KÜRESEL POLİTİKALAR * Rusya-Ukrayna savaşı ve “siyah-beyaz” ikilemi üzerine…

Rusya-Ukrayna savaşı ve
“siyah-beyaz” ikilemi üzerine…

Haluk Dural – 7.03.2022
Milli Merkez Genel Sekreteri


Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı askerî harekât ülkemizdeki siyasi partileri ve muhalif aydınları, sahip oldukları ideolojilerine göre ayrıştıran bir turnusol kağıdı görevi yaptı.  Muhalif partilerin tamamı Rusya’yı kınayan, AB-D/NATO yanlısı açıklamalarda bulundular.

Muhalif aydınların bir kısmı etli sütlüye fazla karışmadan “savaşa hayır” ile özetlenebilecek hümanist bir tavır alırken, bir kısmı Atatürk’ün “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir” sözünü hatırlatarak Rusya’nın harekâtına karşı çıktılar. Bazı aydınlar ise iki ülke arasındaki savaşın bizatihi “siyah-beyaz” olduğunu görmeden “gri bölgeler” olduğunu ileri sürdüler. Diğer bir kısım ise bodoslamadan Rusya karşıtı (AB-D/NATO yanlısı) tavır takınarak, Rusya’nın da Ukrayna’nın NATO’ya alınması halinde kendi sınırlarına kadar dayanacak olan tehdide karşı ülkesini korumasını haklı görenleri kınamayı, Rusçu diye yaftalamayı seçtiler.

ABD’de 12 Ocak 1977’de Başkan olan Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan ve Amerikan dış politikası üzerinde önemli etkili iki kişiden biri olan Zbigniew Brezezinski (diğeri Henry Kissinger) döneminde Sovyetler Birliği’nin genişlemesine engel olmak üzere geliştirilen “yeşil kuşak” projesi ile Rusya’nın güneyinde yeralan Afganistan, Pakistan, İran ve Türkiye gibi ülkelerde radikal islami akımlara destek verilmeye başlandı.

Şikago ekolünün en bilinen temsilcisi Milton Friedman’ın parasalcı (monaterist) teorilerine dayanan ve Reagan-Theacher ikilisi tarafından desteklenen “küreselleşme” özü itibariyle; serbest piyasacı, ekonomiden devletin dışlanması, kamu varlıklarının özelleştirilmesi, sermayenin ülkeler arasında serbest dolaşımı, gümrük duvarlarının kaldırılması, hedef ülkelerde ithalatın serbestleşmesi nedeniyle tüketim kalıplarının değiştirilmesi, ithalat ihtiyacı için gereken dövizin dış borçlarla sağlanması, hedef ülkelerde “demokrasi, özgürlük, insan hakları” adı altında etnik ve dinî ayrılıkların kışkırtılarak “iç cephenin” çözülmesi ve böylece emperyalist yayılmacılığın önündeki en büyük engel olan “ulus devletlerin” zayıflatılmasıyla çevre ülkelerde “milletleşme” süreci durdurularak, mikro-milliyetçilik kışkırtılmaya başlandı.

Bu politikaları uygulamaya başlayan ülkelerde batı emperyalizminin hedefindeki gelişmekte olan ülkelerde filizlenmekte olan sanayileşme; hammadde ve ara mallar açısından %70-80 ithalata dayalı, küçük katma değer yaratabilen fason imalatçılığa dönerken, bu politikaları dayatan gelişmiş emperyalist ülkeler vize kısıtlamalarını arttırıp ve hattâ gerektiğinde önerdikleri neo-liberal politikaların tersine rekabet edemedikleri ithal mallar için gümrük koyarak kendi sanayileşmelerini tahkim edip, kendi “ulus devletlerini” güçlendirmeye devam ettiler.

Böylece sadece hedef ülkelerin sanayi yapıları çöküp, sanayileşmeleri durdurulurken bu dayatılan küreselleşmeci politikalara fazla yüz vermeyen, tam uymayan; Çin, Rusya, Hindistan, İran ve Kuzey Kore’de sanayileşme hızlandı.

Tabiatıyla bu küreselleşme yalanının ek bazı kavramlarca başka alanlarda da desteklenmesi gerekirdi. Bu nedenle başta ABD kökenliler olmak üzere batılı bazı düşünce kuruluşları tarafından 1990’lı yıllarda, geniş kabul görmeyen “jeoekonomi[[1]] ve jeokültür[[2]]” gibi kavramlar piyasaya sürülmeye başlandı.

Jeoekonomi, jeopolitik hedeflere ulaşmak için ekonomik araçların kullanılması veya jeopolitik gücün ekonomik hedefler için nasıl kullanıldığına vurgu yapar. Genel olarak, jeoekonomi uluslararası ekonomi, jeopolitik ve stratejinin kombinasyonu olarak düşünülebilir. Jeoekonominin uygulanmasında kullanılan en önemli kuruluşlar yönetimlerine ABD ve AB ülkelerinin hakim olduğu IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Tahkim kuruluşları, Uluslararası Derecelendirme (rating) kurumları ve benzerleridir. Örneğin ekonomik kriz yaşayan ülkeler IMF’ye başvurduklarında, mali yardım için yapılan anlaşmalar (stand-by) ile başvuran ülkeye kredi verilir, ancak her anlaşma öncesinde ilgili ülkeden sözlü bazı siyasi ödünler istendiği de bilinmektedir. Şu anda Rusya’ya karşı uygulanmaya başlanan ekonomik yaptırımlar bu kapsamdaki en yeni örnektir.

Jeokültür, esas itibariyle insanların resmî sınırlarla bölünmesine karşın sürdürdükleri toplumsal bağlarına ve ortak değerler temelindeki benzerliklerine odaklanan jeopolitik alt disiplinidir. Bu kavram ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi-BOP ile sınırların yeniden çizilmesi gerektiği (Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de yaşayan Kürtlere Hür Kürdistan devleti kurma hayalinin) tezinin dayanağı olarak, dünya kamuoyunun emperyalist yayılmacılığa tepkilerinin azaltılmasında kullanılır.

Batı kaynaklı bu tür insancıl kavramlar kullanılarak, sert güçler (hard power, başlıca silahlı güçler) kullanmasının önemini yitirdiği, bunun yerini yumuşak gücün (soft power, ekonomik ve kültürel) aldığı propagandası yapılırken, bu kavramları uyduranlar tam tersine örneğin; Afganistan, Irak, Libya ve Suriye ABD’ye sınırdaş olmadığı, ABD’ye yönelik herhangi bir askeri veya terörist saldırıda bulunmadıkları halde AB-B/NATO bu ülkelere “demokrasi, özgürlük, insan hakları” bahanesi ve çeşitli yalanlarla vahşice saldırmış, milyonlarca insanı öldürmüşlerdir.

Dikkat edilirse yumuşak güç (soft power) içinde yeralan IMF, Dünya Bankası, BM, NATO, Avrupa Parlamentosu, küresel yayın yapan medya kuruluşları hep AB-D ülkelerinin yönetiminde baskın olduğu kurumlardır. 1960’lı yıllarda Küba krizi yüzünden bozulan Amerika imajını tamir için geri kalmış ülkelere yollanan 50-60 bin dolayındaki “Barış Gönüllüsü” gibi casus ordularının yerini günümüzde kendilerini Hükümetler Dışı Organizasyonlar (Non-Government Organization-NGO) isimlendiren onbinlerce örgüt almış bulunuyor. Özellikle “insani yardım” amaçlı olan ve bugün dünya ölçeğinde sayısı 40.000’den fazla NGO’ların[[3]] büyük bölümü batılı ülkelere ait olan bu propaganda, istihbarat kuruluşlarının ülkelerine girmesine müsaade etmeyen İran, Kuzey Kore veya faaliyetlerini kısıtlayan Çin, Rusya gibi ülkeler ABD tarafından “haydut” veya “düşman” ülke olarak sınıflandırılır.

Jeokültür kavramının kullandığı kavramlar genel olarak; evrensel hukuk, adalet, insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, uzlaşma kültürü, sanat, edebiyat, felsefe ve dildir. Batılılar bu kavramları kendi menfaatleri söz konusu olduğunda, kendi çıkarlarına göre yorumlar, eğip bükerler. Bu kavramlar daima yayılmacı Batılı ülkelerin nüfuz alanlarında gördükleri ülkelere yaptıkları askeri müdahalelerde gerekçe olarak kullanılır.

ABD ve müttefikleri uluslararası hukuk gereği BM Güvenlik Kurulu’ndan alınması gereken kararlar olmadığı halde Afganistan, Irak, Libya, Suriye’ye içini boşalttıkları bu kavramları kullanarak saldırırlar. Ama Suudi Arabistan’a hiçbir zaman demokrasi, özgürlük, insan ve kadın hakları götürmezler. 1948 tarihli BM Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Anlaşması hükümleri çok açık olduğu halde Sözde Ermeni Soykırımını tanırlar, çevreyi en çok kirletenler kendileriyken, karbon salınımının %65’i sanayileşmiş 6 ülkeye aitken, Afrika kıtasının payı ise %1 dolayındayken geri kalmış/gelişmekte olan çevre ülkelere ders vermeye kalkarlar.

Batılı emperyalist ülkelerin uzlaşma kültürü yoktur, istediklerini son kertede daima silah zoruyla alırlar. Fransa elektrik üretiminin %75’ini nükleer santrallardan sağladığı için uranyum ihtiyacı yüksektir. İhtiyacının önemli bölümünü orta Afrika ülkelerinden (Nijer) sağlar. Bu ülkelerde iktidar ulusalcılara geçtiğinde, yeni yönetimlerle uzlaşmak yerine iç karışıklıklar teşvik edilip, çıkan çatışmalara arabuluculuk yapılarak değiştirilen iktidarlarla yeniden dayattığı şartlarla çalışılır. Örneğin Ruanda zengin niyobyum ve tantal cevheri yataklarına sahiptir ve Fransa bu ülkede sebep olduğu iç savaşta yaşanan soykırım nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaktadır.

Sanayileşmiş emperyalist ülkeler neden jeopolitik kuramlar geliştirirler?

Ülkelerin yayılmacı siyasetler geliştirmeleri, devamı oldukları eski güçlü imparatorluklardan kalan genetik bir miras değildir. Örneğin Moğollarda yeniden bir Cengiz İmparatorluğu kurmak gibi yayılmacı iştahını kabartacak bir genetik kalıntı yoktur. Benzer şekilde İspanyol, Portekiz, Belçika, Hollanda, Japonya gibi ülkelerde yayılmacılık emelleri körelmiştir.

Ancak gelişmiş, sanayileşmiş kapitalist ülkelerin yayılmacılık siyasetinin ardında, kapitalist üretim ilişkilerinin doğası gereği, üretimden elde ettikleri kârı maksimize etme dürtüsü yatar. Kapitalist ülkelerin elitleri kâr maksimizasyonu için üretim maliyetlerini azaltmak isterler. Diğer bir deyişle daha az enerji, daha az işçilik ve daha az hammaddeyle birim zamanda daha büyük ölçeklerde daha çok üretim yapmayı hedeflerler. Bu amaca ulaşmak için;

1-    Üretim teknolojisini geliştirirler. Kârlarını, büyük ölçekli ve ileri teknolojili yatırımlara çevirdiklerinde ise istihdam azalır. Bu durum; üretimdeki işçi sayısı azaltırken, işsizliğin artmasına yolaçarlar. Toplumsal barışı bozarlar.

2-    İşgücü maliyetini düşürmek için ücretleri kısarlar ama alım gücü düştüğünden ürettikleri mallara talep azalır, satışlar düşer, pazar daralır, stokları artar, üretimde âtıl kapasiteler büyür. Ekonomik kriz kaçınılmaz olur.

3-    Sürekli ve ucuz hammadde temin etmek için kendi ülkelerindeki kaynaklar yetmez veya pahalı olursa veya tüketince, diğer ülkelerin hammadde kaynaklarına yönelirler. Uygun fiyatla hammadde alamazlarsa ülke yönetimlerine müdahale eder, direnişle karşılaştıklarında savaşır ve işgal ederler.

4-    Kesintisiz ve ucuz enerji peşinde koşarlar, kendi kaynakları yetmezse diğer ülkelere müdahale eder, gerektiğinde işgal ederler.

Kapitalist üretim sisteminin bu “eşitsiz” gelişimi, sonuç olarak ekonomik krizlere[[4]], ülke içinde kargaşaya ve sonunda uluslar arasında savaşlara neden olur.

Soğuk Savaş döneminin sonlarına doğru Sovyetler Birliği’nin ekonomik olarak zayıfladığını değerlendiren ABD liderliğindeki batılı emperyalistler jeopolitik hedeflerine erişmek için, 21. Yüzyılı şekillendirmek amacıyla kullandıkları başlıca jeostratejik araçları devreye soktular:

– Öncelikle ABD merkezli Tek Kutuplu Dünya kurmak Sovyetler Birliği’ni dağıttılar,

– Yayılmacılıklarına gerekçe yaratmak için Medeniyetler Çatışması adı altında İslam diye yeni bir düşman yarattılar,

– Emperyalist yayılmacılığın önündeki en büyük engel olarak gördükleri Ulus Devletleri zayıflatmak ve/veya yıkmak için siyasal ve kültürel silah olarak özünü boşalttıkları “Demokrasi, İnsan Hakları, Bireysel Özgürlük (Bağımsızlık değil !)” kavramlarını hedef ülkelerdeki işbirlikçi bayraksız aydınlar eliyle topluma yaydılar,

– Sovyet sistemi iflasını liberal ekonominin zaferi diye ilan ederek, “küreselleşme” fırtınasıyla işbirlikçi iktidarlar eliyle ulus devletlerin ekonomilerini tüketime-ithalata çevirerek ülkeleri aşırı dış borca sokup, istikrarsızlaştırıp kırılganlaştırarak “iç cepheyi” çökertip müdahaleye açık hale getirdiler.

Örneğin, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Varşova Paktı ve COMECON ortadan kalkınca, dış ticaretini dolarla yapmak zorunda kalan Yugoslavya, ödemeler dengesi bozulunca hızla artan dış borç, enflasyon ve ekonomik krizin çözümü için IMF’ye başvurdu, destek anlaşması imzalandı, özelleştirmeler başladı, ayrıca sözlü talepler içinde yeralan özel televizyonların kurulması istendi. İşsizlik nedeniyle eve kapanan kadınlara özel televizyonlardan “Brezilya dizileri” afyon olarak sunularak ülke sorunlarından kopartıldılar (bu program size Özal ve sonrasını hatırlatmıyor mu?). İç ayrılıkları körükleyip, toplumları silahlı çatışmaya zorladılar, sonra barışı sağlamak için ABD öncülüğünde NATO’yu devreye sokup, ülkeyi bombardıman ettiler ve ayrışan devletleri paylaştılar.

Rusya-Ukrayna çatışmasına dönersek…

Zengin enerji ve doğal kaynaklara sahip Rusya’nın bu kaynaklarına göz diken AB-D emperyalizmi 17,13 milyon km2 büyüklüğündeki topraklarını 146 milyonluk nüfusuyla koruyamayacağının hesaplarını yapan AB-D emperyalizmi, “düşman” ilan ettiği Rusya’yı kuşatmak için NATO’yu doğuya doğru genişletmeye başladılar.

Rusya, 14 Temmuz 2007’de, NATO ve Varşova Paktları arasında 19 Kasım 1990’de Paris’te imzalanıp 1992 Temmuz ayında yürürlüğe giren Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması-AKKA’dan (Conventional Armed Forces in Europe-CFE), Amerika’nın Romanya ve Bulgaristan’da sabit üsler kurarak AKKA anlaşmasını ihlâl ettiği belirterek, anlaşmayı askıya aldı. ABD tarafından yalanlanmasına rağmen ABD ile bu iki ülke arasında kalıcı askeri üsler kurulması için 2006 yılında imzalanan anlaşmalar Amerikan medyasında yayınlandı.[[5]]

ABD ve Bulgaristan Dışişleri Bakanları 28 Nisan 2006 tarihinde üç askeri üs konusunda anlaşma yaptılar. Bu anlaşmayla Bulgaristan’ın orta bölümünde yer alan Graf Ignatievo Havaalanı ile Türkiye sınırına yakın yerlerde bulunan Bezmer Hava Üssü ve Novo Selo Askeri Eğitim Üssü ABD kontrolüne verildi.

Romanya’da ise Mihail Kogalnice Hava Üssünde konuşlanması düşünülen 3 bin civarında olması beklenen ABD askeri gücünün yanında Devesulu üssü Amerikalılara verildi.

Bu gelişmeler üzerine Rusya 2015 yılında AKKA anlaşmasından tamamen çekildi.

AB-D/NATO doğuya doğru genişlemeye devam ederek, son kertede 1991’de bağımsızlığını kazandığından buyana Ukrayna’da SOROS vakıfları ve benzeri NGO’lar vasıtasıyla kamuoyunda Rusya düşmanlığını körüklerken, ülkeye soktukları özel kuvvetler/paralı askerler vasıtasıyla neo-Nazi grupları silahlandırıp, eğitmeye başladılar.

Romanya ve Polonya’daki ABD füze üsleri

Rusya’nın Karadeniz ile Moskova arasındaki üslerden ABD’ye doğru atılacak nükleer başlıklı kıtalararası balistik füzeler Polonya-Redzikowo’daki Ustka-Wicko yerleştirilen Aegis SM-3 Block 2A (RIM-161 A) füzesavarlarının hedefi olacaktır. Ancak Amerikan füzasavarlarının, Rus balistik füzelerinin eriştiği hız ve irtifada onları yakalaması mümkün görülmemektedir.[[6]]

ABD, Polonya’daki üsse yerleştirdiği füzesavar sisteminin yetersiz kalacağını hesapladığından, ek tedbir olarak Rusya’nın Karadeniz’in kuzeyinde bulunan Kıtalararası Balistik Füze üslerini tehdit altına almak için bu sefer, İran’dan Avrupa’ya ve ABD’ye atılacak balistik füzelere karşı olmak bahanesiyle Romanya’nın Devesolo üssüne karada-konuşlu Aegis füzesavar sisteminin SM-3 Block 2A füzelerini yerleştireceği Mk-41 dikey fırlatma kovanları (Vertical Launch System-VLS) koymuştur.

Ancak Romanya’ya yerleştirilen Aegis sistemindeki AN/SPY-1 radarlarının hedef tespit menzili çok kısadır, (yaklaşık 185 km[[7]]) ve füzesavar füzelerinin en gelişmişi olan RIM-161A bile, ABD’nin İran’ın uzun menzilli füzelerine karşı çok yavaştır. Aegis radarları uçakları izleyebilir ve birkaç 10 km’lik menzilde füzeleri uçaklara kilitleyebilir. Ancak uçakların radar resimleri, uzun menzilli balistik füzelerin savaş başlıklarının imajından yüzlerce veya binlerce kez daha büyüktür. Balistik füze savaş başlıkları yüksek hızları nedeniyle yüzlerce km uzaklıktan tespit edilmelidir ki, Aegis radarları bunun için yetersizdir. ABD bu üs tamamlanana kadar 2019 Nisan ayında bu üsse geçici olarak yerleştirdiği Yüksek İrtifa Hava Savunma-THAAD (Terminal High Altitude Area Defense) füze sistemini 2019 Ağustos ayında geri çekmiştir.[[8]]

THAAD sistemi kıtalararası balistik füzelere karşı kullanılan karadan-havaya bir yüksek irtifa füze savunma sistemi olup, saldırı amaçlı değil savunma amaçlıdır (Aynen S-400 gibi). Dolayısıyla Rusya için tehdit değildir.

Aynı şekilde gerek Romanya ve gerekse Polonya’daki üslere yerleştirilecek Füze Kalkanı SM-3 füzeleri yerden-havaya, düşman hava hedeflerine karşı kullanılan savunma sistemleridir. Bu nedenle Rusya için tehdit değildir.

Ancak, ABD’nin bu SM-3 füzesavar bataryalarının Mk41 model kovanlarına her zaman W84 model 150 kilotonluk taktik nükleer başlıklı Tomahawk seyir füzeleri yerleştirme imkanı vardır.[[9]] Bu üslere beyan edildiği gibi SM-3 Füzesavar füzeler yerleştirilmiş olsa, bu füzeler de karadan-havaya atılan türden olduğu için Rusya’ya doğrudan tehdit olamaz. ABD’nin Yunanistan’ın Dedeağaç limanından çıkarttığı binlerce ton malzeme içinde veya Polonya’ya yolladığı askeri malzemeler içinde Tomahawk seyir füzeleri olup olmadığını bizlerin bilmesine imkân yoktur. Eğer bu konuda bir iddiayı Rusya Devlet Başkanı yaptığı açıklamada “sınırımıza bizi vuracak füzeler yerleştirdiler” mealinde dile getiriyorsa, durup düşünmek gerekir. (Herhalde Rusya devletinin askeri istihbaratının bu bilgilere erişebilecek gücü vardır.)

ABD’nin bu muhtemel nükleer tehdidine karşın Rusya ABD ve NATO’ya yazılı uzlaşma teklifi sunarak, açıklandığı kadarıyla;

– Kırım üzerinde Rusya’nın egemenliğinin tanınması,

– Ukrayna hükümetinin neo-Nazilerden arındırılması, Ukrayna ordusunun zayıflatılması,

– Ukayna’nın NATO’ya alınmayarak, özel tarafsızlık statüne kavuşturulması,

istenmiş, ancak bu tekliflerin tamamı AB-D/NATO tarafından reddedilerek Rusya’ya, Ukrayna’da özel askeri operasyon yapmaktan başka seçenek bırakılmamıştır.


Sonuç

Yazımızı jeopolitik ve jeostratejik uzmanı-yazar değerli E. Tuğg. Nejat Eslen’nin katıldığımız yorumuyla bitirelim:[[10]]

“Dünya tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Ukrayna savaşı, Avrupa’da güvenliği ve istikrarı sağlayacak uluslararası bir kurumun olmadığını kanıtlamıştır”.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna stratejisi “Ukrayna coğrafyasını NATO’ya karşı bir tampon bölgeye dönüştürmek, Rusların da yaşadığı bölgeleri Ruslaştırmak, belki de ilhak etmek, Rusya’ya dünya gücü statüsü kazandırmak istemektedir.”

“Rusya ve Ukrayna bizim kuzey komşumuz. Türkiye, taraf olmamalı, sona erdirilmesi için arabuluculuk yapmalı, Ukrayna halkına insani yardım sağlamalı.”

“Bu savaş, küresel güç mücadelesi içinde oluşan jeopolitik fay hattında gelişen yıkıcı-yapıcı kaosun ürettiği jeopolitik bir depremdir.”

“Savaş, Ukrayna coğrafyasında Atlantik ve Avrasya güçleri arasında gelişmektedir.”

“Ukrayna savaşı ile dünya tarihinde yeni bir dönem başlamıştır.”


[[1]] : https://en.wikipedia.org/wiki/Geoeconomics
[[2]] : https://en.wikipedia.org/wiki/Cultural_geography
[[3]] : https://www.apa.org/international/united-nations/publications
[[4]] : Haluk Dural, Kondratiyev Dalgaları ve Kriz, 12.07.2009  https://www.academia.edu/38523415/Kondratiyev_Dalgalar%C4%B1_ve_k%C3%BCresel_kriz
[[5]] : https://www.washingtontimes.com/news/2006/apr/24/20060424-121528-1841r/
[[6]] : Ayrıntılar için Bkz. Haluk Dural, Rusya-Ukrayna sorunu aslında Rusya-ABD Füze Krizidir, 4 Şubat 2022,    https://www.academia.edu/70381004/Rusya_Ukrayna_sorunu_asl%C4%B1nda_Rusya_ABD_F%C3%BCze_Krizidir
[[7]] : https://en.wikipedia.org/wiki/AN/SPY-1
[[8]] : Almanya-Stuttgart merkezli ABD Avrupa ve Afrika Ordu Komutanlığı resmi sitesindeki 9 Ağustos 2019 tarihli açıklamaya göre https://www.europeafrica.army.mil/ArticleViewPressRelease/Article/1930001/thaad-soldiers-system-returns-to-us-following-european-deployment/
[[9]] : Ayrıntılı bilgi için bkz. Haluk Dural, Rusya-Ukrayna sorunu aslında Rusya-ABD Füze Krizidir,  https://www.academia.edu/70381004/Rusya_Ukrayna_sorunu_asl%C4%B1nda_Rusya_ABD_F%C3%BCze_Krizidir
[[10]] : https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/emekli-tuggeneral-eslen-rusya-ukrayna-savasini-degerlendirdi-1913562
This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, KÜRESEL POLİTİKALAR. Bookmark the permalink.

One Response to KÜRESEL POLİTİKALAR * Rusya-Ukrayna savaşı ve “siyah-beyaz” ikilemi üzerine…

  1. emin says:

    Paylaşım Savaşlarıdır bu…Uktaynadaki faşistler temizlenmelidir…Tam bağımsızlık karakterimdir.Nasıl ki…Gürcistan Başkan,ı Nasıl sünnet edildiyse Zelenski de sünnet edilecektir.Ülkemizin bağımsızlığı önemlidir.MONTRÖ belgesidir….Kerizmatiklere ithaf ediyorum…..Rusya ,nın bu savaşı NATO savaşıdır.Gelecek doğudadır.Batı medeniyeti insani değildir…Medeniyet Rönesansla gelmiştir.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *