Araştırma yazısı * KIBRIS ADASINDA RUMLARIN YAPTIĞI KATLİAMLAR * ATİLLA BARIŞ HAREKÂTI * SİYASAL GELİŞMELER

CYPRUS – 123rf.com.photo_3578471_vintage-1907

Kıbrıs Harekâtı (TSK kod adı: “Atilla Harekâtı”, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde “‘Kıbrıs Barış Harekâtı'”, , 20 Temmuz 1974’te Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’ta başlattığı askerî harekât.

Tarihe meraklı araştırmacılar ve değerli okur,
KIBRIS BARIŞ HAREKÂTININ 48. yılında aşağıdaki uzun yazıyı okumanıza sunuyorum.  Amaç, Kıbrıs Türk’lerine karşı Rum’ların planladığı AKRİTİRİ operasyonlarıyla Ada Türk’lerinin sistematik katliamlarla soykırımla Ada’da Türk varlığını yok etmek operasyonlarını kayda düşmektir.
Aşağıdaki yazıda bu katliamlar Kıbrıs’ta yayımlanan gazetelerden alınarak kronolojik olarak yazılmıştır. Bununla birlikte barış Harekâtı öncesi ve sonrası Türkiye’nin Kıbrıs Adasına ait dış politikaları ve Uluslar arası politikalar, gelişmeler yazı içinde kısmen yerini almıştır.
Kıbrıs Adasının ABD ve AB’nin tüm baskılarına rağmen günümüze kadar Yunanistan tarafından İlhak edilememesinin ardında değerli devlet adamı sayın Dr. Fazıl Küçük ve Devlet adamı, siyasetçi, yazar, avukat sayın Rauf Denktaş’ın verdikleri büyük ve teslimiyetçi olmayan hukuk mücadelesi vardır.
20 Temmuz 2022 Tarihinde 48. Yılını kutladığımız KIBRIS BARIŞ HAKEKÂTINDA Rumlar tarafından katledilmiş Kıbrıs Türk vatandaşlarını, Harekat süresinde şehit olmuş TSK mensuplarımızı, sayın devlet adamları Dr.Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş’ı saygı ve rahmetle anar, Kıbrıs Gazilerini saygı ile selamlarım. 
Naci Kaptan – 20 Temmuz 2022
KIBRIS ADASINDA RUMLARIN YAPTIĞI KATLİAMLAR *
ATİLLA BARIŞ HAREKATI BARIŞ HAREKÂTI * SİYASAL GELİŞMELER
Naci Kaptan – 20 Tem 2022

Türkleri kökünden kazımak için and içmiş, köpeğini Türk adıyla çağıracak ve onu Türk adı taşıdığı için öldürecek kadar gözü dönmüş Rum faşisti Deli Hristo‟nun kızı Nitsa‟nın ve annesinin düşüncesi, onun tam tersidir:
“- Ne oldu sana kızım? Diye sordu Nitsa‟ya annesi. “Son günlerde çok iyi idin. Ansızın içine kapandın yine. Hem de eskisinden daha çok.
– Korkuyorum anne! Korkuyorum.
– Korkmakta haklısın kızım. Ülkemiz çok kötü günler geçiriyor. Zavallı Türkler! Olan onlara oluyor. Baksana, bir yerlerde hiçbir iz bırakmadan kayboluyor, öldürülüyorlar. Köylerini, evlerini bırakıp kaçıyorlar. Yazık bu insanlara! Yazık! Ama bizim yapacağımız bir şey yok.” (İsmail Bozkurt, 2002:129)

Akritas Planı
Akritas planının hedefi Türk halkını ani bir saldırı ile yok etmek ve adayı Yunanistan’a bağlamaktı. İlk olarak 21 Nisan 1966 tarihinde Patris Gazetesi’nde plan açık bir şekilde yayımlanmıştır. Planın hazırlayıcıları arasında Akritas kod adlı İçişleri Bakanı Yorgacis, Cumhurbaşkanı Makarios, Meclis Başkanı Klerides, 16 Şubat 2003 tarihinde Rum Yönetimi Başkanlığı’na seçilen Tasos Papaduplos gibi kişilerden oluşmaktaydı.
EOKA ‟Kıbrıslı Savaşçılar Milli Organizasyonu”, 21 Aralık 1963’te, masum ve silahsız birçok Türkü yaralayarak ve/veya öldürerek Akritas Planını uygulamaya başladılar. Atina’da yayımlanan Nea gazetesi Rum gençlerinin Atina’da silahlı eğitimden geçtiklerini yazmıştır.” Bu EOKA’cı Rumlar “Kanlı Noel” adı verilen 21-27 Aralık 1963 tarihleri arasında, yüzlerce Türk’ü öldürdü, binlercesini ise yaraladı.
EOKA Georgios Grivas                                     Papaz makarios-                                             OPEK- Nikos Sampson
93 Harbi’nde Rus İmparatorluğu karşısında yenilen Osmanlı, Ruslara karşı fazla ödün vermemek amacıyla, Birleşik Krallık’ın isteği üzerine Berlin Antlaşması kapsamında 92.799 sterlin karşılığında adayı 4 Haziran 1878 tarihinden itibaren imzalanan Kıbrıs Sözleşmesi ile kiralandı. Osmanlı mülkiyeti devam ediyor sayılmakla birlikte, yönetim tamamen Birleşik Krallık’a geçti. Birleşik Krallık adayı “Komiser” diye tabir ettiği yüksek rütbeli yöneticilerle idare etmiştir.
1914’te başlayan I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın Birleşik Krallık karşısındaki Almanya’nın yanında savaşa girmesi üzerine Birleşik Krallık adayı 5 Kasım 1914’te ilhak edip adaya vali tayin etti. 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 21. Maddesi gereğince, Birleşik Krallık’a ilhakı tanındı.1925 yılında Kıbrıs Crown Colony olarak ilan edildi ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atandı.
Ekim 1931’den itibaren Rumlar Enosis isteğiyle ayaklandı, Rumlar’ın Birleşik Krallık yönetimine karşı ayaklanması sonucu Birleşik Krallık’ın politikası sertleşti. Yunan ve Türk tarihinin okutması, iki ülkenin bayraklarının kullanılması ve Yunan ya da Türk ulusal kahramanlarının resimlerinin sergilenmesi yasaklandı.
Ocak 1950 tarihinde Doğu Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs Türk toplumunun boykot ettiği bir referandum düzenledi. Referandumun sonucunda, katılan halkın %90’ı Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesi düşüncesi olan enosis lehinde oy verdi. 1955’te Kıbrıslı Rumların kurduğu EOKA örgütü Birleşik Krallık kuvvetlerini adadan çıkarmak için silahlı eylemlere başladı. Bu zaman zarfında Kıbrıs Türkleri de silahlanmaya başladı ve Birleşik Krallık adanın tüm bölümünü kontrolde tutmakta zorlanıyordu. Bu tarihten itibaren taksim isteğinde bulunan Türkler ile enosis isteyen Rumlar birbirleri ile çatışmaya başladı.

103 köyde 30 binden fazla Türk ev ve malları tahrip edilerek göçmen durumuna düşürülmüştü. Bu Türkler, çadırlarda, sinema salonlarında okullarda barınmak zorunda bırakılmıştır. Aynı zamanda Kıbrıs Türklerinin haberleşmesi, ulaşımı, ekonomik ilişkileri tamamen yasaklanmıştı. BM Barış Gücü, Kıbrıs Türklerine karşı yürütülen bu yoğun ekonomik kısıtlamalar ve aralıksız sürdürülen terör hareketleri karşısında tepkisiz kalmıştır. Tüm bunlara rağmen Kıbrıs Türkleri direnişine devam etmiştir. Rumlar bunu hazmedememiş ve 1967 yılında adaya Yunanistan’dan gizlice getirdikleri 20.000 civarında askerlerle birlikte Türk köylerine saldırmışlardır. Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı yapılan saldırılarda birçok Türk hayatını kaybetti veya yaralandı.

RUMLARIN YAPTIĞI KATLİAMLAR
1 Nisan 1955 tarihinde Rumlar tarafından EOKA örgütü kuruldu, örgüt korku salma ve yıldırma politikası izleyerek Türklere zarar vermeye başladı. EOKA’ cılar 1958-1963 yılları arasında bazı köylerde hiç bir sebep olmadan işine gücüne gitmeye çalışan, yolda yürüyen v.b masum Türkleri öldürmeye başlayarak katliamlar gerçekleştirmişlerdir. Bunlar sırasıyla;
Sinde Katliamı (12 Temmuz 1958), Atlılar Katliamı (13 Temmuz 1958), Arnayi Katliamı (13 Temmuz 1958), Üç Şehitler (19 Temmuz 1958) ve Goşşi Katliamı (19 Temmuz 1958) dır.
Sinde Katliamı (12 Temmuz 1958) 1958 Temmuz ayı Kıbrıslı Rumların Türk halkına karşı giriştikleri katliam hareketlerinin en yoğun olduğu aylardan birisi olmuştur. “1958 Temmuz ayında Rumlar, özellikle 12 Temmuz’dan başlayarak hemen hemen her gün veya gün aşırı olmak üzere Türklere saldırılarda bulunarak çok sayıda Türk öldürmüş, birçoğunu da yaralamışlardır. 12 Temmuz 1958’de yer alan ilk olayda Rumlar çeşitli işyerlerinde çalışmak üzere 4 araçlık (1 otobüs, 1 kamyon ve 2 otomobil ) bir konvoyla köylerinden ayrılan İnönülü Türklere, yolu kalasla keserek pusu kurmuşlar ve ateş açarak 5 Türkü şehit edip, bazılarını da yaralamışlardır. Şehit edilen Türkler şunlardır: 59 yaşındaki otobüs şoförü Yusuf Hasan, 49 yaşındaki Ali Mustafa Yorgancı, 44 yaşındaki Mehmet İbrahim, 37 yaşındaki Ali Hasan ve 14 yaşındaki Ahmet Mehmet. ”

Bu olaylar karşısında 2500 Türk nüfusu bulunan Luricina köyü halkı da sessiz
kalamamış Türkiye Başbakanına ve adanın Ada Vali’sine birer protesto telgrafı
göndermişlerdir. Bu telgraflarda:
“Başvekil Sayın Adnan Menderes – ANKARA
Sinde hadisesi tam manisiyle bir katliamdır. Her gün çıkan hadiseler seksenlik kadınlarımız, doksanlık din adamlarımız caniyane katli buna ispat ediyor. Evlerimizde kapalı çocuklarımızın açlık ve sefaletten ölmelerinden korkuyoruz daha ne kadar sabredeceğiz? Tez zamanda Taksimin tahakkukunu yahut ölümü bekliyoruz. Buna rağmen namus ve canımızı korumak azmindeyiz. Bu feci durumu yaratan felce uğramış Foot hükümetini şiddetle protesto eder, lanetle anarız.
İki bin beş yüz nüfuslu Luricina köyü Türkleri – Hüseyin Kubilay Luricina

Vali Sir Hung Foot, LEFKOŞA
Feci Sinde hadisesi, her gün vuku bulan öldürmeler, seksenlik kadınlarımızın, doksanlık din adamlarımızın hunharca katli, tam manasıyla bir katliamdır. Masum Türk cemaatini evlerine kapayan, onları ıssız ve dolayısıyla aç ve sefil bir vaziyette çocuklarının ölümünü beklemeye bırakan mefluç ve can ve namus emniyetini teminden aciz idarenizi şiddetle protesto eder, daha çok tesirli emniyet tedbirleri almanızı şiddetle talep ederiz.
İki bin beş yüz nüfuslu Luricina köyü Türkleri – Hüseyin Kubilay Luricina”

Ağustos 1974’te Rum terör örgütü EOKA-B tarafından öldürülerek yakılan ve toplu mezarlara gömülen Muratağa köyünden 15 kişinin cenazesi 20 Aralık 2018’de toprağa verildi.
Atlılar Katliamı (13 Temmuz 1958)
1958 Temmuz ayı içinde Rumların Türklere karşı giriştikleri ikinci katliam, İnönü köyü katliamından bir gün sonra 13 Temmuz 1958’de küçük bir Türk köyü olan Atlılar (Aloda) köyünde meydana gelmiştir. Rumlar, hayvancılıkla uğraşan Atlılar köyünden 3 Türk’ü hayvanlarını otlatırken katletmişlerdir. Bu Türkler, 54 yaşındaki Hasan Süleyman, 30 yaşındaki Hüseyin Hasan ve onun 16 yaşındaki kardeşi Arif Hasan’dır. Katledilen Türklerden Hasan Süleyman’ın oğlu Hüseyin Güler olay sırasında 11 yaşında idi ve olaya şahit olmuştur.

Arnayi Katliamı (13 Temmuz 1958)
“Arnayi köyünün Papos mevkiinde sürüleri otlatmakta olan üç Türk çoban birden bire otomatik silahlarla mücehhez Rumlarla karşılaşmışlar ve derhal kaçmaya başlamışlardır. Ellerindeki silahları kullanmaya, aynı zamanda masum müdafaasız Türklerin ardından aç kurtlar gibi koşmaya başlamışlardır. Bu şekilde devam eden devamlı ateş karşısında 16 yaşındaki Arif Hasan ile 32 yaşındaki Hüseyin Hasan isimlerindeki iki kardeş canavar Rumların kahbece kurşunları neticesinde şehit düşmüşlerdir. Hasan Hüseyin isimli üçüncü Türk ise büyük bir şans eseri bu taarruzu ağır yaralı olarak atlatmıştır. Yine Karpaz köylerinden Arnayi’den pek uzak olmayan Ziyamet köyünde canavar EOKA’cı Rumlar, ellerindeki otomatik silahlarla evinin bahçesinde çalışmaya çabalayan 80’lik bir ihtiyarı taş yüreklerinde hiç acı hissetmeden öldürdüler. Zavallı masum Hasan Ahmet işte bu şekilde şehitlik mertebesine erişmiştir. Diğer taraftan Litvatya köyü açıklarında Türk bir çobana ait bir ceset bulunmuştur. Ovada sürülerini otlatmakta olan 60 yaşındaki Tahir Cafer EOKA’cı Rumlar tarafında öldürülmüştür.

Üç Şehitler Katliamı (19 Temmuz 1958)
1958 yılının Temmuz ayında EOKA’cı Rumların işlediği bir başka katliam ise Temmuz ayının 9. güne kadar Goşi diye bilinen ve o olaydan sonra ÜÇ ŞEHİTLER ismini alan köyün sakinlerinden 3 Türk gencini vurarak şehit edilmesi olayıdır. Bu olaydan sonra, Lymbialı Rumlar bölgedeki Türklere köylerinin yakınlarındaki tarlalarını ekmelerine izin vermemişlerdir. Bölgedeki şehitlerimiz daha sonra Akıncılar köyüne defnedilmiş ve Barış Harekâtından sonra da Düzova köyü mezarlığına gömülmüştür

24 Temmuz 1958 günü yayınlanan Halkın Sesi Gazetesinde “Yemek masasında Türk Ailesinin başına gelen” başlığı altında şunları yazmıştır:
“Geçen pazartesi gecesi akşam yemeklerini yemek için masaya oturan Lefkoşa kazasına bağlı Analyonda köyündeki bir Türk ailesi silahlı bir gangster grubunun saldırısına maruz kalmış ve neticede ailenin tüm fertleri ağır surette yaralanarak Lefkoşa hastanesine kaldırılmışlardır. Bu barbarca olayda yaralanan Türkler şunlardır. 20 yaşındaki Mehmet Ali Hasan, 46 yaşındaki Saffet Hasan; 12 yaşındaki Münise Hasan ve 70 yaşındaki Pembe İsmail. 46 yaşındaki Saffet Hasan ve Pembe İsmail aldıkları yaralara dayanamayarak ölmüşlerdir. 12 yaşındaki çocuklara dahi acımayan, gözlerini kan bürümüş gangsterlerin bu hareketi mensup oldukları cemaatin barbarlığını en açık şekilde göstermektedir.”
25 Temmuz 1958 günü yayınlanan Halkın Sesi Gazetesinde “Dün yine iki Türk Şehit edildi” başlığı ile verdiği haberde şunları yazmıştır:
“Bütün adaya şamil 48 saatlik sokağa çıkma yasağı dün de devam etmesine rağmen, Mağusa ilçesinin Aysimyo ve Neda köyleri arasında bir Türk vurularak öldürülmüştür. İkinci bir Türk de Girne kazasının Vasilya köyü civarında av tüfeği ile vurulmuş ve ölü olarak bulunmuştur. Mağusa kazasında öldürülen Türk Hüseyin Mehmet ise Salih Mustafa isimli 70 yaşında bir çobandır.”
29 Temmuz 1958 günü yayımlanan Halkın Sesi Gazetenin haberinde “28 Temmuz 1958 günü adanın muhtelif yerlerinde işlenen cinayetler sonuncunda 4 Türkün hayatlarını kaybettiklerini birçok Türkün çeşitli yerlerinden yaralandıklarını bildirmiştir. İlk cinayet başkent Lefkoşa’da işlenmiş ve Mustafa Necip isimli 70 yaşındaki bir Türk vurularak öldürülmüştür. Baf kazasının Milya köyünde yatağında yatmakta olan 90 yaşındaki bir ihtiyar vurularak öldürülmüş ve 75 yaşındaki karısı da yaralanmıştır. Adanın diğer bölgelerinde meydana gelen olaylarda 2 Türk öldürülmüş birçoğu da yaralanmıştır.”
31 Temmuz 1958 günü yayınlanan Bozkurt gazetesinin haberinde “Dün Yine Eokacılar Türklere pusu kurdular” başlığı altında verdiği haberde üçü çocuk 8 Türkün ağır şekilde yaralandıklarına dair haberde şunları yazmıştır: “Gazete 30 Temmuz 1958 günü sabahı 30 kadar Türkü köylerine götürmekte olan araç, Lefkoşa- Baf yolunun 38. milinde pusuya düşürüldü. Pusuya katılanlar av tüfekleri ve tabancalar taşımakta idiler. Arabada seyahat etmekte olan ve aralarında 1, 8 ve 12 yaşında çocuklar da bulunan 8 Türk çeşitli yerlerinden yaralandılar.

Goşşi Katliamı (19 Temmuz 1958) Rumlar katliamlarına acımasız bir şekilde devam etmiş bu seferde Goşşi Türk köyünde masum insanları öldürmüşlerdir. Bu katliam sonucunda 3 Türk hayatını kaybetmiştir. Olayı Halkın Sesi Gazetesi şu şekilde yayımlamıştır:
“Olay Goşşi Türk köyünde cereyan etmiştir. Köylerine köy yakınındaki bir bölgeden su getirmeğe giden üç genç Türk, Rumların pusularına düşmüşler ve neticede her üçü de vaka mahallinde hayata gözlerini kapamışlardır. Katliama müteakip köyde sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Goşşi katliamı üzerine faaliyete geçen emniyet kuvvetleri Goşşi’den uzak olmayan Rum Limya köyünde 40 adet bomba bulmuştur. Tevkif yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir.”

21 Aralık 1963 günü Kıbrıs tarihine ‟Kanlı Noel” olarak adlandırılan süreçte adada yasayan bütün Türkleri ortadan kaldırmaya yönelik Akritas Planı devreye sokulmuştur. EOKA’nın eli kanlı liderlerinden Nikos Sampson’un kurduğu OPEK (Kıbrıs Rumlarını Koruma Teşkilatı) 1961 Nisan’ında Başkan Promitheus imzasıyla yayımladığı bir bildiriyle hem Kıbrıs Türklerine ve Türkiye’ye, hem de Kıbrıslı Rumlara gözdağı vermeye çalışmıştır.
1960–1963 yılları arasındaki Londra ve Zürih antlaşmalarının kendi iradesinin dışında imzalandığını sürekli dile getiren Makarios, Enosis hedefine ulaşabilmek için Kıbrıs Cumhuriyeti’ni araç olarak görür. EOKA örgütlenme ve gizli silahlanmayı hızlandırır. Var olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkmak ve bunun ardından da Akritas Planı ile adadaki bütün Türkleri katletmeye yönelen Rumlar oluşturulan Cumhuriyetin korunmasını da engellerler. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra sözde faaliyetlerine son verdiğini ve silahlarını teslim ettiğini belirten EOKA’nın ise bu silahları hiçbir zaman teslim etmediği zaman içerisinde ortaya çıkar.
Kıbrıs Türklerine karsı gösterilen bu kin ve nefret duygusu Rum okullarından Rumların kontrolündeki Kıbrıs Radyosu’na kadar bütün imkânların zorlanmasıyla sıradan Rumlara da aşılanmış olur. Bu dönemde bütün resmi törenlerde Yunan millî marşı çalınır, Lefkoşa’daki Başkanlık Sarayı ile Cumhurbaşkanı Makarios’un makam aracına da Yunan bayrağı asılır. Bu şekilde Rum tarafı tek yanlı bir devletmiş gibi davranarak Türkleri elimine etmeye çalışır. Bu sırada TMT de örgütlenmeye başlasa da EOKA’cıların Türklere acımasız davranışlarda bulunması, 1963 Aralık ayında adada tansiyonun yükselmesine neden olmuştur. Öncelikle Türkiye sorunu hukuki yollardan çözmeye çalışmıştır, fakat tüm gayretleri sonuçsuz kalmıştır.
21 Aralık 1963 katliamından bir gün sonra da polis araçlarıyla Rum polisler Lefkoşa Türk Lisesi öğrencilerinin üzerlerine ateş açarlar. Aynı gece saat 22.30 civarında Lefkoşa’da toplanan Rum polis ekipleri Girne yolu üzerinde bulunan Aspava Bar bölgesinde pusu kurarak Türkleri katletmeye devam ederler.
23 Aralık 1963 Pazartesi günü de çarpışmalar bütün şiddetiyle devam eder. Aynı gün Devlet Hastanesi’nde bulunan 6 yaralı Türk’e kan verilmesi reddedilir. O günün bilançosu 12 Türk ölü, 50 Türk yaralı, 14’ü polis olmak üzere Girne’de kaçırılan 18 kişidir. Tüm katliamlar hızını kesmeden devam eder, Rumlar gerçekleştirdiği katliamlar şunlardır:
Kumsal Baskını (24 Aralık 1963), Ayvasıl (Türkeli) ve Şillura (Yılmazköy) Katliamı (24 Aralık 1963), Arpalık Katliamı (6 Şubat 1964), Pilot Yzb. Cengiz Topel Şehadeti (10 Ağustos 1964) ve Geçitkale Katliamı (15 Kasım 1967)

Kumsal Baskını (24 Aralık 1963)
23 Aralık 1963 tarihinde Makarios ile Dr. Fazıl Küçük tarafından Rum ve Türk tarafları arasında bir ateşkes antlaşması yapılmıştır. Tüm bu girişimlere karşın Rumların Türklere karşı saldırıları bütün şiddetiyle devam etmiştir. Saldırılara engel olunamamıştır. “24 Aralık akşamı, Lefkoşa’nın Kumsal bölgesine baskın yapan Yunan alayından takviyeli Rum tedhişçiler (150 kişilik çetenin başında Terezepulos isimli bir Yunan subay vardı.), dünyada eşine az rastlanan bir barbarlık örneği daha gösterdiler.
Bu baskın sırasında KTK (Kıbrıs Türk Kuvvetleri) Alayı Doktoru Binbaşı Nihat İlhan’ın genç hanımı Mürüvvet İlhan ve yaşları 2-10 arasında değişen üç çocuğu Murat, Kutsi ve Hakan Rum barbarlarından gizlenmek amacı ile girip saklandıkları banyo küveti içinde makineli tabanca ile vurularak katledildiler. Binbaşı İlhan, o anda evde yoktu ve görevinin başındaydı. Aynı evde misafir bulunan Işıl Halil isimli küçük bir kız çocuğu, annesi Ayşe Halil ve teyzesi Növber Mustafa İbrahimoğlu ile birlikte saklandıkları odada vurularak ağır yaralandılar, henüz iki yaşındaki Işıl Halil de (bugün Işıl Halil Cankan olarak bilinir), ayağından aldığı yaralar sonucu sakat duruma gelmiştir.”

Ayvasıl (Türkeli) ve Şillura (Yılmazköy) Katliamı (24 Aralık 1963)
Ayvasıl (Türkeli), Lefkoşa’ya bağlı bir Türk köyü idi. 24 Aralık 1963 akşamı eli silahlı, barbar, acımasız Rum-Yunan sürüleri geldiler. Ayvasıl’ı kan, ateş ve baruta boğdular. Ayvasıl Türklerini, bir iki aylık bebekleri bile hunharca diri diri açtıkları “Utanç çukurlarına” gömdüler. Rumların barbarlık, vahşet ve alçaklığını yabancı basın mensupları da seyretti. 120 Türk’ün yaşadığı Ayvasıl ve Şillura köylerinden yakın köylere kaçamayan Türkler vahşice katledilmiş ve katledilenlerin toplu halde gömüldükleri mezarlar ancak üç hafta sonra bulunabilmiştir.
28 Aralık 1963 tarihinde yayımlanan Halkın Sesi Gazetesinde “Rumlar katliama devam ediyor” başlığını attığı haberin altında Ayvasıl (Türkeli) ve Şillura (Yılmazköy) Türklerinin hücuma uğradığını bildirmiştir. Gazetenin haberinde: “Bilindiği gibi iki üç günden beri Rumlar Türklerin azınlıkta olduğu köylere baskınlar yapmakta, birçoklarını esir alarak kurtulabilenlerin de civardaki Türk köylerine kaçmalarına sebep olmaktadırlar. Ayvasıl ve Şillura köylerinden kaçamayan Türkler, Rumlar tarafından öldürülmüşlerdir. Ölü sayısının 11-12 civarında olduğu bildirmektedir. Rumlar Türklerin terk ettiği evlerini de tahrip etmektedir.

Arpalık Katliamı (6 Şubat 1964)
Lefkoşa’nın 15 kilometre uzağındaki Arpalık köyü 1960 yılındaki sayıma göre 172 kişilik nüfusa sahipti. Köyün Mücahitleri Akıncılar Kovanı’na bağlıydı.2 oğuldan ibaretti. 12 kişi sahip oldukları TMT silahları ise 6 piyade tüfeği ile 1 tabancadan ibaretti.6 Şubat 1964 günü Rumlar köy yakınlarından geçmekte olan Rum vasıtasına ateş açıldığı iddiasıyla köyü çepeçevre kuşatma eylemini başlattılar. Rum iddiası gerçek değildi. Arpalık köyümüze saldırmak için bir bahaneydi. Kardeşlerimizden ellerindeki silahları teslim etmelerini istediler. Ve eğer teslim etmezlerse köye girip katliam yapacaklarını da açıkça söylediler. Köyün bir avuç yiğit halkı silahlarını teslim ederse başlarına gelecekleri biliyordu. Mücahitler, köylünün de onayıyla 250 Rum’a karşı direnme kararı aldı. Piyade silahlara her birine sadece 30 kurşun düşerken, tabancanın ise 90 mermisi vardı. Köylünün araba direksiyonu kullanarak yaptığı el yapımı yaklaşık 12 av tüfeğinin 40’ar mermisi vardı. Mücahitler, ellerindeki tüm mermileri kullanarak sivil halkı korumaya çalıştı. Ama köye girmeyi başaran Rumlar sadece sivil halkı değil, hayvanları dahi öldürdü.

Pilot Yzb. Cengiz Topel Şehadeti (10 Ağustos 1964)
Pilotaj eğitimi için Kanada’ya gönderildi. 1957 yılında yurda dönüp Merzifon Hava Üssü’nde göreve başladı. 1961 yılında Eskişehir I.Ana Jet Üssü’ne atandı. 1963 yılında yüzbaşılığa terfi etti. Türk Halkı’na karşı işledikleri insanlık dışı eylemlerden caydırmak için Eskişehir’den Kıbrıs’a, 4’lü Kol Komutanı olarak gönderildi. Uçuş esnasında uçağı yerden isabet alarak düşürüldü. Paraşütle atlamayı başardı, fakat Rumlar tarafından esir edilerek barbarca yapılan işkenceler sonucu şehit edildi. Kıbrıs’ta ilk hava harp şehidimiz olan Cengiz Topel’ in hastanede öldüğü açıklandı, ancak cenazesi ısrarlı girişimler sonucu 12 Ağustos 1964 tarihinde Rumlardan alınabildi

Geçitkale Katliamı (15 Kasım 1967)
Lefkoşa-Limasol-Larnaka arasında stratejik bir noktada bulunan Geçitkale’yi ele geçirmek için 15 Kasım 1967’de Grivas komutasındaki Rum ve Yunan birlikleri Geçitkale’ye saldırdı. 16 Kasım 1967 tarihli Halkın Sesi Gazetesinde “Milli Muhafız Ordusu ile Yunan Birlikleri en ağır silahlarla Boğaziçi ve Geçitkale’ye barbarca saldırdı” manşeti ile verdiği bir haberin alt başlığı “Köfünye ve Aytotro işgal edildi ölü ve yaralı sayısı bilinmiyor” şeklindedir.
17 Kasım 1967 tarihli Halkın Sesi Gazetesinde “ASRIN EN BÜYÜK VAHŞETİ” manşeti ile verdiği bir habere öre; Köfünye (Geçitkale) ve Aytotro (Boğaziçi) köylerinde evler Rumların açtığı top ateşi ile yıkıldığını bildirmekte ve Grivas ile Makarios’un işlenen cinayetin mesulleri olduğunun bilgisini vermektedir. Gazete olayda çok sayıda şehidin ve bir o kadar da yaralının bulunduğunun tahmin edildiğini yazmıştır. Bölgeye giden muhabir gördükleri ile ilgili olarak şunları yazmaktadır: “Köye girdiğim zaman karşılaştığım manzara, vahşet, denaet numunesinin şimdiye kadar hiçbir memlekette hatta Afrika da tesadüf edilmeyen eserlerinden biri idi.
Yanıma aldığım yaşlı bir köylü bana bir evi göstererek;
‘Bak dedi dün akşam burada neler cereyan etti.’ Dinliyorum: ‘Barbar sürüleri, aç kurtlar, kuduz köpekler gibi köye girdiler. Evlerin kapılarını kırmaya başladılar. İçeride her kimi bulurlarsa ateş açıyorlardı. Gençler müdafaa için köyden çekilmiş, kadın, çocuk ve ihtiyarlar kalmıştı. Bunlardan bazıları yatalak hastalar, ama ve felçli kimselerdi. Her türlü müdafaadan aciz masumlardı. Bunlar kadere boyun eğmiş akıbetlerini bekliyorlardı. Fakat yine müdafaadan geri kalmıyorlardı. İşte bu evde oturan ihtiyarın kapısı kırıldığı zaman yanı başındaki av tüfeğini kaparak, kendisini öldürmek isteyenlere ateş açtı. Bunu gören tarihin en barbar, merhamet ve insanlık hislerinden uzak eve giren 40’dan fazla asker, kendisini bir yorgana sararak ve üzerine gaz yağı döktükten sonra diri diri bu zavallı ihtiyarı yakmışlardır. Duman bütün köyü kaplamıştır, et kokusu işlenen cinayetin büyüklüğünü anlatıyordu. Gözlerini kan bürüyen sürüler sıra ile her eve giriyor ellerindeki silahları boşaltıyorlardı. Zavallı bir nine yanındaki kör kocasından yardım isterken kolundan vurulmuş baygın bir halde saatlerce olduğu yerde beklemişti. Felçli başka bir ihtiyar kadın, feryat edip yardım isterken namert eller ona da kıymış onu da olduğu yerde hareketsiz bırakmıştı. İş bununla da bitmiyordu, bu aç kurtlar evlerde odalarda buldukları ne kadar eşya varsa hepsini topluyorlar. Kümeslerde bulunan hayvanları dahi çalıp götürüyorlardı.’ diye anlatmıştır.
Köyde yaptığımız bir soruşturma, Yunan askerlerinin köye girdikten sonra büyük bir çapulculuk yaptığını ortaya koydu. Yunan askerleri girdikleri her evde buldukları altın eşyası ve yükte hafif pahada ağır ne varsa hepsini beraber götürmüşlerdir. Yunan askerleri girdikleri evde buldukları resimleri alarak beraber götürmüşler; taşıyamadıkları eşyayı ise kullanılmaz hale getirmişlerdi. Köy halkı 80’lik ihtiyar Mehmet Emin Sait’in kahramanca savaşını anlatmaktadır. Mehmet Emin Sait elindeki av tüfeği ile Yunan sürülerine karşı koymuş, onlardan üçünü cansız yere serdikten sonra ancak ele geçirilmiştir. Mehmet Emin Sait Yunan askeri tarafından diri diri yakılarak gaddarca şehit edilmiştir

Alaminyo Katliamı (20 Temmuz 1974)
Alaminyo köyü Türk ve Rumlar’ın karma yaşadığı bir köydü (183 Türk ve 350 Rum). 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı başlayınca, köydeki Rumlar, Türk bölgesini basarak kadın, erkek, yaşlı ve çocukları esir alıp köydeki Rum okuluna hapsettiler. Köyün Türk gençlerinin neredeyse tümünü toplayıp kurşuna dizdiler. Buldozerlerle çukur açıp cesetleri çukura atarak üstünü örttüler. Yaşları 6 ile 80 arasında değişen 15 Türk öldürülmüştür.
“Alaminyo göçmenlerinden 19 yaşındaki Ali Ahmet Mehmet ise Rumların Aleminyo’ da topladıkları Türkleri, köyün Rum okuluna götürdüklerini, okul çevresinde koşturttuktan sonra duvara dayayarak kurşunladıklarını söylemiştir.” “Rum askerleri Alaminyo köyünde topladıkları Türklerin bir kısmını da futbol sahasına toplamışlardır. Türkler ve Rumlar arasında şöyle bir diyalog geçmiştir: Futbol sahasına toplanan Türklerden biri tanıdığı ve dost sandığı bir Rum askerine, “Bugünler geçtikten sonra yine kâğıt oynayacak mıyız?” diye sormuş, cevap olarak da şunu almıştı:
“Kısmet olacak mı? Hepinizi temizleyeceğiz.” Rum dostluğu bu kadar işte.”

Muratağa ve Sandallar Katliamı (15 Ağustos 1974)
Muratağa (Maratha), o dönemde bölgedeki Türk köylerinin içindeki en büyük köydü. “1960 yılında 94 nüfuslu bir Türk köyü olan Sandallar’ın (Santalaris) nüfusu ise, 1974 yılının ortalarında 50’ye kadar düşmüş durumdaydı.” 192 “13-14 Ağustos tarihinde EOKA-B tarafından Sandallar basılmış, daha sonra bu köylüler Muratağa’ya getirilerek 14 Ağustos günü basılan Muratağa köylüleri ile birlikte öldürülmüştür.”
‟1 Eylül 1974 tarihinde bir çobanın toprak üzerinde fark ettiği bir el bu iki köy sakinlerinin akıbetlerinin ne olduğunu acı bir şekilde ortaya çıkardı. XX. yüzyılın elikanlı canileri 15 Ağustos günü, 89 Türk’ü vahşice öldürerek topluca bu vahşet çukuruna gömmüşlerdi. “
Rumlar saldırdıkları Türk köylerinde yakaladıklarını derhal işkence yaparak öldürmektedirler. Son günlerde Türklerle meskûn bölgeleri gezen bir yetkili Atlılar köyünden başka Muratağa köyünde de kimsenin kalmadığının görüldüğünü açıklamıştır. Öldürülen Türklerin, yapılan aramalar sonunda bostan kuyularına atıldığının, bazı boş arsalara topluca gömüldüğünün tespit edilmesi üzerine araştırmalara başlanmıştır.”
24 Ağustos 1974 tarihli Zaman Gazetesi’nde “Atlılar vahşetinden korkuluyor” ve “Muratağa köyünde bir tek canlı varlık yok!” başlıklı sekiz sütun üstüne manşet olarak verilen bir haberde Özkan Elmas şunları yazmıştır:
“Dün Atlılar, Sandallar ve Muratağa Türk köylerine yapmış olduğumuz ziyaret sonucu 87 nüfuslu Muratağa (Marata) Türk köyünde hiç kimseye, hatta canlı bir varlığa rastlayamadık. Köyde ölü tavuklar ve ölü büyükbaş hayvanlara rastlanmış olması köye uzun zamandan beri kimsenin uğramadığına delil teşkil etmektedir. Sandallar köyünde durum bundan daha iyi değildir. Muratağa köyünde kimseye rastlamadığımız için, Atlılar köyüne uğradık. Orada köylerine daha bugün dönen ve mağaralarda saklı olan birkaç ihtiyara rastladık.
2 Eylül 1974 Halkın Sesi Gazetesinin ana başlığında “Masum 88 Türk Daha Katledildi” haberini verirken alt başlıkta ise “Muratağa Köyünde de bir ölüm çukuru meydana çıkarıldı.” denilmiş. Olayın ne kadar vahim bir halde olduğu ise diğer bir alt başlıkta İsveçli bir askerin sözleri ile yazısına taşımıştır. Bir İsveçli asker “Dünyada böyle bir vahşet olayına rastlamadım” demiştir. Haber ise şu şekildedir; ‟Rumlar tarafından sivil Türk halkına karşı girişilen ikinci bir katliam olayı dün ortaya çıkarılmıştır. Rumların 88 sivil Türkü topluca katlettikleri bildiriyor.
Muratağa köyünde cesetlerin çıkarılışını hava kararıncaya kadar izleyen B.M. görevlileri küçük çocuk, kadın ve yaşlıların Rumlar tarafından kurşunlarla delik deşik edilmiş, çeşitli organları kesilmiş cesetlerini gördükleri zaman tarihin böylesine korkunç bir vahşete tanık olmadığını söylediler. Atlılar köyünden çıkartılan 57 Türkün cesetleri ile birlikte Rumların topluca katlettiği sivil soydaşlarımızın sayısı 145’e ulaşmıştır. Bu bölgede Rumların daha başka katliamlara girişmiş olabileceğinden kuşku duyuluyor.
Muhabir Ali Tunçal’ın aynı tarihli Halkın Sesi Gazetesi’ndeki haberinde de şunları yazmıştır: “Muratağa köyünün hemen dışında Muratağa ve Sandallar köyünün müşterek çöplük olarak kullandıkları büyük bir çukurda bu köyden 70 kişi sonradan üzerleri buldozerlerle toprak örtülmüş şekilde bulunmuştur. Cesetler arasında 1 yaşından 95 yaşına kadar masum insanlar bulunuyordu. Bu arada tespit ettiğimize göre 14 yaşındaki bir kız çocuğunun kafasının arka kısmında bir kurşun deliği vardır. Bu da bize oradaki masum halkın arkadan vurularak şehit edildiğini gösteriyor. Birçok küçük çocuğun ellerinin iple bağlı olduğu tespit edilmiştir.
3 Eylül 1974 Bozkurt Gazetesi yazarı Bilbay Eminoğlu da, tüm yakınlarını, bu katliam esnasında kaybeden Mehmet Hasan Tavukçu’nun mezarlar başındaki haykırışını şöyle anlatmıştır:
“Ne olur beni de öldürün, onların yanına gideyim! Neyleyim ben onlarsız hayatı… Hepsini her şeyimi kaybettim. Nasıl kıydılar kahpeler, ne istediler gencecik çocuklardan, ne yaptı daha dünyasını bilmeyen yavrular köpeklere. Yaşayamam ben. artık, kalamam bu diyarlarda… Allah’ım sen sabır ver, dayanma gücü ver… Bu acı çok büyük, çok dayanılmaz” diye hüngür, hüngür ağlıyordu. Saçına, sakalına ak düşmüş Muratağalı Mehmet Hasan Tavukçu, ölüm çukurunun içindeki eşi ve çocuklarının kurşunlanmış, yakılmış, parçalanmış, lime, lime olmuş cesetlerinin başında. Kimse teselli etmiyordu onu. Büyük, çok büyüktü acısı… Saatlerce ağladı, en sevdiklerinin bir et ve kemik yığını olmuş cesetlerinin başı ucunda. Mehmet Hasan Tavukçu isimli soydaşımız, yedi yakınını kaybetti Rum ve Yunan sürülerinin tarihte eşine rastlanmamış katliamında. Eşi Fatma Mehmet’i, baldızı Hatice Derviş’i, üç çocuğu Aziz, Mustafa ve Talat’ı, kayınvalidesi ve kayınpederini. Kendisi, esir alındığı ve daha sonra serbest bırakıldığı için katliamdan sağ olarak kurtuldu.
Olaya tanık olan köy öğretmeni Mustafa ise olayı şöyle anlatmıştır:
İkinci Barış Harekatı’nın başladığı gün olan 14 Ağustos günü, radyolardan Kıbrıs üzerinden ve Akdeniz’den seyrüseferin yasaklandığını duydum. Köy halkına saklanmaları için haber vermeden köyümüzü Pye Peristeronalı Rumlar ve Yunan askerleri bastı. Ben, eşim ve çocuğum saklanabildik. Gelen Rumlar tüm köy halkını topladılar ve köyümüzün doğu tarafında bulunan çöplük istikametine götürdüler. Yarım saat sonra ise otomatik silah sesleri duydum. Bir anda demek ki bütün köy halkını katletmişlerdi. Bu arada Rumlar bütün köyü talan ettiler ve kıymetli eşyaları aldılar.”
Muratağa’daki bu dehşet verici olayın etkileri 3 Eylül 1974 tarihli Halkın Sesi Gazetesi’nin manşetlerinde “İnsanlığın Kalbine Saplanan Hançer” olarak yer almıştır. Haberin devamında “Muratağa’da intikam andı içti” alt başlığından sonra olayla ilgili bilgiler şu şekilde verilmektedir.
“İnsanlık bugünkü seviyesine gelinceye kadar birçok devirler geçirmiş, mağara hayatından başlayarak en müreffeh günlere ulaşmıştır. Geçen zamanlar birçok hadiselere şahit olmuş vahşet ve barbarlığın tüyler ürpertici ölmez eserleri tarihin sayfalarında silinmez hatıralar olarak kalmıştır.

Harekatın bir gün öncesi… 19 Temmuz 1974 – Saat: 19.45
Büyükelçi Asaf İnhan Bey aradı, seni bekliyorum mesajı verdi. Birkaç yüz metrelik mesafe sanki millerce uzun geldi bana. Asaf Bey gülerek; “-Gel bakalım Denktaş Bey, beklediğin gün geldi…’ dedi. Elime küçük bir kâğıt uzattı… “-Evet, yarın sabah saat beşte geliyorlar…” Başımın uğuldadığını hissettim. Sarılarak ağlaştık. Geliyorlardı. Kurtulacaktık artık. [Rauf Denktaş]

Kıbrıs’taki darbenin önüne geçmek ve Yunan işgalini önlemek amacı ile Türkiye başbakanı Bülent Ecevit, İngiltere ile ortak müdahale yapmak istediğini dile getirmek amacıyla 16 Temmuz 1974’te İngiltere’ye gitti, fakat bu girişimi sonuçsuz kaldı. Bu nedenle, Garanti Antlaşması’nda yer alan hakları dâhilinde 20 Temmuz 1974’te Mutlu Barış Harekâtı’nı başlattı.
20 Temmuz 1974 – ŞAFAK SÖKERKEN KIBRIS SEMALARI;
Rauf Denktaş; “-Allah’ım Geldiler .. Geldiler..”
“-Gökten iniyorlar.. Yağmur gibi..”
‟Türkiye’nin 1974 yılında adaya gerçekleştirmiş olduğu müdahalenin, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan yasal bir zemine dayandığı ve “işgal” olarak kesinlikle tanımlanamayacağı gerek Avrupa Konseyi’nin 29 Temmuz 1974 tarih ve 573 sayılı kararı, gerekse de Atina Temyiz Mahkemesi’nin 21 Mart 1979 tarihinde aldığı 2658/79 sayılı kararla tescil edilmiştir.”
Avrupa Konseyi 573 sayılı kararının 3. maddesinde;
“…Adada diplomatik yollardan bir antlaşmaya varılamamasından dolayı, Türk Hükümeti 1960 Garanti Antlaşması’nın 4. maddesine göre müdahale hakkını kullandı” denmektedir.

İngiltere’nin Ankara’nın hamlesine gösterdiği tepki sert oldu. İngiliz Dışişleri Bakanı Callaghan hemen Türkiye’nin İngiltere Büyükelçisi Rıfat Turgut Menemencioğlu’nu çağırıp Türk Hükümetinin böyle bir büyük askeri operasyon öncesinde kendisini bilgilendirmediği ve operasyonu radyodan öğrendiği için durumu esefle karşıladığını söyledi.20 Ayrıca, Callaghan’a göre Türkiye’nin başlatmış olduğu bu askeri müdahale gereksizdi çünkü adada Türklere yönelik bir saldırı meydana gelmemişti!!!
Lefkoşa Havaalanı adadaki önemli stratejik noktalardan biriydi ve burası Ankara tarafından kontrol altına alınmak isteniyordu çünkü Yunanlıların adada bulunan Rum güçlerini takviye etmek için bu havaalanını kullandığı düşünülüyordu. Fakat havaalanında genel olarak İngiliz askerlerinden oluşan bir Birleşmiş Milletler kuvvet birliği bulunuyordu ve İngilizlere göre Türkler saldırmak için havaalanını kuşatmış bulunuyordu. Bu durum İngiltere ve Türkiye arasında büyük bir krize neden olmasının yanı sıra iki ülkeyi çatışmanın eşiğine getirdi. İngiliz Hükümetinden yapılan açıklamalar Türkiye’nin havaalanına yönelik herhangi bir operasyonuna Londra’nın sert tepki göstereceği yönündeydi. Callaghan adadaki İngiliz birliklerini arayarak hazırda beklemeleri ve Türk askerlerinin havaalanına yaklaştırılmaması yönünde emir verdi. Ayrıca Phantom savaş uçakları İngiltere’den Kıbrıs’a adadaki İngiliz kuvvetlerini koruma görevi ile gönderildi. İlk olarak Callaghan Ecevit’i arayarak eğer havaalanında bulunan kuvvetlerine herhangi bir ateş açılırsa karşılık verileceği konusunda uyardı. Aslında adada durum biraz karışıktı çünkü İngilizler havaalanın genel olarak kendi kuvvetlerinden oluşan Birleşmiş Milletler gücünde olduğunu söylerken, Türkler havaalanının hâlihazırda kendi kontrolüne geçtiği bilgisini veriyordu. Kesin olan durum, İngilizlerin ne pahasına olursa olsun havaalanının kontrolünü Türklere bırakmak istememesiydi. Bu nedenle İngiliz Başbakanı Wilson da Ecevit’i telefonla arayarak biraz da tehditkâr bir dil kullanarak Türkiye’nin havaalanına yönelik herhangi bir askeri operasyona girmemesi yönünde uyarıda bulundu.

İngiliz Dışişleri Bakanı Callaghan Yunanlıların ortaya attığı iddiaları önemsemiş ve Türkiye’ye karşı tavır almıştır. Özellikle, Türkiye’nin adada bulunan askerlerine yönelik yaptığı takviyenin durdurulması için Kraliyet Deniz Kuvvetlerini kullanmayı bile düşünmüş bu amaçla kaç savaş gemisine ihtiyaç olduğu yönünde bir araştırılma yapılmasını da talep etmiştir. İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Horace Phillips gönderdiği telgrafta Callaghan’a uyarılarda bulunmuş ve Türklerin adadaki askerlerine destek göndermesine yönelik İngiliz Deniz Kuvvetleri tarafından yapılacak herhangi bir engellemenin ciddi sonuçlar doğuracağını belirtmiş ve kendisinin İngiliz Hükümetinin böyle bir işe kalkışmayacağını umduğunu aksi takdirde Ankara’nın bunu savaşla müsavi sayacağını söylemiştir. Sonunda Callaghan bu fikirden vazgeçmiştir. Fakat Türk heyeti Callaghan’ın Cenevre’de kendilerine karşı aldığı genel tavırdan son derece rahatsızlık duymuştu.

Ahmet Gazioğlu‟nun Kıbrıs’ta Aşk ve Savaş adlı kitabında 1974 çıkarmasını, başladığı saat itibarıyla Gazioğlu şöyle aktarıyor: “20 Temmuz Cumartesi sabahı saat 5.40’da jet sesleriyle uyandı Aral. Pencerenin camları sarsılmış, odaya, gökten gelen bir çığlık, şimşek hızıyla girip çıkmıştı. Arkasından dalga dalga tekrarlandı bu ses, kısa aralıklarla. Aral, Tanya‟ya dürttü ve yatağından fırladı.
“Kalk… İşte nihayet geldiler… İşte geldiler!” diyerek dürbünü aldı, balkona koştu.” (Gazioğlu, 1975:166)

Kıbrıs adası adını en önemli yer altı zenginliklerinden olan bakır madeninden (Lat. cyprum/cuprum ) almaktadır. Bir rivayete göre ise adanın adını ‟kına çiçeği” adlı çiçekten aldığı söylenmektedir
Kıbrıs jeopolitik önemi nedeni ile, tarih boyunca çeşitli kavimlerin istilasına uğramıştır.  Kıbrıs, M.Ö. 1450 yılından günümüze kadar; Mısırlılar, Hititler, Fenikeliler, Asurlular, Miken,  Persler, Helen, Büyük İskender (Ptoleme Egemenliği), Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Haçlılar (Aslan Yürekli Richard), (330-1191), Venedik (1191-1571), Osmanlı (1571-1878), İngiliz (1878-1959) hâkimiyeti altında bulunmuştur. 300 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalan Kıbrıs; 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nde Osmanlıları destekleme karşılığında 1878’de İngiltere’ye geçici olarak bırakılmıştır. İngiltere, I. Dünya Savaşı’nın başında, Kıbrıs’ı bir  oldu bittiye getirerek ilhak ettiğini açıklamıştır.
[Daha geniş bilgi için bkz. Farid Mirbagheri, Historical Dictionary of Cyprus, Scarecrow Press, Inc., pp. XXI-XXXVIII, XLII-LV, USA 2010.]

Kıbrıs, Akdeniz’in -Sicilya ve Sardunya adalarından sonra- üçüncü büyük (Doğu Akdeniz’in ise en büyük) adasıdır. Ada’nın, Mısır’ın kuzeyi (300 km.), Lübnan’ın batısı (90 km.), Türkiye’nin güneyi (60 km.) ve Yunanistan’ın güneydoğusu (360 km.) arasındaki konumlanışı, ona eski zamanlardan bu yana jeopolitik/jeostratejik bir değer yüklemektedir. Adanın üç kıta arasındaki konumlanışının yarattığı bu avantajlı pozisyon, Doğu Akdeniz’de güçlü olma çabası içerisindeki güçler açısından önem arz etmektedir. Kıbrıs’ın jeopolitik/jeostratejik önemi konusunda [bkz. Osman Metin Öztürk, Stratejik Açıdan Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, Altınküre Yayınları, Ankara 2003.]
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) sonucunda imzalanan 3 Mart 1878 tarihli Ayastefanos Antlaşması’yla, Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya’daki topraklarının ciddi manada Rus tehdidi altına girmesi karşısında İngiltere harekete geçerek, Kıbrıs’ın geçici olarak kendisine üs olarak verilmesini ve buna karşılık, yeni bir Rus saldırısı karşısında Osmanlı İngiliz ittifakı yapılmasını teklif etmiştir. İngiltere’nin bu teklifinin altında yatan neden, İngiltere ve Çarlık Rusya’sının Ortadoğu’da ve Akdeniz’de çatışan çıkarları ve Rusya’nın güneye sarkması durumunda başta Hindistan olmak üzere İngiltere’nin Asya’daki sömürgelerinin tehlikeye girecek olmasıydı. Bu nedenle, İngiltere 1791’den beri sürdürmekte olduğu “Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü Rusya’ya karşı koruma politikası”nın artık işe yaramadığını görerek, yıkılması mukadder olan Osmanlı İmparatorluğu’- nun bazı stratejik noktalarına yerleşmek suretiyle İngiliz çıkarlarını ve “İmparatorluk Yolu”nu (Mısır-Süveyş Kanalı, Akdeniz-Cebelitarık Boğazı) garanti altına almayı hedefliyordu.
İngiltere’nin Kıbrıs konusundaki bu teklifi, 4 Haziran 1878’de İstanbul’da imzalanan bir antlaşmayla hukuki boyut kazanmış ve hükümranlık hakları Osmanlı İmparatorluğu’nda kalmak koşuluyla Kıbrıs’ın yönetiminin İngiltere’ye devredilmesi hükme bağlanmıştır. Antlaşmaya ek olarak 1 Temmuz 1878’de imzalanan bir antlaşmayla da, Rusların Doğu Anadolu’da işgal ettiği topraklar tekrar Osmanlı İmparatorluğu’na geçtiği takdirde, 4 Haziran 1878 tarihli antlaşmanın hükümsüz kalacağı ve İngiltere’nin Kıbrıs’ı derhal boşaltacağı hüküm altına alınmıştır.
Ancak, başkenti Rus tehdidi altında bulunan Osmanlı İmparatorluğu’nun durumuna ilişkin olarak toplanan Berlin Kongresi’nde (13 Haziran-13 Temmuz 1878) İngiltere’nin takındığı tutumlar karşısında şüphelenen Osmanlı yönetimi, 4 Haziran 1878 tarihli antlaşmayı onaylamaya yanaşmamıştır. Bunun üzerine İngiltere, 8 Temmuz 1878’de Osmanlı İmparatorluğu’na bir ültimatom vererek, antlaşma onaylanmadığı taktirde Kıbrıs’ın idaresini silahlı kuvvet kullanarak ele alacağını ve hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun tamamının da tehlikeye gireceğini bildirmiştir.
İngiltere’nin bu baskısı ve başkent yakınlarındaki (Yeşilköy civarındaki) Rus askeri tehdidi karşısında direnme imkânı bulunmayan Sultan II.Abdülhamit, 15 Temmuz 1878’de antlaşmayı onaylamak zorunda kalmıştır. I. Dünya Savaşı’yla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere’nin karşısındaki “İttifak Devletleri” bloğunda yer alması, Kıbrıs konusunda İngiltere için önemli bir fırsat doğurmuştur.
5 Kasım 1914’te İngiltere 4 Haziran 1878 tarihli antlaşmayı tek taraflı feshederek Kıbrıs’ı kendi topraklarına ilhak ederek fiili bir durum yaratmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bu feshi ve ilhakı kabul etmediğini ilan etse de, İngiltere’nin adadaki fiili işgal durumu savaş sonrasında da devam etmiştir.
Nihayet Türkiye, Kurtuluş Savaşı sonrasında içinde bulunduğu nesnel koşulların belirleyiciliğinde, İngiltere’nin Kıbrıs’ı ilhak kararını Lozan Barış Antlaşması’nda tanıyarak, İngiltere’nin uzun zamandır fiilen elinde bulundurduğu Mısır ve Sudan’la birlikte Kıbrıs üzerindeki bütün egemenlik haklarından da (madde(ler) 16-21) bu ülke lehine vazgeçmiştir. [Daha geniş bilgi için bkz. Şükrü Sina Gürel, Kıbrıs Tarihi (1878-1960), C. I-II, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1985; İsmail Soysal, 1571’den Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne Kıbrıs Sorunu, KKTC Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1986.]
Yunanca’da “birleşme” anlamına gelen “Enosis” kavramı, Helen uygarlığının geliştiği ve yayıldığı her yerin Yunanistan’a ilhak edilmesi yönündeki düşünceyi ifade etmektedir.  Yunan dış politikasındaki Pan-Helenik ideallerin “Megali İdea” (Büyük Düşünce) gibi bir uzantısı olan “Enosis” fikri, özellikle XIX. yüzyıl sonlarından itibaren (Girit’in Yunanistan’a ilhakıyla birlikte) gündeme gelmiştir. Kavram bugün daha çok Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını öngören politikayı adlandırmak için kullanılmaktadır.
5 16 Ağustos 1954’de, Yunanistan Başbakanı Papagos, BM Genel Sekreterliği’ne başvuruda bulunarak, BM Genel Kurulu’nun gündemine “eşit haklar ve self determinasyon ilkelerinin, BM koruyuculuğu altında Kıbrıs adasında yaşayan nüfusa uygulanması” maddesinin de konulmasını talep etmiştir. Yunanistan’ın bu başvurusu üzerine, BM Genel Kurulu 24 Eylül 1954’te sorunun gündeme alınmasını kabul etmiştir. 14 Aralık 1954’te gerçekleşen IX. Genel Kurul toplantısında tarafların soruna ilişkin tezlerini dile getirmeleriyle ilk kez “uluslararası” bir sorun olma hüviyetini kazanan Kıbrıs Sorunu karşısında, Genel Kurul bir karar almayı uygun bulmadığını açıklayan 814 (IX) sayılı kararıyla o tarihte sorunu görüşmeyi reddetmiştir. [Bkz. Yearbook of the United Nations, p. 94-96, 1954.]
“Enosis” için faaliyet gösteren ve 1955-1959 yılları arasında daha çok İngiliz yönetimine karşı mücadele eden EOKA, İngilizlerin adadan çekilmesinden sonra Kıbrıslı Türk toplumuna karşı silahlı şiddet eylemlerine girişmiştir. EOKA saldırılarına karşı Kıbrıslı Türk toplumunun direniş örgütü olarak Ağustos 1958’de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurulmuştur. Türkiye’den alınan gizli askerî ve ekonomik destekle kurulan TMT, bir direniş örgütü olmakla birlikte; bazı iddialara göre, Türkiye’nin “taksim” tezini kabul ettirebilmek üzere Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların bir arada yaşamalarının olanaksızlığını göstermek için iki toplum arasındaki şiddet eylemlerinin artmasına da yol açmıştır.[ Bkz. Mehmet Hasgüler, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim’in İflası, Öteki Yayınevi, s. 125-126, Ankara]
Türkiye’nin bütün çabalarına rağmen 1964’ün Nisan ve Mayıs aylarında da Kıbrıs’ta çatışmalar devam etmiştir. Durumun vehameti karşısında İnönü Hükümeti, 2 Haziran 1964 tarihinde gerçekleştirilen MGK toplantısında adaya askerî müdahalede bulunma kararı almıştır. Türkiye’nin bu kararı almasındaki temel amaç, adaya yapılacak çıkartmayla Makarios’a isteklerini kabul ettirebilmekti. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’in karşı çıkmasına rağmen, bu karardan ABD Büyükelçisi Raymond Hare de bilgilendirilmiş, Hare de bu durumu Washington’a aktarmıştır. Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı muhtemel bir çıkartmanın önlenmesi amacıyla, ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’un direktifiyle hareket geçen Hare, 4 Haziran’da Başbakan İnönü’yle bir görüşme yapmış, ancak Başbakan İnönü Türkiye’nin çıkartma kararında ısrarlı olduğunu belirtmiştir.
Bunun üzerine Büyükelçi Hare, İnönü’den yirmi dört saatlik bir süre isteyerek Washington’la temasa geçmiştir. Bu süre iç inde ABD’nin 6. Filo’suna bağlı bir birlik Türkiye ile Kıbrıs arasına konuşlandırılarak herhangi bir müdahaleye engel olunması düşünülmüştür. Kıbrıs’a Türk askerînin çıkması için 7 Haziran 1964 tarihi planlanmıştı. Başbakan İnönü, NATO’nun güneydoğu kanadında müttefikler arası bir çatışmaya Washington’un izin vermeyeceğini, Yunanistan ve Kıbrıs üzerinde baskı yaparak sorunu çözeceğini ümit ediyordu. Ancak, İnönü’nün bu beklentisi, 5 Haziran 1964’te ABD Başkanı Johnson’un imzasını taşıyan65 ve oldukça ağır ve tehditkâr ifadeler içeren “Johnson Mektubu”yla boşa çıkmıştır. “Johnson Mektubu”, yalnız Kıbrıs Sorunu için değil aynı zamanda Türkiye’nin Batı Bloku içerisinde izlemekte tüm dış politikası açısından ve Türk-Amerikan ilişkileri açısından adeta bir “bomba” etkisi yaratmıştır.
Mektupta, Kıbrıs’a yapılacak olası bir müdahalenin NATO üyesi olan Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerginliği daha da arttıracağına, SSCB’nin Türkiye’ye bir müdahalesi halinde de NATO’nun Türkiye’yi savunmada çekimser kalabileceğine, ABD’nin Türkiye’ye 12 Temmuz 1947 tarihli “Askerî Yardım Antlaşması”yla verdiği malzeme ve silahların Kıbrıs’ta kullanılmamasına izin verilmeyeceği hususlarına sert ifadelerle dikkat çekilirken, konuyu görüşmek üzere Başbakan İnönü Washington’a davet ediliyordu.68 Türk dış politikasında “soğuk duş etkisi” yaratan bu mektup, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinden vazgeçmesinin de resmi gerekçesini oluşturmuştur. Böylelikle, Aralık 1963’ten bu yana tam 4 kez (25 Aralık 1963, 15 Şubat 1964, 13 Mart 1964, 7 Haziran 1964) Kıbrıs’a müdahale etmeyi düşünen/müdahale etme kararında olan Türkiye, bu müdahale fikrinden/kararından 10 yıl süreyle vazgeçmek durumunda kalmıştır.
Başbakan İnönü, “Johnson Mektubu”na, 13 Haziran 1964 tarihinde çok daha uzun ve kapsamlı bir mektupla cevap vermiştir. Söz konusu mektupta, İnönü, Johnson Mektubu’nun yazılış tarzı ve içeriğinin ABD’nin Türkiye gibi bir müttefiki için hayal kırıklığı yarattığına; Türkiye’nin krizin başından beri ABD’yle danışma içerisinde olduğuna; Kıbrıs Rum Hükümeti’nin açıkça silahlanarak 1959 Antlaşmaları’na aykırı faaliyetlere giriştiği halde Türkiye’nin bütün uyarılarına rağmen ABD’nin bir şey yapmadığına; “Garantör devlet”lerden Yunanistan’ın sorumluluğunu yerine getirmediği gibi, Kıbrıs Rumlarının hukuk dışı faaliyetlerini savunduğuna ve teşvik ettiğine; Türkiye’nin BM örgütüne ve ilkelerine saygılı olduğuna, ancak BM’nin faaliyetlerinin adada Türklere karşı yürütülen saldırıları durduramadığına; Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi karşısında SSCB’nin bir saldırısına maruz kaldığı takdirde, NATO müttefiklerinin savunma yükümlülükleri konusunda tereddütte kalabilecekleri yönündeki düşüncenin NATO ittifakının mahiyeti ve temel ilkeleri konusunda müttefikler arası büyük görüş farkları olduğunu ortaya çıkardığına dikkat çekerek Johnson’un görüşme teklifini kabul ettiğini bildirmiştir.
22-23 Haziran 1964’te Washington’da gerçekleştirilen İnönü-Johnson görüşmelerinden71 sonra yayınlanan ortak bildiride, ABD, 1959 Antlaşmaları’nın devam ettiğini kabul ederek, anlaşmazlıkların görüşmeler yoluyla çözümlenmesi konusunda görüş birlikteliği içerisinde olunduğu mesajı verilmiş ve sorunun çözümünde ABD’nin eski dışişleri bakanlarından Dean Acheson aracı olarak tayin edilmiştir.
Andreas G. Papandreou’nun (Yorgo Papandreou’nun oğlu) Namlunun Ucundaki Demokrasi adlı kitabında Yunanistan’ın 1959 Antlaşmaları’na aykırı olarak adaya asker sevk etmesini şu ifadelerle dile getirmektedir: “...Yunanistan’ın Kıbrıs’a yardım taahhüdü, Türkiye’nin adaya asker çıkarması halinde pek bir şey ifade etmeyecekti. Kıbrıs’ın savunmasına Yunanistan’ın askeri yönden katkıda bulunması, bu katkıyı Türkler saldırmadan önce gerçekleştirmesiyle mümkün olabilirdi. Gerçekten de, Yunanistan Kıbrıs’a el altından silah ve asker yollayabilirse, bu, Türklerin işini zorlaştıracak ve adaya askeri müdahaleyi önleyecekti. Babam, Makarios’a bu teklifi yaptı; O da kabul etti. Geniş çapta bir yardım harekâtı başladı. Bu yardım gizlice iletiliyordu. Silah ve asker dolu gemiler geceleri adaya yanaşıyor; sivil elbiseler giymiş gönüllüler Kıbrıs’a çıkarılıyor ve Kıbrıs birliklerine katılıyorlardı. Yardım harekâtı yazın ortalarına dek sürdürüldü. 20.000 kadar tam teçhizatlı subay ve er Kıbrıs’a çıkarıldı. Bunlar, Türklerin Kıbrıs’ı ziyaret etmelerini önleyecek kararlı bir savunma kuvveti oluşturdular. Bir yandan da, Yunan hükümetinin Washington ve New York’ta pazarlık gücünü yükseltiyorlardı.”
[Bkz. Andreas G. Papandreou, Namlunun Ucundaki Demokrasi, 2. bs., Çev. Semih Koray, M. Emin Yıldırım, Bilgi Yayınları, s. 164, Ankara 1991.]

Ayastefanos Anlaşması (1878) sonrasında büyük bir sorun haline gelen Kıbrıs adası, 1950’li yıllara kadar anlaşmazlıkların odağında yer almıştır. 1951 yılında Yunanistan bölgede yaşayan Türkleri yok sayarak, BM’den resmen Kıbrıs’ı talep etmiştir. Bu talep sonrası Yunanistan’da “Kıbrıs” bir devlet politikası haline gelmiştir. 1974 yılına kadar olan süreçte Türkler ve Rumlar arasında birçok kez çatışmalar yaşanmıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile Yunanistan’ın Enosis amaçları doğrultusunda acımasızca yaptıkları katliamlara son verilmiştir.
Kıbrıs İngiltere’nin idaresi altında iken, Kıbrıs kilisesi, adayı Yunanistan’a bağlamayı amaçlayan Enosis (birleşme) çabasını yoğunlaştırdı. . Enosis hayali Kıbrıs sorununun temelini teşkil eder. Enosis’i gerçekleştirmek için Kıbrıslı Rumlar 1955’te, EOKA adında bir terör örgütünü kurdular..Bu örgüt İngilizlere ve Türklere karşı silahlı şiddet hareketlerine başladı. Buna karşılık Türk tarafı da 1958’de, TMT(Türk Mukavemet Teşkilatı) kurarak EOKA ile mücadeleye başladı.
Kıbrıs, Londra ve Zürih Garanti ve İttifak Antlaşmalarıyla 1960 yılında bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktı. Bu antlaşmaya göre; hükümetin ve icra unsurların %70’i Rum, %30’u Türklerden teşkil edilecek, Bakanlar Kurulu 7 Rum, 3 Türk’ten oluşacaktı. Bir papaz olan Makarios ( Mihail Hristodolu Muskos) Cumhurbaşkanı, Dr. Fazıl Küçük de Cumhurbaşkanı Yardımcısı oldu. Garanti Antlaşmaları ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantör devlet oldular. İngiltere, iki askeri üs (Agratur-Dikelya) elde etti. Adada Türkiye 650, Yunanistan ise 950 kişilik kuvvet bulundurabilecekti. Garanti antlaşmasına göre Türklere verilen hakları çok gören Makarios Türkleri tamamen yok etmeye kalktı.
Bu arada, Yunanistan adaya gizlice çok sayıda asker çıkardı. Kıbrıslı Türkleri ortadan kaldırmak ve Enosis’i gerçekleştirmek için hazırlanan, “Akritas Planı”nını uygulamaya koymak üzere EOKA çeteleri ve Yunan askerleri 25 Aralık 1963’de saldırıya geçerek çocuk, kadın, yaşlılarda dahil olmak üzere binlerce Türk’ü vahşice katlettiler. Rumların Erenköy’e de saldırmaları üzerine, Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uyarı uçuşu yaptılar. Panikleyen Rumlar saldırılarına son vermek zorunda kaldılar.
Türkleri katletmek için Kanlı Noel olarak tarihe geçen bu vahşet karşısında Batılı devletler her zamanki gibi seyirci kaldılar. Rum-Yunan ikilisi bu saldırılarıyla; Türklerin eşit siyasi haklarına ve ortaklığına dayalı olarak kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni yıkmışlar, Bu cumhuriyetin temelini teşkil eden Zürih ve Londra antlaşmalarını tek taraflı olarak fesh etmişler ve Türkleri Kıbrıs’ın yönetiminden dışlamışlardı. Anadolu’yu işgal eden Yunan Ordusu’nda da görev alan Grivas adındaki eli kanlı bir EOKA’cı ile Yunanlı subayların idaresindeki Rumlar 1967 yılında bu sefer Geçitkale-Boğaziçi’ne saldırdılar. Türkiye müdahale için hazırlandı. Türkiye’nin müdahalesinden çekinen Yunanistan askerlerini ve katil ruhlu Grivas’ı adadan geri çekmek zorunda kaldı.
Mart 1963 tarihinden itibaren Ada’da göreve başlayan Birleşmiş Milletler Barış Gücü, Türkleri Rumlara karşı koruyamamış ve katledilmelerine de seyirci kalmıştır. Kıbrıs’ta görev ve sorumluluklarını yerine getiremeyen, barışın sağlanmasında etkinlik gösteremeyen BM. Barış Gücü, Rumların etkisine girerek kendisine duyulan güveni tamamen yitirmiştir.
1967 yılında, Yunanistan’da ihtilal olmuş, bir cunta hükümeti kurulmuştu. Makarios’un cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Sovyetler Birliği ile siyasi ve askeri işbirliğine yönelmesinin, izlediği siyaset ile de Dünya Bağlantısızlar hareketinin bir önderi durumuna gelmesinin, adanın bir an önce kendisine bağlanıp Enosis hayalinin gerçekleşmesini isteyen cuntacı hükümetin hoşuna gitmiyordu. Makarios, aldığı dış yardımlarla ekonomik olarak, Bağlantısızlar yanında yer almakla da siyasi açıdan kendini yeterli görüp, şimdilik, Kıbrıs’ın sadece Rumlar tarafından temsil edilen bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti olmasını istiyordu. Bağlantısız Devletlerin de desteğini almıştı. Enosis, Makarios için uzun vadede düşünülecek bir konu idi.
Türkler ekonomik yönden tamamen çöküp, Kıbrıs’ı terk ederlerse, Türkiye’nin müdahale nedeni kalmayacağından Enosis kendiliğinden gerçekleşecekti. Acele edip Türkiye’nin tepkisini çekmeye gerek yoktu. Bu durum, Enosis’i bir an önce hayata geçirmek isteyen Yunan hükümetinin hoşuna gitmiyordu. Yunan hükümetine göre; Ada’daki Türk halkına karşı siyasi ve askeri üstünlük sağlandığı halde Enosis’in bir türlü hayata geçirilememesinden Makarios sorumluydu. Bu nedenlerle Makarios ile Yunan hükümetinin arası açılmıştı. Sonuçta, 15 Temmuz 1974’de, Yunan hükümeti tarafından desteklenen, Yunanlı subayların yönetimindeki Rum Milli Muhafız Ordusu ile EOKA Kıbrıs’ta darbe yaptı. Makarios adadan kaçtı. Eli kanlı başka bir katil olan Sampson’u cumhurbaşkanı yaptılar.
Türkiye, Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974 tarihinde yapılan darbe ilgili olarak diğer garantör devlet olan İngiltere’den Londra ve Zürih garanti antlaşmaları gereği, birlikte müdahale edilmesini istemiş, fakat İngiltere Türkiye’nin bu isteğini geri çevirmiştir. Türkiye bu olup bittiye son vermek için tek başına Kıbrıs’a müdahale etmeye karar vermiştir.
Bu tarihi gelişim içinde Kıbrıs hiçbir zaman Yunan adası olmamıştır. Yunanistan, Yunanlı şair Rigos tarafından ortaya atılan, Megalo İdea (büyük ülkü) fikri çerçevesinde, Büyük Yunanistan’ı kurma hayali içinde Kıbrıs’ı da topraklarına katma gayreti içindedir. Yunanistan’ın Megalo İdea fikri ile başlangıçtan beri gerçekleştirmek istediği faaliyetler şunlardır.
– Yunanistan’ın bağımsızlığının sağlanması,
– Batı Trakya ve Selanik’in Yunanistan’a ilhakı,
– Ege adalarını Yunanistan’a ilhakı,
– Oniki Adaların Yunanistan’a ilhakı,
– Girit adasını Yunanistan’a ilhakı,
– Batı Anadolu’nun Yunanistan’a ilhakı,
– Pontus Rum devletinin kurulması,
– Kıbrıs adsının Yunanistan’a ilhakı,
– İmroz ve Bozcaada’nın Yunanistan’a ilhakı,
– İstanbul’un Türklerden geri alınarak Bizans İmparatorluğunu yeniden kurmak. Böylece Megalo İdea’yı gerçekleşecekti.

KIBRIS’TA 20 TEMMUZ 1974 ÖNCESİ ASKERİ DURUM:
Rum kuvvetleri:
Kıbrıs Rum Kuvvetleri; Rum Milli Muhafız (RMM) ordusu, Rum Polis teşkilatı ve Yunan Alayı’ndan ibarettir. Ayrıca, seferde teşkil edilen Home Guard (HG) taburları ile RMM ordusu takviye edilecektir. Rum ordusu, Yunanlı subaylar tarafından eğitilmekte ve yönetilmektedir. Seferde Rum ordusunun mevcudu 40.000’ne çıkabilmektedir. Bu birliklerin yanı sıra, Makarios’a bağlı 4.000 kişilik “Epikourik” (Taktik Yardım İhtiyat) kuvveti mevcuttu.
Türk Silahlı Kuvvetleri:
Kıbrıs Barış Harekatı’na 6’ınci Kolordu Komutanlığı emrinde; 28’inci Motorlu Piyade Tümeni, 39’uncu Piyade Tümeni, Hava İndirme ve Komando Tugayları, Gösteri ve Tatbikat Alayı, Amfibi Deniz Piyade Alayı, Jandarma Komando Taburları, Deniz ve Hava Kuvvetleri birlikleri, Bayraktarlık emrindeki Mücahit Birlikleri, 650 kişilik Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı ile idari ve lojistik destek birlikleri katılmıştır.
Harekat üç safha olarak planlanmıştı. Birinci safhada hava ve kıyı başının tesisi ve elde bulundurulması, ikinci safhada çıkan ve indirilen birliklerin birleşmesi, üçüncü safhada da harekat alanının genişletilmesi.

20 TEMMUZ 1974 – BİRİNCİ KIBRIS BARIŞ HAREKATI
20 Temmuz 1974 sabahı, Türk uçaklarının bombardımanından sonra, saat 06.15 den itibaren, hava indirme ve uçar birlik harekatı ile Hava İndirme ve Komando Tugayları Gönyeli ve Kırnı bölgelerine indirilmeye başlanmış, Mersin’den Ertuğrul gemisi ve 33 çıkarma gemisi ile donanmanın koruması altında hareket eden Çakmak Özel Kuvveti de komanda birliklerimizle eş zamanlı olarak Girne’nin batısında dar ve sığ bir plaj olan Pladini (Yavuz) plajına, uçaklarımızın ve deniz topçusunun desteğinde çıkmaya başlamıştı.
SAT komandolarının çıkarma plajının çıkarmaya müsait olduğunu bildirmeleri üzerine, birinci dalga olarak plaja ilk çıkan Amfibi Deniz Piyade Alayı süratle ilerleyerek, Girne – Karava – Geçitköy (Panağra Boğazı) ana asfalt yoluna ulaşmıştı. Çakmak Özel Kuvvetinin diğer unsurları saat 12.00’de plaja çıkarak kıyı başını genişletmeye başlamışlardı.
Gönyeli ovasına paraşütle atlayan Hava İndirme Tugayı, bir taburu ile Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayının batı yanını korurken, geri kalanı ile Dikomo (Dikmen) bölgesini ve Rum Bozdağı’nı ele geçirmek üzere taarruza başlamıştı. Kırnı bölgesine helikopterle inen Komando Tugayı duvar gibi dik dağ yamacını tırmanarak St.Hilarion ve Beyaz Ev bölgesine ulaşmış, bir taburu ile St. Hilarion-Doğru Yol istikametinde, diğer taburu ile Beyaz Ev-Zeytinlik-Girne istikametinde taarruz ederek kıyı başı ile birleşmeye hazırlanıyordu.
Donanma, sahil bombardımanı yaparak sahile çıkan birliklerimize topçu desteği sağlarken, 2’inci Taktik Hava Kuvvetlerine bağlı savaş uçakları düşmanın ada genelinde askeri hedeflerine taarruz ederek, tecrit ve yakın hava desteği görevlerini yerine getiriyordu.
20 Temmuz’da Rumlar büyük bir baskına uğramışlardı. Rumlar, Türk Ordusu’nun 1964 ve 1967’de olduğu gibi adaya müdahaleye cesaret edemeyeceği düşüncesinde idiler. Başlangıçta, paraşütle atlayan, helikopterle inen ve kıyıya çıkan birliklerimize etkili bir şekilde müdahale edemediler. Zamanla toparlanan Rum kuvvetleri akşam saatlerinden itibaren birliklerimize karşı harekata başladı.
20/21 Temmuz gecesi Türk ve Rum kuvvetleri arasında çok çetin çatışmalar yaşandı. Rumların Ortaköy, Gönyeli ve Boğaz Bölgelerini ele geçirerek; Girne-Lefkoşa irtibatını kesmek ve bu suretle; çıkarma yapan birliklerimizle, inen birliklerimizin birleşmesini önlemek amacıyla gece boyunca St.Hilarion, Bozdağ, Dikmen Tepe, Ortaköy ve Gönyeli ile Göçeri bölgelerinde yaptığı saldırılar kahraman Mehmetçikler tarafından her defasında püskürtülmüştü. Kıbrıs’a çıkan ve inen Türk birlikleri ele geçirdikleri yerleri, her ne pahasına olursa olsun elde tutmayı başarmışlardı. Harekatın ilk günlerinde, birliklerimiz hava desteğinin haricinde topçu ve tank desteğinden mahrum idi. Buna rağmen Türk askeri Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda, Kore’de destan yaratan atalarını aratmadılar. Beşparmak Dağlarında, Rumların gece saldırılarına karşı Komando birliklerimizin ölüm-kalım mücadelesi takdire şayandır.
Türk birlikleri 21 Temmuz’dan itibaren, Rum kuvvetlerine karşı tamamen üstünlük sağlayarak ileri harekatına devam ettiler. 22 Temmuz’da çıkarma yapan birliklerimiz ile birleşme sağlandı. Harekat doğu ve batı yönünde gelişerek Rum hedefleri tek tek ele geçirildi. Girne-Lefkoşa yolu tamamen Türk birliklerinin kontrolüne girdi. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı ateşkes kararını 22 Temmuz 1974 saat 17.00’de kabul edip, uygulamaya koyduğunu ilan etmiştir. 23 Temmuz’da 29 araçlık bir Rum topçu konvoyu Hava İndirme Taburu tarafından pusuya düşürülerek imha edildi.
Bu gelişmeler üzerine Yunanistan’da cunta, Kıbrıs’ta da Sampson istifa ettiler. BM Güvenlik Konseyi’nin 20 Temmuz 1974 günü aldığı 353 sayılı karara uyarak, üç garantör devlet olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere; Kıbrıs’ta barışı ve anayasal düzeni yeniden kurmak amacıyla 25 Temmuz’da Cenevre’de görüşmelere başladılar. 30 Temmuz’a kadar devam eden bu görüşmelerde; tarafların 8 Ağustos’ta, Cenevre’de tekrar toplanmaları kararı alındı. Bu görüşmeler sonucu yayınlanan “Cenevre Deklarasyon”u ile taraflar; Kıbrıs’ta ayrı iki otonom yönetiminin mevcut olduğunu kabul etmişler, Otonom Türk ve Rum toplumlarının federal bir devlet çatısı altında bir ortak yönetim kurmalarını beyan etmişlerdir.
Ateşkes ilanından sonra, mevcudu 40.000’ni bulan Türk birlikleri oldukça dar bir alana sıkışmış durumdaydılar. Birliklerin uzun süre bu dar bölgede bekletilmeleri emniyetleri açısından uygun değildi. Ateşkes ile birlikte Türk birliklerinin ilerleyişlerini durdurmaları üzerine adanın her yanındaki binlerce Türk, Rumlar tarafından kuşatılmış, Rumlar Türk köylerindeki savunmasız çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştü.

14 AĞUSTOS 1974- İKİNCİ BARIŞ HAREKATI
İkinci Cenevre Konferansı’nda Yunan ve Rum tarafı zaman kazanmak, dünya kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirmek için uzlaşmaz bir tutum sergilemeye başladılar. Birinci Cenevre Konferansı’nda alınan kararları dahi dikkate almadılar. İkinci Cenevre Konferansı’nın başarısızlığa uğraması üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri İkinci Barış Harekatı’na başladı. 14 Ağustos günü Saat 06.30’dan itibaren 28 ve 39’uncu Tümenler, Magosa ve Boğaz Deniz üssünü ele geçirmek üzere doğuya doğru taarruza başladılar.
39’uncu Tümen bölgesindeki İngiliz Tepe ve Kara Tepe, Rum savunmasının bel kemiği durumunda idiler. 39’uncu Piyade Tümen’in birlikleri saat 11.30’da İngiliz Tepe ve Kara Tepe’yi ele geçirdiler. 28’inci Piyade Tümen saat 12.00’ye doğru Mia Milia’yı işgal etti. Saat 15.00 civarında 39’uncu Piyade Tümen Değirmenlik’i, 28’inci Piyade Tümen de Timbu hava alanını ele geçirdi. Türk askeri karşısında çareyi kaçmakta bulan Rumlar mağlubiyetin acısını çıkarmak için; 14 Ağustos’ta Taşkent, Terazi, Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde; savunmasız, çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştür. Adanın diğer kesimindeki Türklere de insanlık dışı, vahşice saldırılar yapılmıştır. Birliklerimiz 14 Ağustos akşama doğru Paşaköy ve Serdarlı’ya girerek soydaşlarımızla kucaklaştılar.
Kolordu bölgesinin batı kesimini savunmakla görevlendirilen; Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı, Lefkoşa Sancağı ve Komando Tugayı batı istikametindeki harekata 15 Ağustos’ta başladı. 16 Ağustos’ta, doğu ve batı istikametlerinde ileri harekatına devam eden birliklerimiz Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen ateş-kes anlaşmasına kadar Magosa, Lefkoşa ve Lefke hattının kuzeyindeki bölgeyi tamamen kontrol altına almışlardır.
Sonuç olarak;
Kıbrıs Barış Harekatı ile Kıbrıslı Türklerin can güvenlikleri sağlanmış, Rumların Enosis hayali Akdeniz’in karanlık sularına gömülmüştür. Bu savaşta; 415’i Kara, 65’i Deniz, 5’i Hava ve 13’ü Jandarma olmak üzere 498 Türk askeri şehit olmuş, 1200’de yaralanmıştır. 70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü şehit olmuş, 1000 Kıbrıslı Türk de yaralanmıştır. BM. Barış Gücü askerleri de kayıp vermişti: 3 Avusturyalı asker ölmüş, 24 Avusturyalı, 17 Finlandiyalı, 4 İngiliz ve 3 Kanadalı asker de yaralanmıştı. Türkiye bu harekatı ile kendi güvenliğini ve Kıbrıslı Türklerin güvenliğini tehlikeye atacak girişimlere hiçbir zaman seyirci kalmayacağını dünyaya fiilen kanıtlamış oluyordu.
13 Şubat 1975 de Kıbrıs Türk Federe Devlet’i, 15 Kasım 1983 de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi.
Naci KAPTAN – 20 Temmuz 2022

KAYNAKLAR
https://tr.wikipedia.org/wiki/Kıbrıs
Faruk Akın EMEK  – 1958-1974 YILLARI ARASINDA KIBRIS’TA YEREL BASINDA RUM MEZALİMİ –  http://adudspace.adu.edu.tr:8080/jspui/bitstream/11607/1768/3/10044032.pdf
1963-1964 KIBRIS KRİZİ: TÜRK DIŞ POLİTİKASI TARİHİNDE ASKERÎ, SİYASAL VE
HUKUKSAL BOYUTLARIYLA BİR ZORLAYICI DİPLOMASİ UYGULAMASI – Dr. Bülent ŞENER – http://abakus.inonu.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/11616/18564/Makale%20Dosyası.pdf?sequence=1&isAllowed=y
https://www.researchgate.net/publication/282419629_1974_KIBRIS_BARIS_HAREKATININ_TURK-INGILIZ_ILISKILERINE_ETKILERI – Yasin Coşkun
This entry was posted in DIŞ POLİTİKA, KIBRIS, SİYASİ TARİH, Tarih. Bookmark the permalink.

One Response to Araştırma yazısı * KIBRIS ADASINDA RUMLARIN YAPTIĞI KATLİAMLAR * ATİLLA BARIŞ HAREKÂTI * SİYASAL GELİŞMELER

  1. emin says:

    Kibris Baris harekatında emeği geçen tüm siyasetçilerimizi şükranla anıyorum…Katledilen insanlarımızın yakınlarılarına başsağlığı diler ken’ hayatını bu uğurda kaybedenlerinde huzur içinde unutulmamak kaydıyla minnetle yadediyorum.sayğılarla.yazınız içinde teşekkür ederim.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *