TARİHİN İÇİNDEN GERÇEKLER * ŞEYH SAİD İSYANI VE DERSİMden TUNÇ ELİ’ye

TÜRK ASKERİ BİNGÖLÜ ÇEVRELEMİŞ Cumhuriyet, March 30, 1925.

Şeyh Said İsyanı (Dönemin adıyla: Genç Hâdisesi, Şubat – Nisan 1925)

Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde merkezi yönetime karşı girişilen geniş çaplı Kürt ve Zaza aşiretlerin destek verdiği Hilâfet taraftarı ayaklanma.
Genç vilayetinin kazası Darahini’yi basarak (16 Şubat) valiyi ve öteki görevlileri esir alan Şeyh Said, halkı İslam dini adına ayaklanmaya çağıran bir bildiriyle hareketi tek bir merkez altında toplamaya çalıştı. Bu bildiride ‘din uğruna savaşanların lideri’ anlamına gelen mührünü kullandı ve herkesi din uğruna savaşa çağırdı. Başlangıçta isyan İslam şeriatının tesisi adına başlatılmış ise de sonradan Kürt istiklâl hareketine çevrilmiştir.
Mistan, Botan ve Mıhellemiler aşiretlerinin desteğini aldıktan sonra Genç ve Çapakçur (bugün Bingöl) üzerinden Diyarbakır’a yöneldi. Maden, Siverek ve Ergani’yi ele geçirdi. Şeyh Abdullah’ın yönettiği başka bir ayaklanma kolu da Varto üzerinden Muş’a doğru harekete geçti. Varto’yu ele geçiren isyancılar, Muş’a ilerledilerse de halktan toplanan yardımcı kuvvetlerle Murat Köprüsü civarında mağlup edilip Varto’ya geri çekilmeleri sağlandı. 21 Şubat’ta gelişmeler üzerine hükûmet doğu vilayetlerinde sıkıyönetim ilan etti. 23 Şubat’ta ayaklanmacıların üzerine gönderilen ordu birlikleri Kış Ovası’nda Şeyh Said kuvvetleri karşısında tutunamayarak Diyarbakır’a çekilmek zorunda kaldı. Ertesi gün Elazığ’a giren Gökdereli Şeyh Şerif yönetimindeki başka bir ayaklanma kolu kenti kısa süre de olsa denetim altına aldı. Elazığ birkaç gün boyunca isyancılar tarafından yağmalandı.
Mart başında Şeyh Said’in emrindeki yaklaşık 10.000 kişilik bir kuvvet Diyarbakır’a saldırdı ve kuşatma altına aldı. Kuşatanlar takviye alıyordu ve kuşatma Şeyh Said tarafından bizzat yönetiliyordu. Mürsel Paşa komutasındaki garnizon günlerce süren saldırıları geri püskürtmeyi başardı. Fakat bir gece bir grup şehrin Kürt sakinlerinin yardımıyla Diyarbakır içine girebilmeyi başardı. Bunların varlıkları garnizon tarafından fark edildi. 7-8 Mart arası süren ağır bir çarpışma sonrası şehre sızan grup bozguna uğratıldı ve sadece birkaçı kaçabildi. Kuşatma’nın başarısız olduğunu gören Şeyh Said, kuşatmayı kaldırdı ve adamlarını Diyarbakır’dan çekti.
Şeyh Said, 13 Şubat 1925 Cuma günü, Piran camisinde verdiği vaazda halka şöyle sesleniyordu:
“Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı ve din mektepleri Millî Eğitim’e bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.”
Şeyh Said bu arada, “Emir’ül Mücahidin Muhammed Said El-Nakşibendi” imzasıyla halka yönelik çeşitli beyannameler yayınladı. Ayrıca, direnişe destek vermeleri için Alevi Zaza aşiret reisleri, Kürt bey, ağa ve aşiret reisleri ile Ergani’deki Türk bey ve ağalarına da aynı imza ile mektuplar gönderdi ve onları Kemalist yönetime karşı ortak mücadeleye davet ederek yardım istedi. Yayınlanan beyannamelerden birinde,
“Kurulduğu günden beri din-i mübini Ahmedi’nin [İslam] temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi M. Kemal ve arkadaşlarının, Kur’an’ın ahkamına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi inkar ettikleri ve Halife-i İslam’ı sürdükleri için, gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğu, Cumhuriyetin başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının şeriat-ı garrayı Ahmediyye’ye [Muhammed’in şeriatına] göre helal olduğu…” hususlarına yer veriliyordu.
Şeyh Said, Varto’daki Alevi Zaza olan Hormek aşireti reisleri Halil, Veli ve Haydar Ağalara gönderdiği mektupta da söyle yazıyordu:
“Din-i mübini Ahmedi’yi, kafir olan M. Kemal’in yedi zulmünden tahlis etmek (kurtarmak) gazası niyetiyle Susar’a hareket edildi. Bu gaza ve cihadın mezhep ve tarikat tefrik edilmeden, ‘Lailahe illallah Muhammedün Resulüllah’ diyen bütün İslam muvahhidleri üzerinde farz olduğundan, büyük bir gayret ve şecaat sahibi olan Müslüman aşiretinizin de şeriat-ı garrayı Ahmediyye’ye ve bu cihad-ı ekbere itba’ edeceğinize itimadım berkemaldir. Ya eyyühel-ensar, dinimizi ve namusumuzu bu mülhidlerin(imansızların) elinden kurtaralım, size istediğiniz yerleri verelim. Bu dinsiz hükûmet bizi de kendisi gibi dinsiz yapacaktır. Bunlarla cihad farzdır.”
Öte yandan, Dersim Mebusu ve Alevi Zaza olan Hasan Hayri Efendi, Şeyh Said’in Elaziz Cephesi Kumandanı olarak görevlendirdiği Şeyh Şerif ile dayanışma içerisine girdi. Elaziz’de Şeyh Şerif ile birlikte hazırladığı ortak bir mektup, 06 Mart 1925’te Dersim’deki tüm aşiret reislerine gönderildi.
Mardin Midyat’ta yerleşik Kürt Cimo aşireti, Şeyh Said isyanına karşı, güçlerini devletin yanında savaşmak için Diyarbakır’a göndermiştir.
Şeyh Said’i ihbar edip yakalatan bacanağı emekli Binbaşı Kasım Ataç, Kürt asıllı olup Muş, Varto’da meskun bulunan Cibran aşireti mensubuydu. Cibran aşireti reisi Miralay Halit Beg’in kayınbiraderi olan Kasım, aynı zamanda Türk hükûmetinin de ajanıydı. Diyarbakır’da kurulan Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı, Ahmet Süreyya Örgeevren, 1957 yılında Dünya gazetesinde dizi halinde yayınlanan anılarında, konu ile ilgili olarak: “Cibranlı aşiretinden, Vartolu emekli binbaşı Kasım Bey’in tertip,teşvik ve yardımıyla Abdurrahman Paşa Köprüsü yanında, ordu takip kuvvetleri tarafından yakalanan Şeyh Said ve avanesinden oluşan 39 kişilik kafilenin, 6 Mayıs 1925 günü Diyarbakır’a getirilerek mahkemeye teslim edildiğini belirtmektedir.”
Zaza şeyhlerinin Darahini’deki şeriat uygulamaları Kızılbaş Dersimlileri ürkütür. Aynı dili konuşsalar da mesafeli ve tedbirli olmaya özen gösterirler. 1860 ile 1936 yılları arasında yaşamış olan Dersim’in ünlü halk ozanı Sey Qaji, Şeyh Said ve adamlarının şeriat istemlerini, bir bela olarak görür.
Olayın başlangıcında Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa ciddiyeti anlayıp Heybeliada’da rahatsızlığı nedeniyle dinlenen İsmet (İnönü) Paşa’yı acilen Ankara’ya çağırdı. İsmet Paşa ve ailesini bizzat Ankara Garı’nda karşılayan Mustafa Kemal Paşa, olayları anlatmak için onu Çankaya’ya götürdü. Çankaya’da, İsmet Paşa’ya “Doğuda din elden gidiyor bahanesiyle İngiliz destekli provokatif ama ciddi bir ayaklanmanın başladığını” söyledi.
İsmet Paşa’nın Ankara’ya gelmesi dedikoduların başlamasına neden oldu. Ali Fethi (Okyar) Bey’in görevden ayrılacağı, yeni hükûmeti İsmet İnönü’nün kuracağı ve önlemleri onun alacağı konuşulmaya başlanmıştı. Ayrıca Ali Fethi Bey ile İsmet Paşa’nın arası açıktı. Ali Fethi Bey olayı isyan olarak tanımlamamıştı ve sıkıyönetimle durdurulacağına inanıyordu. Ancak, olayların hızla tırmanması karşısında Başbakan Ali Fethi Bey’in istifasını isteyen Mustafa Kemal Paşa, 3 Mart’ta İsmet Paşa’yı yeni bir hükûmet kurmakla görevlendirdi.
Bir gün sonra TBMM hemen Takrir-i Sükun Kanunu’nu kabul ederek hükûmete olağanüstü hâl yetkileri tanıdı. Ayaklanmayla ilgili yayınlara konan yasak daha sonra başka önlemleri de kapsayacak biçimde genişletildi. Ayrıca Ankara ve Diyarbakır’da İstiklal Mahkemeleri kurulması kararlaştırıldı. Bu sırada Diyarbakır’ı kuşatma altına alan Şeyh Said kuvvetleri, hükûmet kuvvetleri tarafından püskürtülerek geri çekilmeye başladı. Geniş çaplı bir sevkıyatın ardından toplu saldırıya geçen (26 Mart) ve bir bastırma harekâtıyla ayaklananların çoğunu teslime zorlayan askeri birlikler, İran’a geçmeye hazırlanan ayaklanma önderlerini Boğlan’da (bugün Solhan) sıkıştırdı. Şeyh Şerif ve yanındaki bazı aşiret reisleri Palu’da yakalanırken, Şeyh Said de Varto yakınlarında yakın bir akrabasının ihbarıyla Carpuh Köprüsü’nde ele geçirildi (15 Nisan 1925).
Şeyh Said’in yakalanışından sonra, ilk sorgusunda ve mahkeme sürecindeki ifadelerinde tüm bu süreç boyunca “kıyam” olarak nitelendirdiği hareketi, “şeriat düzeni kurmak” için gerçekleştirdiğini söylüyor. Şeyh Said, 5 Mayıs 1925 Salı günü Diyarbakır’a getiriliyor. 21 Mayıs 1925 tarihinde kayıt altına alınan ilk ifadesinde, ‘Diyarbakır’ı aldıktan sonra ne yapacak ve nereye gidecektiniz?’ sorusunu şu şekilde cevaplıyor:
“Diyarbakır’ı aldıktan sonra hükûmetle haberleşecek ve şeriatı isteyecek ve kabulü halinde raiyyesi olacaktık. Benim maksadım bu dine bir hizmet etmekti.” Şeyh Said idamından önce kendisine uzatılan kağıda yazdıkları ise, amacını en net şekilde özetleyen ifadeler olarak değerlendirilebilir. Tam olarak şunları yazmıştır kâğıda; “Benim ölümüm Allah ve Din için ise darağacında asılmama perva etmem” 
Ayaklanmayı destekleyen eski Şura-yı Devlet reislerinden Kürt Teali Cemiyeti reisi Seyit Abdülkadir ve 12 arkadaşı İstanbul’da tutuklanarak yargılanmak üzere Diyarbakır’a getirildiler. Yargılanma sonucunda Seyit Abdülkadir ve 5 arkadaşı ölüme mahkûm olarak, idam edildiler (27 Mayıs 1925).
https://tr.wikipedia.org/wiki/Şeyh_Said_İsyanı

DERSİM DERSİ 

Cengiz Özakıncı – Araştırmacı yazar

Dersim’in Farsça “der”(kapı)+”sim(gümüş)=”gümüş kapı”, “maden kapısı” ya da “maden yöresi” anlamlarına geldiği savlanıyor. Bu kök bilimsel çözümleme ister doğru olsun ister yanlış, gerçek şu ki Osmanlı’nın top, gülle, mermi üretiminde kullandığı demir, bakır, kurşun vb gibi madenlerle, barut yapımında kullandığı güherçile, odun kömürü ve kükürt, hep Dersim’e komşu yörelerde çıkartılıyor; başta İstanbul olmak üzere çeşitli yerlerde kurulan “tophane” ve “baruthane”lerde işleniyordu.
Osmanlının para basımında kullandığı bakır ve gümüşün önemli bir bölümü de yine Dersim çevresindeki maden ocaklarından çıkartılıyor; başta İstanbul olmak üzere çeşitli yerlerde kurulan” darphane” lerde işlenerek gümüş “akça” ve bakır “mangır”‘a dönüştürülüyordu. Devletin onsuz olmaz iki dayanağı vardı: Ordu ve Maliye…
Osmanlı’nın “tophane”leri, “baruthane”leri ve “darphane”leri, önemli ölçüde Dersim dolaylarından çıkartılıp getirilen madenlerle besleniyor; ordusu da maliyesi de bu madenlere muhtaç bulunuyordu.
Madenlerden kimilerini doğrudan kendisi işleten Osmanlı, kimilerini beşte biri devlete verilmek koşulu ile özel kişilere işlettiriyor; ancak, her iki durumda da maden ve yan sanayi alanında çalışan emekçilere bu iş kolunun askeri, stratejik öneminden dolayı, özel bir önem veriliyordu. Ülkenin diğer yörelerindeki madenlerde olduğu gibi, Dersim çevresinde maden çıkartılan yörelerde yaşayanları da din ve mezhep ayrımı yapmaksızın, ister müslim olsunlar ister gayri müslim, madende çalışmaları koşuluyla vergilerden ve askerlik görevinden bağışık tutan Osmanlı; madenden ayrılmamaları için onlara türlü ayrıcalıklar tanıyor, madenciliğin püf noktalarını yakınlarına da öğretsinler diye bu bağışıklık ve ayrıcalıkları onların birinci dereceden yakınlarını kapsayacak biçimde genişletiyordu.
Maden tünellerinin çökmesini önleyen kütük ve tomrukları sağlayanlar; ocaklarda kullanılan odun kömürü üreten dağ köylüleri, maden taşıma işlerini gören katırcılar, deveciler, madene su getirenler, madende kazma sallayanlar, madenleri çuvallara dolduranlar, Samsun, Trabzon limanlarına gönderenler, depolayanlar, tophaneler de, baruthaneler de çalışanlar, “Madenciyan Fukarası” olarak adlandırılıyor, yöneticilere “Maden Emini” deniyordu.
Maden iş kolunda çalışanların hukuk ve yargıları dahi ayrılmış, “Maden Kanunname”leri ile özel olarak belirlenmişti. Bu iş kolunda görev üstlenen katırcıdan yöneticiye, tepeden tırnağa herkesin kendi aralarında olsun, başkaları ile olsun bütün uzlaşmazlıkları, davaları başında “Maden Emini”nin bulunduğu özel bir yargı düzeninde çözümleniyordu.
Osmanlının en verimli gümüş, bakır, demir ocakları Gümüşhane, Espiye, Keban, İnegöl, Ergani, Kiğı ve Bilecik’te; barut yapımında kullanılan güherçile ocakları da Akdağ, Van, Erciş, Niğde Karaman, Kilisehisar, Malatya, Larende, İçel, Maraş ve Kayseri’deydi.
Osmanlı, birbirine yakın maden bölgelerini tek bir maden Emini’nin yönetimi altında birleştiriyordu. Örneğin tam ortasında Dersim’in bulunduğu Ergani, Gümüşhane, Keban, Kiğı, Kemah madenleri, tek Maden Emini’nin yönetimi altındaydı.
Siyasal Sünnilik güden Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordusu, siyasal Alevilik güden Şah İsmail ordusuyla 1514 yılında Çaldıran’ da karşı karşıya geldiklerinde, madenciliğe dayalı top, tüfek gibi patlayıcı silahların, kılıç, mızrak, ok, yay mancınık gibi geleneksel silahlara üstünlüğü bir kez daha kanıtlanacak; Sunni Osmanlı’nın çok sayıda top ve tüfekle donanmış ordusu; az sayıda ateşli silahı bulunan Şii, Alevi, Kızılbaş, Şah İsmail ordusunu yenecekti. Şah İsmail’in Alevi-Kızılbaş emirlerce işlettiği Dersim’e yakın madenler de Çaldıran savaşında Osmanlı’nın eline geçmişti. Alevi-Kızılbaş Dersim aşiretleri, yenilgilerine neden olan topların ve güllelerin, Ergani den çıkan bakır, Keban’dan çıkan kurşun, Kiğı’dan çıkan demir ve aynı yöreden sağlanan güherçile, odun kömürü, kükürt karışımıyla yapılan barutla çalıştığını, bunların hep Dersim çevresinde bulunan maden ocaklarından sağlandığını hiç unutmadılar.
Maden demek, silah demek; top tüfek gülle demek; gümüş “akça” ve “bakır”” mangır demekti. Çaldıran savaşından sonra Osmanlı devleti, ne zaman doğudaki komşuları Rusya ya da İran’la savaşa tutuşacak olsa, Aleviliğin, Kızılbaşlığın dağlar ve akarsularla korunaklı kalesi Dersim’in önde gelen kimi aşiretleri, Osmanlının top tüfek ve para kaynağı olan çevredeki madenlere saldıracaktı.
Osmanlı Devleti, 1514, 1534-1535, 1548-1549, 1552-1554, 1578-1590,1603-1611,1615-1618,1622-1639,1723-1727,1730-1732,1735-1736,1821-1823 tarihlerine Alevi, Şii, Kızılbaş İran devletiyle savaşmış; bütün bu savaşlarda, Sunni Osmanlı’nın yerli top tüfek barut üretimi, kimi Alevi-Kızılbaş Dersim aşiretleri tarafından yöredeki madenlere yapılan silahlı baskınlarla, saldırılarla kesintiye uğratılmıştı.
Cemal Şener’in yayına hazırladığı Dersim Tarihinde yer alan Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgelerine göre:
1729 Aralık: Kimi aşiretler Keban maden bölgesinde Besni ilçesini basmış, 500 emekçiyi esir alıp eşlerine, çocuklarına mallarına saldırmış; halk evin işini, köyünü terk edip başka yörelere kaçmaya başlamıştır.
1732 Mayıs: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri, Keban maden bölgesi emekçilerinin köylerini basarak çocuk ve kadınlarını rehin almıştır.
1733 Eylül: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri, Elazığ, Çarsancak, Kiğı madenleri yöresinde halka saldırarak varlıklarını yağma etmiş ve kadın çocuk ayırmadan öldürmüşlerdir.
1735 Aralık: Dersim Çarşancak voyvodası, Keban madenindeki fırınlarda yakılacak odunların yöredeki dağlardan sağlanmasına engel olmuş ve bir kaç yıl boyunca madendeki üretim durmuştur.
1743 Ocak: Kimi aşiretlerce Ergani madeninde çalışan emekçilerin ilçe ve köylerine saldırarak madene gidiş gelişleri engellenmekte ve maden yönetimine saldırarak üretimi felce uğratılmaktadır.
1745 Temmuz: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri Kiğı ve Keban madenlerinde çalışan madencilerin yollarını kesip soyarak öldürmektedirler.
1751 Ocak: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri Keban madenine gerekli kömürü sağlamakla yükümlü Çarşancak köylerini basarak, köylüleri öldürmüş, mallarını yağma etmiş köylerini yakmıştır. Keban, Kiğı, Kemah maden eminliklerine bu çapulculukları önleme buyruğu verilmiştir.
1761 Temmuz: Ergani madeninde çalışan emekçilerin köyüne saldıran kimi aşiretler tüm evleri yağmaladıkları gibi çocuk ve kadınlara saldırıp ırzına geçmişlerdir.
1762 Eylül: Herdi Aşireti, Keban maden işletmesi emekçilerine saldırıp soymuştur.
1764 Aralık: Dersimli, Şeyh Hasanlı aşiretleri, çevredeki madenlere saldırıp işgal etmiş, işçileri madenden kaçırtmıştır.
1774 Ekim: Keban ve Ergani madenlerinde devlet egemenliği yeniden kurularak madenler bağlı kazaların halklarına eski ayrıcalıkları yeniden verilmiştir.
1780 Ağustos: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Güvanlı, Haranlı, Kuvanlı, Zirkanlı, Düçekli, Koçgiri, Kerne, Şadili, Güreşli, Benamlı, Bazgelü aşiretleri maden işletmelerinin bulunduğu Gümüşhane, Kuruçay, Kızucan, Kemah, Gercanis, Çemişkezek Eğin, Erzincan ve Tercan ilçelerinin madenlerde çalışan emekçi halkına sürekli saldırıp can, mal ve namus güvenliğini yok etmeleri üzerine, maden emekçileri işlerini, evlerini, köylerini bırakıp göçe başlamışlardır.
 
1782 Ocak: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Güvanlı aşiretleri, madenlerde çalışan Kuruçay(Ilıç) Kiğı, Kızucan ilçe ve köylerini basarak mal ve cana zarar vermişlerdir.
1787 Mayıs: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Döçek aşiretleri, Keban madenine bağlı Çemişgezek, Çarşancak, Eğin, Gümüşhane, Kemah, Kuruçay, Tercan, Erzincan dolaylarında madenler ve maden emekçilerine yönelik sürekli saldırılarda bulunmuş, köylerini yakmış, maden emekçilerini toplu göçe sürüklemişlerdir.
1787 Eylül: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Düçek aşiretleri, Keban ve Ergani madenlerine bağlı Çarşancak, Çemizgezek, Sirturuk, Karaçor, Herbulut, Çermik, Eğil-Palu gibi bütün sancak ve kazalara saldırmışlardır.
1793 Ocak: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Düçekli, Ovacıklı Aşiretleri Çarşancak, Çemizgezek ilçeleri halkına yönelik saldırıları yoğunlaştırmışlardır.
1798 Aralık: Dersimli, Şeyh Hasanlı, Düçek aşiretlerinin madenler bölgesinde süregelen adam öldürme, soygun, gasp, yağma, ırza tecavüz, köy yakma eylemlerine karşı önlemler pekiştirilmiştir.
Kimi dersim aşiretlerinin, çevrelerinde bulunan maden işletmelerini baltalama eylemleri, 1802 yılında birden bire kesilmiş, bunlardan Şeyh Hasanlı aşiretinin reisleri Padişah III. Selim’e başvurarak, bundan böyle madenlere ve maden emekçilerine saldırmayıp madenlerin korunmasında görev almak istediklerini bildirerek özetle şöyle demişlerdir.
 
1802 Haziran: “Biz Şeyh Hasanlılar; Padişah’a boyun eğip kulları arasına yazıldık. Bundan böyle madenleri baltalamayacağımıza, Çemişgezek’ten Erzincan’a bütün maden yollarını koruyup güvenliğini sağlayacağımıza; yanımızda yöremizde bulunan köylerde maden için odun kömürü üretenleri, taşıyanları ve maden işçilerini koruyacağımıza söz veriyoruz. Çevremizdeki Kürtlerle diğer aşiretlerden sözümüze aykırı davrananlar olursa maden Emini’nce cezalandırılsın;Sözümüzde durmayacak olursak maden Emini bizi de görevden alsın. çarsancak, Çemişgezek voyvodalarına göstermek üzere elimize bir ferman verilmesini dileriz. Buyruk Padişahımızındır”
Yüzyıllarca çevresindeki madenlere saldıran Dersim Şeyh Hasanlı aşietinin 1802 yılında birden bire tövbekar olup madenleri korumaya söz vermesinin gizi, Osmanlı-İran ilişkilerindeki değişimde saklıydı.
Birkaç yıl önce Rusya ile savaşa tutuşan İran, başı sıkışınca Osmanlıy’ la düşmanlığa ara verip birlik arayışına girmiş; söz konusu Dersim aşireti de mezhepdaşları İran’ın’ın uydusu olduklarını ele veren bir tutumla, Osmanlı düşmanlığını bırakıp madenlerin koruyucusu kesilmişti.1809′ da Osmanlı-İran ittifak görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlanıp, İran, yeniden düşmanlığa dönünce, bu dersim aşiretleri de İran uydusu olduklarını ele verecek biçimde yeniden çevredeki madenlere saldırmaya başlayacaklardı.
1809 Ekim: Toplu öldürmeler, ırza tecavüzler, gasp,ilçe ve köy yakma eylemleri, Keban ve Ergani madelerinde üretimin durmasına yol açmış; Palu, Harput, Çarşancak, Çemişgezek, Eğil, Malatya, Arabkir, Eğin, Keban, Ergani maden yönetimleri saldırganların peşine düşmüştür.
Osmanlı uyruğunda bulunan kimi Alevi, Kızılbaş Dersim aşiretleri, bu savaşı Sunni Osmanlı’nın o yöredeki madenlerini, eşdeyişle ordunun top tüfek üretimiyle maliyenin para üretimini baltalayarak sürdürmüştür. 1500′ lere dek kendi silahını kendisi yapan, dahası yabancı ülkelere silah satarak önemli bir gelir sağlayan; savaşlarda sınırsız top, tüfek, barut, gülle ve mermiyle çıkıp düşmanlarının ödünü patlatan Osmanlı, aradan iki yüzyıl geçmeden topunu tüfeğini yabancılardan satın alır; gülleyi mermiyi tane ile dağıtır; cephanesi tükenen askerleri savaşta kaçar bir duruma düşmüştü.
Yabancılar Osmanlı’ya her zaman kendi kullandıklarından daha kısa menzilli toplar ve tüfekler satıyordu. Örneğin düşman 2000 metre uzaktan Osmanlı ordusunu vurmaya başladığında Osmanlı’nın çok çok 1500 metreyi vurabilen ithal topları, düşmanın 500 metre önüne düşüyor, komutanlar düşmanın uzun menzilli silahları karşısında yabancılardan satın alınan kısa menzilli silahların etkisiz kalması yüzünden yenildiğimizi bildiriyorlardı. Uzun menzil, daha nitelikli madenden yapılan namlu ve daha iyi barutla sağlanabilirdi. Maden işletmelerinin sıkça baltalanması, verimli biçimde işletilememesi buna olanak vermiyor; top, tüfek, barut gibi madenciliğe bağlı savaş araçlarında gerileyen Osmanlı’nın parası da maden üretimindeki baltalamalar ve verimsizlik nedeniyle giderek bozuluyordu.
Başlangıçta kendi parasını ülke topraklarından çıkardığı gümüş ve bakırla kendisi basan Osmanlı, maden işkolundaki düşüşle birlikte, para basımında da sıkıntılarla karşılaşmaya başlamış; öyle ki, kimi dönemlerde evlerdeki gümüş, bakır vazolar tepsiler darphaneye gönderilip para basılarak askerin, memurun ödentileri bu paralarla yapılır olmuştu. Amasya ve Gümüşhane’ de çıkartılan gümüşün kimi Alevi- Kızılbaş Dersim aşiretleri aracılığıyla mezhepdaşları İran’a kaçırılması, İran’ daki 70 darphanenin Osmanlı’dan kaçırılan gümüşle beslenmesi; Osmanlı’daki gümüş akçe sorununun siyasallaştırılmış Alevi-Sünni mezhep savaşının Çaldıran dan sonra başka araçlarla sürdüğünü gösteriyordu.
Osmanlı madenleri baltalanmayıp verimli çalışabilseydi, evlerdeki gümüş vazoları, bakır tepsileri darphaneye gönderip gümüş akçe, bakır mangır bastırmaya gerek kalmaz; askerler, memurlar ve halk; ” biz bu değeri düşük ayarı bozuk paraları istemezük!” diye ayaklanmazdı. Kimi Dersim aşiretlerinin kendi çevrelerinde işletilen Osmanlı madenlerini vurduğu yüzyıllarda, bütün bunlar yaşanmıştı.
Yüzyıllarca Osmanlı yönetiminde kalan Irak, Suriye, Mısır, Libya, Ürdün ve Arabistan’ın Lawrence gibi emperyalist ajanlarca satın alınan aşiret reislerinin başını çektiği silahlı ayaklanmalarla Osmanlı’dan kopartıldığını biliyorlardı. Osmanlı ne zaman bir savaşa girse, kimi aşiretlerin derhal ayaklanarak Osmanlı’yı içinden vurduklarını, biliyorlardı. 1916 da Arap aşiret reislerini altınla ve ayrı devlet vaadleriyle tavlayarak Osmanlı’ya karşı savaştıran İngiliz ajanı Lawrence’in, 1930′ larda “Hacı Mehmet” adıyla Ağrı ayaklanmasına karıştığını biliyorlardı.
Sorunun etnik köken ayrılığından değil, hangi etnik kökenden olursa olsun “aşiret yapısı” ndan kaynaklandığını, aşiret yapısının ancak ve yalnız aşiret üyelerinin insan ve yurttaş haklarına kavuşturulmasıyla çözüleceğini biliyorlardı. Dahası 1935 te “Munzur” adıyla yeniden yapılandırma tasarısı TBMM’de tartışılırken, Şükrü Kaya’nın Atatürk ile görüştükten sonra “Dersim için “Munzur” değil “Tunç Eli” adını önermesi; Atatürk’ün Osmanlı top dökümünde kullanılan “tunç”un yöredeki bakırdan elde edildiğini bildiği ve buradaki aşiretlerin yüzyıllar boyu çevredeki bakır madenlerine saldırıp Osmanlı’nın tunç top üretimini baltalayarak askeri çöküşüne yol açtıklarının bilincinde olduğunu gösteriyordu.
Aşiret reislerinin”Der-sim”ini, insan ve yurttaş haklarının “Tunç-Eli” ne dönüştürülme çalışmaları, uzun yıllar yoğun ve bilimsel araştırma ve incelemelerin ürünüydü. Osmanlı döneminde yazılmış yeniden yapılandırma önerileri incelenmiş; Osmanlı’daki askeri uygulamalar ve sonuçları irdelenmiş; önceki girişimlerin neden başarıya ulaşamadıkları saptanmış; aynı başarısızlıkların yeniden yaşanmaması için neler yapılması gerektiği belirlenmiş; bölgeye yeniden uzmanlar gönderilerek son durumun ne olduğunu gösteren bilimsel raporlar yazılmıştı. 1934’te yayımlanan taşınmazların devlete geçeceğini; bu yasanın yayınından önce aşiretlerde reislik, beylik, ağalık, şeyhlik yapanların aileleriyle birlikte Bakanlar Kurulunca uygun görülecek başka yerlere yerleştirileceklerini, duyuruyordu.
Trabzon’daki İngiliz konsolosu, Eylül 1878’de kimi Dersim aşiretlerinin Erzincan’daki Osmanlı ordusunun ileri kollarına saldırdığı bildiriliyordu. Osmanlı’nın Rusya’ya yenildiği bu savaştan sonra Anadolu’nun doğusunda özerk bir Ermenistan kurulmasına yönelik İngiliz tasarısının 1878 Berlin Kongre’sinde onaylanmasıyla birlikte, Anadolu’da etnik ve mezhepsel ayrışmalar hızlanmış; Örneğin Hakkari’de İngiliz, Amerikan, Rus konsoloslarıyla görüşmeler yapan aşiret reisi Şeyh Ubeydullah Osmanlının Ruslara yenildiğini, gücünün tükendiğini, üstelik gavur olduğunu savluyarak, kendisine bağlı aşiretleri ayrı bir devlet kurmak üzere ayaklandırmıştı.
Abdülmecid ve Abdülaziz’in eşit yurttaşlığa dayalı tek “Osmanlı Milleti” tasarısını terk eden Abdülhamid, “ittihad-ı İslam” eşdeyişle “İslam Birliği” tasarısına sarılarak, Doğu Anadolu’da bir hristiyan Ermenistan kurulmasını önlemek üzere, 1891 de Sunni Kürt aşiretlerinden Hamidiye Alayları oluşturmuştu. Devleti eşit yurttaşlık çizgisinden ayıran Abdülhamit’in siyasal dinciliğe ve mezhep ayrımcılığına yönelmesi, Dersimin kimi Alevi – Kızılbaş aşiretlerini rahatsız etmişti.
Devletin aşiret üyelerine ekonomik özgürlüklerini kazandırıp aşiret reisine bağımlılıktan kurtarmak için dağıttığı topraklar dahi, aşiret yasaları uyarınca bedelsiz hiyleli satışlar yoluyla aşiret reisi Seyit Rıza’nın malına dönüştürülmüştü. Cumhuriyet, 1934’te yürürlüğe giren İskan Kanunu’nun 10. maddesiyle, aşiret reisliğini yasadışı sayarak bundan böyle aşiretlerin tüzel kişilik savlayamayacaklarını, hiç bir belge ve hükümün aşirete tüzel kişilik kazandırmakta kullanılamayacağını; aşiret reisleri, beyleri yada şeyhlerinin tüm yetkilerine son verildiğini; mülkiyetleri hangi resmi belgeye, karara ya da genelgeye dayanırsa dayansın, aşiret reislerinin, aşirete ait ya da aşiret adına diyerek kendi mülkiyetlerinde tuttukları bütün Aşiret yapılarını tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik bu kanunun “Dersim” de uygulanması, Dersim’i yeniden yapılandırmayı amaçlayan 25 Aralık 1935 tarihli “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakında Kanun”la gerçekleştirilecekti.
Cumhuriyet, aşiretlerin “Dersim’ini, insan ve yurttaş haklarının “Tunç Eli”ne dönüştürmek üzere; yöreyi köprüler, yollar, okullar, hastaneler, sinemalar, tiyatrolar, halk evleri, bankalar, ziraat kurumları, hükümet kurumları, adliye örgütü, karakol ve kışlalarla donatmaya başladı. Başka yöreden işçi getirilip çalıştırılması yasaktı.
Bütün yapılar dolgun bir gündelik verilerek yöredeki aşiret üyelerine yaptırılacak; aşiret üyesi reisinden bağımsız bir birey olarak çalışıp emeğinin karşılığını para olarak alacak; yüzyıllar boyu yalnızca kendi ailesinin yaşamı için gerekli şeyleri tüketebileceği kadar üreten, bundan fazla üretim yapmadığı için pazara götürüp satacak bir varlığı bulunmayan, dolayısıyla özel mülk nedir, parasal birikim nedir, mülkiyet özgürlüğü nedir hiç tatmamış aşiret üyelerinin ceplerine para girecek; aşiretten bağımsız kendine özel birikim yapmayı kendi birikimini dilediği gibi kullanmayı öğrenen aşiret üyeleri böylelikle aşiret düzeninden uzaklaşıp, insan ve yurttaş haklarına adım atacaktı. Aşiretler Dersim’in özgür birey yurttaşlar Cumhuriyeti’nin “Tunç Eli”ne dönüştürülmesi, tasarının BİRİCİK AMACI idi.
Fakat öyle olmadı. O günleri yaşayan İhsan Sabri Çağlayangil anılarında “Atatürk Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. O tarihte Seyit Rıza Dersim’in lideri. Devlet, Fırat üzerine bir köprü yapmış. Köprünün başında da bir karakol. Karakolda 33 askerimiz, başlarında İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen var. Köprüye Dersimliler bir saldırı düzenliyor. Karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit oluyor. İşte bu olay isyanın başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor. bu meseleyi kökünden hallediniz” diyerek anlatıyordu olanları.
1937 yılında, 21 Mart’ı 22 Mart’a bağlayan “Nevruz” gecesi, aşiret reisi Seyit Rıza, önderliğini benimseyen kimi aşiretlerle birlikte, kurulan karakolları basarak, 33 askerimizi şehit ederek, yapılan köprüleri yıkarak, Cumhuriyetin yerleştirmeyi amaçladığı insan ve yurttaş haklarını, özgür birey yurttaşlık düzenini Dersim’e sokmamak ve aşiret düzenini eskisi gibi sürdürmek üzere ayaklanmayı başlatmıştı. Tunceli – Erzincan yolundaki köprü yakılmış, bölgenin telefon hatları kesilmiş, jandarma birliklerine pusu kurulmuş, Pab bucağı karakoluna baskın düzenlenmiş, Sin karakolu basılmış, Mazgirt Köprüsü yıkılmıştı. Komünist Enteryasyonel’in yayın organı “Rundschau”, 29 Temmuz 1937 günü sayısında, Dersim de yaşananları özetle şöyle diyordu.
“İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Ağalar, kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan ahaliden işlerine geldiği gibi vergi alıyor. Bölge gençlerinin büyük bir kısmı, askere gidecek yerde, aşiret reislerinin muhafız birliklerine fedai olarak giriyor.
Bu gün Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişi ile karşı karşıya bulunuyoruz. isyanın arifesinde, tapu kadastro idaresi aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelemesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasa dışı egemenliğinin ekonomik temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem isyana yol açan neden olmuştur.”
Kominist Enternasyonal Sovyet Rusya demekti ve Türkiye ile ittifak halinde bulunan Sovyet Rusya 1937’ye dek Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı gerçekleştirilen onlarca ayaklanmada hep Türkiye’nin yanında yer almış, Dahası Kızılorduyu Türkiye’nin doğu sınırlarına yığarak, ayaklanmacıların İran, Irak bağlantılarını da kesmişti.
Sovyet Rusya’nın tutumunu iki devlet arasındaki ittifak antlaşması belirliyor, Kominist Enternasyonal’in Dersim konusundaki bu değerlendirmesinde Türkiye Komünist Partisinin en küçük bir etkisi dahi bulunmuyordu. İstanbul’daki Amerikan büyükelçisi G.Howland Shaw’in, ABD Dışişleri Bakanlığına gönderdiği 25 haziran 1937 rapor da özetle şöyleydi. “Bölge halkının geri kalmışlığı problemin temel hatlarını oluşturmakta. Yöre halkı, yollar, köprüler, okullar, vs yapılmasına karşı koyuyor. En son ayaklanma, hükümetin bölgenin sosyal ve ekonomik koşullarını iyileştirmek üzere geliştirdiği reform programını daha önce elde edilmiş haklara tecavüz şeklinde şeklinde gören liderleri tarafından başlatıldı.
General Alpdoğan, aşiret reislerini Erzurum’da toplayarak onlara hükümetin bölgede yol ve diğer şekillerde girişeceği iyileştirme programını tanıtmıştı. Aşiret reisleri bu görüşme sırasında dostane ve anlayışlı göründüler, fakat toplantıdan sonra bölgede sahip oldukları egemenliğin elden gitmesi tehdidi karşısında, dönüş yolları üzerinde yer alan bütün köprüleri havaya uçurdular ve hükümete bir ültimatom göndererek, ancak bölgede jandarma bulundurulmaması, yeni köprülerin yapılmaması, bölgenin devlet kurumlarıyla donatılmaması, silahların ellerinden alınmaması, vergilerin karşılıklı görüşmelerle belirlenmesi koşulu ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile anlaşabileceklerini bildirdiler. Aşiret reislerinin bu ültimatomu üzerine, bölgeye askerler gönderildi ve aşiret reislerine karşı savaş başlatıldı.”
The Times gazetesinin 16 ve 17 Haziran 1937 günlü sayılarında isyanın “eğitim öğretime karşı koyan”, “reformlara direnen” aşiretlerce çıkarıldığı duyurulmuştu. Kürt Teali Cemiyeti üyesi M. Nuri Dersimi tarafından yazılıp “Dersim Generali Seyit Rıza” imzası ile İngiliz Dışişlerine gönderilen mektup isyan bastırıldıktan sonra İngiliz Dışişlerince Türkiye’ye gönderilerek; “bakın isyancılar bizden yardım istediler, fakat biz onlara yardım etmedik, bilginiz olsun” denilmişti.
Çünkü ingiltere, büyüyen Hitler tehlikesine karşı Türkiye’yi bu kez karşı cephede değil yanında görmek istiyor ve bu nedenle Türkiye’yi zayıflatıcı etkinliklerine geçici olarak ara vermiş bulunuyordu. Fransa’nın durumu’da aynıydı. O günlerde Hitler ve Musolini’ye karşı Türkiye ile ittifak arayışında olan İngiltere ve Fransa, eğer Dersim isyancılarını destekleyecek olurlarsa Türkiye yi kaybedeceklerini bildiklerinden; 1800’lerden bu yana ilk kez kendilerinden yardım bekleyen isyancıları yüzüstü bırakmayı çıkarlarına uygun göreceklerdi.
Amerika, İngiltere, Fransa ve Kominist Enternasyonal’in bağlı bulunduğu Rusya, Dersim isyanı konusunda birbirinden habersiz fakat biri diğeri ile örtüşen saptamalarda bulunmuşlardı. Hepsine göre sorunun özü; aşiret reislerinin, insan ve yurttaş haklarının gereği olan kurum ve yasaları Dersim’e sokmayarak, aşiret düzenlerini sürdürmek istemesinden kaynaklanıyordu. İster komünist olsun, ister emperyalist, sağcısıyla solcusuyla o dönemde kimsenin yadsıyamadığı gerçek buydu.
Atatürk, Askeri harekat sürerken 1 Kasım 1937 günü Meclis’te yaptığı konuşmada: “Her şeyden önce ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemlisi de bir çiftçi ailesini geçindirebilecek toprağın -hiçbir nedenle ve biçimde- bölünemez hale getirilmesidir. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işleyebilecekleri toprak genişliği, söz konusu toprağın bulunduğu bölgenin nüfus yoğunluğuna ve toprağın verimine göre sınırlandırılmalıdır.” Demişti. İşte Türkiye Cumhuriyeti, bir yandan ordusuyla aşiretlerin gerilikçi isyanını bastırmaya çalışırken, aynı anda isyana katılmayan ya da sonradan teslim olan Dersim’i aşiret üyelerine, ailelerini geçindirmeye yetecek büyüklükte toprak tapuları dağıtıyordu.
Bütün bunlar, Dersim Harekatı’nın salt isyan bastırmakla sınırlı bir askeri harekat olmadığını, orada toprak ağalığınını ve aşiret yapısının yok edilmesine yönelik ‘anti feodal bir yurttaşlık devrimi’ yürütülmekte olduğunu gösteriyordu. Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak bu harekata katılmış, isyancıları havadan bombalamıştı. Sonunda harekatın ilk aşaması sona ermiş, isyana katılan aşiret reislerinden teslim olanlar ve yakalananlar yargı önüne çıkartılmış, suçlu bulunanlar çeşitli cezalara çarptırılmış; ölüm cezaları 15 Kasım 1937 günü Elazığ’ın buğday meydanında yerine getirilmişti.
16 Kasım 1937 günü Elazığ’a gelen Atatürk, 17 kasım 1937 günü, çoktandır “Tunç Eli” ye dönüşmüş bulunan Dersim’e geçecek ve 33 askerimizi şehit eden aşiretlerin yıktıkları ve Cumhuriyet’in kısa sürede yeniden yaptığı köprüyü kendi elleriyle açarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık düzeyini aşma yolunda karşısına dikilen bütün engelleri aşacak güçte olduğunu dünyaya duyuracaktı. 18 Kasım 1937 günü Ulus gazetesinin olaya ilişkin haberi şöyleydi:
” 16 Kasım 1937 günü,yanında başbakan Celal Bayar, içişleri bakanı Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen ve daha başkaları olduğu halde, özel tranle Elazığ’a geldi. Günlerden beri Atatürk’ün yolunu bekleyen Elazığ’lılar istasyonda şehre kadar yollara halılar döşeyerek parlak bir karşılama töreni düzenlemişlerdi.”
Dördüncü genel müfettiş General Abdullah Akdoğan, Vali Şefik Bicioğlu, Belediye Başkanı Hürrem Müftügil, Maden’den beri Atatürk’ü izliyorlardı. 17 Kasım 1937 sabahı Atatürk, önce Dördüncü Genel Müfettişliğe gelerek, General Abdullah Akdoğa’dan Elazığ ve sorunları hakkında bilgi aldı. Bir süre sonra da Tunceli’ne bağlı Pertek ilçesine hareket etti. Buradan Murat Suyu’nu geçerek Hozat Deresi üzerinde yeni yapılmış olan “Soyungeç” köprüsüne geldi. beton köprü gerçekten gösterişli yapılmış, çevrenin yıllardan beri süregelen ulaşım sorununu çözmüştü. Atatürk, köprünün açılışını yaptıktan ve kurdeleyi kestikten sonra: “Daha önce soyunup suya girdikten sonra geçilen ırmağa ‘soyungeç’ denmiş. Şimdi buna lüzum görülmeden sinerek geçiliyor. Köprüye bundan böyle ‘Singeç’ diyelim dedi. (18 Kasım 1937 Ulus Gzt)
1937 yılında yürütülen harekatın birinci bölümünde görev yapan Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen, 1938 ilkbaharında harekatın ikinci bölümü sürerken bu kez uçağı ile Dersim göklerinde değil, Atatürk’ün “yurtta barış dünyada barış” iletisini ulaştırmak üzere Balkan Paktı ülkelerini dolaşacak; 1937′ de Dersim’de “Dünyanın ilk kadın pilotu” ünvanı ile tarihe geçen Sabiha Gökçen, 1938’de Dersim harekatının ikinci bölümü sürerken, bu kez yabancı basında “dünyanın ilk barış uçağı pilotu” olarak anılacaktı. Dersim harekatının Haziran 1938’de başlayan ikinci bölümü, Ağustos 1938′ de yabancı ülkelerin Türki’deki bütün yabancı ülke ataşelerinin çağrıldığı ve gelip izledikleri “Üçüncü Ordu Tunceli Askeri Manevraları” ile birleştirilmiş ve tüm dünyanın gözleri önünde sürdürülmüştü.
Askerlerin Dersim dağlarında mağaralarında isyancı arama tarama çalışmaları, yabancı ülkelerin askeri ataşeleriyle gazete muhabirleri tarafından notlar alınarak, fotoğraflar çekilerek izlenmiş, harekatın sonuçlandırıldığı 16 Eylül 1938’e dek Dersim’in bütün dağları, tepeleri, dereleri, mağaraları, yabancı devlet görevlilerinin gözleri önünde adım adım taranmış, çatışmalar da yabancıların gözleri önünde olup bitmişti. 1937’deki birinci evrede olduğu gibi, 1938’deki ikinci evrede de bir yandan isyancılarla çatışılırken, diğer yandan aşiret üyelerini özgür çiftçilere dönüştürecek toprak dağıtımıyla bayındırlık çalışmaları sürdürülmüş ve sonunda, isyan tümüyle bastırırken, Tunceli’de cumhuriyetin amaçladığı yurttaşlık düzeni de kurulmuştu. İngiliz askeri ataşe Yarbay A. Ros, 5 Eylül 1938 günü gönderdiği 119 nolu kapalı raporunda harekatın sona ermesinden 11 gün önceki durumu İngiltere’ye özetle şöyle bildiriyordu.
” Türkler şimdi’de 3 milyon liralık yapım programına giriştiler. Biri Tunceli’nin batısından diğeri doğusundan geçip Erzincan’ı Elazığ’a bağlayan ve çeşitli noktalardan birbirine bağlanarak bölgesel bir ulaşım ağı iki yolun yapımı sürmektedir. Şu ana dek toplam uzunlukları 684 metre tutan dokuz köprüyle birlikte,420 km yol yapılmış ve telefon hatlarına 5000 km eklenmiştir. Mareşal Fevzi Çakmak bana, Mansur (Murat) nehrinin kaynağında bir barajdan muhtemelen hidroelektrik elde edileceğini söyledi. Genelkurmay Başkan Yardımcısına ve diğer Türk subaylarına göre, son derece güzel bir yer olan Tunceli bölgesininde ikinci bir İsviçre haline getirilmesi amaçlanmaktadır.Ama bana kalırsa bölgenin erişilmez yapısı ve Türkiye’yi gezen yabancılara çıkartılan güçlükler bu düşün gerçekleşmesini ciddi bir biçimde engelleyecektir.”
İsyana sayıları elli dolayında olan aşiretlerin tümü değil, en çok beşte biri katılmıştı. dersimlilierin %80’i, devletin çağrısına olumlu yanıt vererek daha harekat başlamadan önce isyancılardan ayrılmış, devlet güçlerinin yanında yer almış, dahası güvenlik güçleriyle birlikte isyancılara karşı savaşmışlardı.
Harekat başladıktan hemen sonra isyancı aşiretlerin de neredeyse yarısı teslim olmuş; böylelikle isyancıların sayısı Dersim nüfusunun yaklaşık onda birine düşmüştü. İsyancıların çoğu, isyana katılmayıp devletin yanında yer alan Dersim’liler tarafından aranıp bulunmuş, yakalanıp öldürülmüş ya da sağ olarak güvenlik güçlerine teslim edilmişti. Dersim’liler isyancıların saklandıkları yerlerin aranıp bulunmasında güvenlik güçlerini kılavuzluk etmişlerdi. Devlet bu isyanı, ezici çoğunluğu isyana katılmamış olan Dersim’lilerle birlikte bastırmıştı.
Devlet, ister isyan etmiş olsun, ister devletin yanında yer almış olsun, bütün aşiret reislerini aileleriyle birlikte başka illere yerleştirerek, aşiret üyelerine toprak dağıtıp yerleşik çiftçiliğe ve eşit yurttaşlığa yönlendirmişti.
Dersim harekatını tasarlayan ve yürüten siyasetçi, bürokrat ve asker yöneticiler, 1921’de Dersim Mebusu Hasan Hayri’nin Meclis’te dile getirdiği, Dersim aşiretlerinin yüzyıllar önce Horasandan gelmiş süreç içinde anadilleri değişime uğramış Türkler olduğuna ilişkin saptamalarını çoğunlukla benimsemiş olan ve Dersim halkının soycak Türk olduğuna inanan kimselerden oluşuyordu. İsyan sırasında gerek güvenlik güçlerinden gerekse isyancı Dersim aşiretlerinden çok ölenler olmuş, fakat bu aşiretler devlete soy ayrımcılığı güderek isyan etmediği gibi, güvenlik güçleri de Dersim’li isyancıları soy ayrımı güderek bastırmış değildi.
Sorun etnik, mezhepsel değil, toplumsaldı; amaç aşiret yapılanmasının çözülmesiydi. Dünyada insan ve yurttaş haklarının yerleşmesi 1700’lü yılların sonlarından başlayarak hızlanmış; Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da yurttaş haklarının topluma egemen kılınması devrimlerle, milyonlarca sivilin öldüğü uzun ve kanlı iç savaşlarla, gelgitlerle, geriye dönüş ve ileri atılımlarla, 1800’lü yılların sonlarında gerçekleştirilebilmişti.
Türkiye de yurttaş haklarının, yurttaşlıık hukukunun egemen kılınması süreci, 1830’lu yıllarda başlamış ve 1938’e dek neredeyse 100 yıl sürmüştü. Cumhuriyet tarihinin aşiret ayaklanmaları dönemi dönemi 16 Eylül 1938 günü sona eren ikinci harekatla birlikte kapanacak ve Atatürk, hasta yatağına yazdırıp 1 Kasım 1938 günü Meclis’te okuttuğu açış söylevinde:”Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman aşırı bir duruma giren Tunceli’deki toplu haydutluk olayları belli bir program içindeki çalışmaların sonucu olarak kısa bir zamanda ortadan kaldırılmış, o bölgede böyle olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır.” Dedikten 10 gün sonra, bizlere iç ve dış barışı sağlamış güçlü bir Türkiye bırakarak, yaşama gözlerini yumacaktı.
Kimi aşiret reislerince, “Türkiye Kürdistan Partisi” adı altında, Barzani’lere bağlı, ırk ayrımı güden gizli partinin kurulduğu 1965’lerden bu yana , adım adım bu aşiretçi partinin görüşlerini sol kesime sanki sosyalist değerlendirmelermiş gibi şırınga etmeyi iş edinen birileri, son kırk yıldır Seyit Rıza’nın devrimci bir lider olduğunu, Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin 1937 – 1938 de Dersim’de soykırım yaptığını savlamakta, bu görüşleri işleyen kitaplar yayımlanmakta; Avrupa Parlamentosu’nda “Dersim Soykırım” konulu konferanslar düzenlenmekte; dahası, devletin Dersim’de zehirli gaz kullandığını savlayanlar bile çıkmaktadır.
Oysa Türkiye’nin o tarihlerde zehirli gaz üretimi olmadığı gibi, yabancı ülkelerde Türkiye’ye zehirli gaz satışına Dersim harekatından yıllar sonra başlamışlardı. Garo Sasuni, ‘Haryenik’ dergisinin Kasım 1929 sayısında yayımladığı, 1969’da Beyrut’ta, 1986’da Stockholm’de Türkçe olarak basılan “Kürt Ulusal Hareketleri” kitabında, Ağrı Ayakanması önderinin, kendi ailesini nasıl kendi elleriyle kurşuna dizdiğini anlatırken şöyle diyor.
“En büyük lider, Huske Telli şu teklifi sunuyordu: Bütün kadınlar, güçsüz ihtiyarlar ve çocuklar kılıçtan geçirilsin ki, arkalarındaki bütün köprüleri yakmış olan devrimci güçler, son neferinin son nefesine kadar savaşsınlar… Ve bir devrimci gaddarlığı içinde Huske Telli, bu planı ilk önce kendi ailesi ve akrabalarına uygulayarak, Ağrı tepelerinde bir trajedi manzarası ortaya serdi. Bütün nüfuzlu liderler ve şeyhler yaşlı gözlerle Ağrı Aslan’ından bu ümitsiz kırıma bir son vermesini rica ediyorlardı. Huske Telli yi yumuşatmaya muvaffak olduklarında, zaten 10 kadar günahsız, bağımsızlık ocağının alevlerine kurban gitmişti. Bu gaddar plan böylelikle uygulanamadı”
Ağrı ayaklanması bastırıldıktan sonra, Türk ordusu, Ağrı  tepelerinde öldürülmüş kadın ve çocuklarla karşılaşacak, fakat isyancılar, bütün dünyaya “Türk ordusu kadınlarımızı çocuklarımızı öldürdü” propagandası yapacaklardı.
Garo Sasuni’ nin ‘Devrimci Lider’, ‘Ağrı Aslanı’ diyerek övdüğü 1927 – 1933 Ağrı Ayaklanması,nın görünüşteki başı Huska Telli (İbrahim Heski), celali aşiretinin reisiydi. Buyruğundaki diğer elebaşları da hep aşiret reisleriydi. Türk ordusu ile çarpışırken aklı ailesine takılı kalmasında tüm dikkatini savaşa verebilsin diye, kendi ailesini, eşini, çocuklarını öldüren bu ‘devrimci lider'(!) in’, ‘ulusal önder'(!) in’, Ağrı Aslanı’nın diğer isyancı aşiret reislerine de ailelerini, kadınlarını, çocuklarını, ihtiyarlarını öldürmelerini buyurması; devrimci’likle, Ulusçuluk’la değil, ancak aşiret gelenekleriyle, “kan hukuku” yla bağdaşabilir bir tutumdur.
Bu gibi aşiret içi olayların yalnızca Ağrı Ayaklanması’nda Huske Telli örneğiyle sınırlı olup olmadığı, aşiretlerin insan ve yurttaş haklarına karşı ayaklanma tarihlerinde bu türden başka “kendi kendisinin soyunu kırma” uygulamalarının görülüp görülmediği, ve bu davranış biçiminde, aşiretlerin, aşiretler arası çatışmalarda karşı aşiretin kadınlarını, çocuklarını öldürmeyi gelenek edinmiş olmalarının bir etkisinin bulunup bulunmadığı, ayrı bir araştırmanın konusudur. Bu gibi aşiret gaddarlıklarını ‘devrimci’ sözcüğü ile birleştirip ‘devrimci gaddarlık’ diye bir deyim uydurarak ‘devrimciliği’ lekelemek, gericilikçi aşiret isyanlarında ‘ilerici’ ‘ulusal ayaklanma’ yaftaları yapıştırarak bunları kutsamak,tenekeyi altın yapmaya yetmeyeceği gibi, bu gibi çabalar aşiret yasalarında ‘ insan ve yurttaş hakları’nın kırıntısı’nını dahi bulunmadığı gerçeğinin üstünü örtmeye de yetmemektedir.
1937 – 1938dersim İsyanı’na katılanlardan Şeyh Hasanlı aşiretinin, yüzyıllar boyu madenlere saldırarak, sayısız maden emekçisini topluca öldürdüğü, maden işçilerini madende çalışmaktayken, onların köylerini basıp savunmasız kadınlarını, çocuklarını topluca katlettiği , köylerini yaktığı, mallarını yağma ettiği, paralarını soyduğu yazımızın başında aktardığımız Osmanlı Arşiv Belgelerinde kanıtlı bir gerçekliktir.
Sözüm ona “emekten, emekçiden” yana, “sol” gösterip “sağ” vuran etnik ayrılıkçı, kimi odakların, Dersimi değerlendirirken, Şeyh Hasanlı gibi isyancı Dersim aşiretlerinin reislerini ‘devrimci’ buna karşılık Atatürk’ü ve dönemindeki Türkiye Cumhuriyeti’ni ‘soykırımcı’, ‘ karşı devrimci’ olarak damgalayan yayınların çoğalarak sürdüğünü görüyoruz.
“Dünyanın yarısını her zaman ve dünyanın hepsini bir zaman aldatmak mümkündür; fakat bütün dünyayı her zaman aldatmak mümükün değildir.” diyen Atatürk, bu gibi durumlarla karşılaştığında şöyle dermiş:
“ŞAŞARIM AKL-I PERİŞANINA, AHMAK!,..”
İnönü’nün sözü daha kısaymış;
“HADİ CANIM SENDE!…”

http://norotila.blogspot.com/search/label/Dersim%20Dersi-Cengiz%20Özakıncı
This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, Bölücü KÜRTÇÜLÜK, İHANET VE YABANCI YANDAŞLAR, Tarih, TERÖR. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *