibiydi.
Bu noktada AKP Hükümeti’nin karşısında iki önemli sorun duruyordu: 1) AKP Hükümeti, ABD’nin darbe tezgâhladığını, FETÖ’nün elebaşını hâlâ ülkesinde beslediğini, Türkiye’yi bölmek isteyen PKK/YPG’yi silahlandırdığını söyleyerek seçmenlerini partiye bağlı tutmuş, MHP’yi yanına çekmişti. ABD’nin Türkiye’ye yönelik izlediği politikalarda hiç değişiklik olmamışken şimdi birdenbire U dönüşü nasıl yapılabilirdi? Partiye oy veren büyük kitlelere bunu anlatmak pek kolay değildi. 2) Ankara, Batı’ya kafa tutmuştu. Batı ile Doğu arasında bir denge politikası izlemek yerine Batı’yı Rusya ve Çin ile müttefik olmakla tehdit eden bir politika izlemişti. Şimdi kapılarını çalarak Batı’dan nasıl borç isteyecekti?
AKP Hükümeti, bu çelişkileri yaşarken, gölge CIA Stratfor’un kurucusu George Friedman imdada yetişti. Friedman, MUSİAD’ın düzenlediği Vizyoner 2019 toplantısında mealen; “siz çok büyüksünüz, kabuğunuzu kırmak için sınırlarınızın ötesine geçmeniz lazım, Amerika Suriye’yi terk edince Türkiye bölgede önemli bir güç haline geldi, yavaş yavaş Suriye’ye doğru hareket etmelisiniz, biz size yardım ederiz” dedi[2].






