SANSÜR ve GAZETECİ-AYDIN-YAZAR “AVI” * Nasıl ki Amerika’da 1952’de başlamış olan MCharthy dönemindeki “CADI AVI” aradan 68 yıl geçmesine rağmen unutulmadığı gibi * 2002 yılından bu yana yaşadığımız siyasi dönüşüm süreci ve baskılar tarih içinde kayıt altına alınıyor ve unutulmayacak

Dini vakıflara üç ayda 2 milyar 672 milyon TL!
Ensar Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, TÜRGEV gibi
kuruluşlara üç ayda 2 milyar 672 milyon TL verildiği ortaya çıktı.

İşsizlik, yoksulluk, ekonomik kriz her geçen gün daha da derinleşirken AKP’nin yandaşlara kesenin ağzını sonuna kadar açtığı ortaya çıktı. Birgün’den Hüseyin Şimşek’in haberine göre, Hazine ve Maliye Bakanlığı Muhasebat Genel Müdürlüğü’nün açıkladığı kamunun harcama rakamlarına göre Ensar Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, TÜRGEV gibi dernek ve vakıflara üç ayda 2 milyar 672 milyon TL aktarıldı. Bu kurumlara ocak ayında 1 milyar 352 milyon 828 bin TL, şubat ayında 699 milyon 984 bin TL ve yerel seçimlerin yapıldığı mart ayında ise 619 milyon 682 bin TL verildi. Böylece sene başında ayrılan 3,6 milyar TL’lik ödeneğin yüzde 72’si harcanmış oldu.
19 Nisan 2019 Cuma / http://www.gazete2023.com/gundem/dini-vakiflara-uc-ayda-2-milyar-672-milyon-tl-h86979.html

Gazeteciler Cumhurbaşkanına Hakaret Suçunun
Anayasaya Aykırılığı Konusunda Ne Diyorlar?


CUMHURBAŞKANINA HAKARET SUÇUNUN ANAYASAYA AYKIRILIĞI VE ÇÖZÜM
ÖNERİLERİ ÇALIŞTAYI TCK MADDE 299 (Yargı açısından 299. Madde) Bölüm: 3

Bölüm 2-A-B yazımızda akademisyenlerin konuşmalarına yer vermiştik. Bu yazımızda da aynı konu üzerinde, oturum başkanı Ankara Barosu Başkanı Hakan Canduran yönetiminde Bekir Coşkun, Barış İnce, İlhan Taşçı konuşmacı olarak katıldılar.
Ülkemizde Cumhurbaşkanına hakaret iddiası ile yüzlerce dava ve soruşturmalar açıldığından, kamuoyunu bilgilendirmek amacı ile Ankara Barosunun düzenleyip organize ettiği, TCK 299 un Cumhurbaşkanına Hakaret Suçunun Anayasaya Aykırılığı ve Çözüm Önerileri başlıklı Çalıştayı size sunmaya devam ediyoruz.
Gerçekten konuşmalarda, Cumhurbaşkanı ve devlet başkanlarına hakaret ve ayrıcalıklarının, özel koruma yasalarının AİHM nin kararlarına uymadığı doğrultusunda çok önemli açıklamalar yapılarak, değerli sunumlar yapıldı.
Ankara Barosu Konferans Salonunda 4.12.2015 günü düzenlen çalıştayda, TCK nin 299. Maddesi, Yargı Pratiği, Akademisyenler, Basın, Yasama yolu ile dört grup halinde, kendi dallarında seçkin konuşmacılarla irdelenip tartışıldı, çok yararlı konuşmalar yapıldı.
Aynı gün yapılan çalıştayda akademisyenler, hukukçular, gazeteciler, milletvekilleri konuşmalarında görüş ve düşüncelerini sundular. Biz de çok uzun da olsa okuyucularımızın yararlanması için, büyük emek harcayıp bu konuşmaları bandan çözerek okuyucularımıza sunuyoruz, umarız yararlı olur.

Ankara Barosu Başkanı Hakan Canduran aşağıdaki sözleri ile açılışı yaptı: “Cumhurbaşkanlığına hakaret suçunun çözüm önerileri çalıştayımızın üçüncü bölümü herhalde ilgi çekilecek bölümlerden bir tanesi. Bu suçtan muzdarip olanları yan yana getirdik. Şu anda kamuoyunda verdiği savunma dolayısıyla hem yargılanması nedeni ile hem onla ilgili sizlere herhalde ince nüktedan şeyler söyleyecektir, o nedenle ilk sözü ona (Barış İnce’ye) verelim.

HAKKINDA DAVALAR AÇILAN GAZETECİ BARIŞ İNCE KONUŞMASINDA ŞUNLARI SÖYLEDİ:
“-Bizim davalardan bir tanesi Cumhurbaşkanına hakaret suçu, bende çok var. …Bende sekiz tane var, bende şu an üç aya doğru gidiyor, bir önceki dava ertelendi. Ondan bahsedeceğim elbette ki. Öncelikle bir öncekinden bahsedeyim. Biliyorsunuz 15/25 Aralıkla ilgili fezlekeler tapeler ortaya çıkmış ve biz de bununla ilgili haberler yapmaya başlamıştık. O dönemlerde bir TÜRGEV fobisi vardı, TURGEV bir eğitim vakfı. Parayı eğitim adına bağışlıyorsunuz, vakfa kaydolabiliyorsunuz,  böyle güzel bir kurum. Böyle Kurumlar bütün dünyada olsa, herkes rahat etse gibi düşünebilirsiniz, fakat işin aslına baktığımız zaman, böyle bir kurum olmadığını görebildik.  O dönem fezlekelere baktığımız zaman, 150 sayfalık tutan belgeler içerisinde konuşmalar vardı,  bunların hepsini ben inceledim, takriben 15 sularında internete atıldı. Atıldıktan sonra o dönem saat 6 buçuktu, iki saat içerisinde hepsini bir saat içerinde çok hızlı bir şekilde okuduk ve içinden parça parça bölümleri aldık.

“VAKIF KENDİSİNİN, PARA OĞLUNUN”,
TÜRGEV vakfına parayı yatırıyorsun, örneğin, Suudi Kralısın, parayı koyduktan sonra Şefkat Tepesi gibi araziler bir anda senin olabiliyor. Bununla ilgili Star Gazetesi Türkiye’de aramak için bir röportaj yapıyor. TURGEV başkanıyla, daha doğrusu halkla ilişkiler başkanıyla sanırım bir vardı, Star Gazetesi bunu manşet yaptı arkasından Türkiye içine konmuş bir haberdi.  Orada şunu söylüyor, halkla ilişkiler başkanı, diyor ki: “Evet o gün Suudi Kralı bize, bilmem kaç milyon dolar lira kadar para yatırdı, ertesi gün kendisi o araziye sahip oldu, “fakat bu TURGEV’le ne ilgisi var biz anlayamadık” diyor.
Sanırım bunların hepsi Tayyip Erdoğan’la kralla akraba olsa gerek, akrabalık ilişkisi olsa gerek çünkü bunun anlamayacak bir şey yok parayı koymuşsun, vakıf var, vakfın kimin olduğu belli ve Suudi Kralı o araziye sahip olmuş; aslında bunların hepsi fezlekelerde geçen konuşmalar. Örneğin o derneğin başkanı Ahmet Ertürk’dü sanırım, şöyle diyor: “Vakıf kendisinin, para oğlunun, ben burada saksı gibi duruyorum gibi bir tapede konuşma geçiyordu. Bunun hepsini biz yazdık, Ali Ağaoğlu, yine benzer şekilde sürekli istiyor, “bıktım artık” gibi sözler sarf ediyordu. Bunların hepsi yazıldı. Ben o dönem bu haberi yaptığımda başlığın AKP nin yol icraatlarıyla ilgili olarak, “CEPLERİNE DUBLE YOL YAPMIŞLAR” şeklinde idi.
O dönem, bu başlık yüzünden dava açıldı. Davayı açan kişi TURGEV vakfı ve o dönem devrin Başbakanı Başbakan Erdoğan’dı. Dava açıldıktan sonra ben bir savunma hazırladım, savunma işte bildiğiniz gibi, akustik bir savunma olarak da bilinen bir davayla savunma, burada da şunu söyledim aslında. “HAKİMLER ELDE EDİLDİ, savcılar sindi, polisler sindi, bizde topu vermesine oynamaya çalışıyoruz,  fakat kazanma şansımız hiç yok, o yüzden bu savunmanın da bir anlamı yok, demeye çalıştım, aslında. Çünkü her şey gözümüzün önünde gelişti, yani ve bu hukuk skandalı, ortada bilinen yolsuzluk dosyaları, savcıların görevde bulunması, polislerin görevde bulunması ve ele alınması ve bundan sonra işlerin Cemaate rollerine olduğuna dair iddialar olabilir, daha önce kirli ilişkiler içinde olmuş insanlar da olabilir. Bunları da ilgilendirmeyen, beni ilgilendiren şey o günkü vakaydı, biz de vakayı yazmıştık.
Benim şanssızlığım savunmaya verdiğim gün kendisini cumhurbaşkanı olmuş, cumhurbaşkanı olduğu için TCK 299 gibi bir şeyler yazmış, karşılaştık, bu da Cumhurbaşkanına hakaret.  Bilmiyordum, yeni duydum, muhtemelen cumhurbaşkanına hakaret bilinçsiz ama gazeteciler, daha önce böyle şeyle karşılaşmamıştık.  Cumhurbaşkanı olup bu kadar siyasete müdahil olan bir kişiye Türkiye toplumu ne kadara tanışık, o da sanırım Bekir abi buna cevap verir. Ama baktığımız zaman bu davanın gidişatına, şunu söyleyebilirim, cumhurbaşkanına hakaret suçu, yani benim akustik bir savunmada hazırladığım ve işlediğim suç, aslında öfkeyle yazılmış bir savunma metnidir, yani düşünsenize, siz bir soruna şahit olmuşsunuz, örneğin şurada bir kuyumcu soyuluyor, siz gazeteci olarak, “hırsızlar bulundu,  “hırsızlar yakalandı” diye haber yapıyorsunuz. Daha sonra bu bir şekilde polis, savcı, hâkim yerinden edilerek soyguncular bir şekilde dışarıya çıkıyor, bunu siz söylediğiniz için, siz hakaret eden kişi pozisyonuna sokuluyorsunuz. Biraz buna karşı çıktı, benim savunmada buna olan öfke dayanan bir şey, üstelik “hırsız Tayyip” ifadesi mitinglerde 17/25 Aralık sonrası Türkçe atılan bir slogandı ve aslında toplumun çok geniş bir kesiminin inandığı, gördüğü, duyduğu bir şeydi. Yani belki sizin ifadenizle olguları uçmuştu. Bunu söyleyebilme hakkımız vardı, bunu söylemeye çalıştık aslında ve o akustikin amacı da İlhan Selçuk’un işte Meşhur Hilal beyin döneminde yaptığı bu akustik kendisine bir göndermeydi, bir geleneğe atıftı. Fezlekede söylenebilen sözler yazılabilir, ifadesiydi. Bunu yapmaya çalıştım.
Bunun üzerine bildik TCK 299 bir yılla dört yıllar asında istenecek bir süreç başlamış oldu. Savunmaya dava açıldı, ben bir daha savunma hazırlamak durumunda kaldım. Bu da akıl dışı savunmayı savunmak için, muhtemelen o savunmaya dava açacak, ben savunmayı savunma için bir daha savunma hazırlamak durumunda kalacağım. (Salondan gülüşmeler) el üzeri iki süreç, her ay aldığım savunmada tekrar dava açıldı, çünkü ben aynı şeyi tekrarlıyorum. Siz onları yaptınız diyorum ve bir dava daha açılıyor, bu sefer TURKEV hakaret davası da açtı. “Savunmasında bize hakaret ediyor” diye; oradan da dört bin lira para cezasına çarptırıldık. Daha önce Bilal Erdoğan’a savunmadan on bin lira para cezasına çarptırıldık. Sadece yazdığım, sil bunları yazdınız şeklinde idi.
Bir de tabi Şubat ayında açıklanacak olan TCK 299 un, onu yürümek diyoruz. Son girdiğimiz dava, hani en son sizlerinde gördüğü, üç kişiydik yargılandık. O yargılandığımız davada da “Hırsız katil Erdoğan” şeklinde bir, başlıktan ötürü.
Onu da açıklamak isterim size suç olarak, belki de yardımınız olur. Doğru yaptığımıza inanıyoruz çünkü o gün, bizim o manşeti attığımız gün, Türkiye çapında tutuklamalar gerçekleşmişti. Hırsız, katil Erdoğan sloganı atan öğrenciler, yurttaşlar, mitinglere katılan insanlar evlerinden alınarak gözaltına alınmaya başlamıştı, iki tanesi de tutuklanmıştı. Biz bunu hukukçulara sorduk, hukukçular, bizden önce konuşan hukukçu ağabeylerimiz, hocalarımız da dâhil, hepsi “bu suçun “tutuklamayı gerektirecek bir suç olmadığını söylüyorlar ”. Ama suç olsa bile hakaret suçunun tutuklamayı gerektiren suç olamayacağını söylüyordu. Aynı zamanda bunun söylenebilir bir slogan, atılabilir bir slogan olduğunu söylüyorlardı. Bir de üst başlıkta “biz 35 milyonuz, biz de böyle düşünüyoruz ve bir dolu sloganı buraya yazıyoruz, diyerek, bir protesto yaptık, yani bu sloganın atılabilir bir slogan olduğunu göstermeye çalıştık, bir başlıkla. Evet, provatif bir başlık, aslında ilgi çekmek için, yani orda tutuklanan öğrencilere toplumun dikkatini çekmek için konmuş bir başlıktı. Biz bunu isimlerimizle yazıyoruz bunda bir problem yoktu. Bu yüzden de dava açıldı ve iki üç gün önce bu davaya katıldık. Orda yaptığımız savunmada şunları söyledik. “Türkiye’de bir yolsuzluk operasyonu yaşandı ve bu operasyonda bundan sonra Türkiye toplumu yolsuzlukların olduğuna, paraların kapandığına dair geniş bir inanca sahip, çünkü bunun televizyonda belgeselinde verdi. Herkes, Tayip Erdoğan’ın oğlu ile konuşmalarını dinliyordu, bununla ilgili şakalar yapıyor, testler yapıyor ve internette dönüyor, toplumun çok geniş bir kesimi bu konuya sahip. Yani Erdoğan yolsuzluk yapmış gibi bir kanıya sahip.

GEZİDE EMRİ KİM VERDİ?
Öte yandan Erdoğan, “emri ben verdim” demek suretiyle gezide öldürülen pek çok çocuğun ölümüne sebep olduğunu da söyleyebilirim. Bu politik bir eleştiri konumundadır, yani Irak savaşı döneminde biz “katil Buş” diye sloganlar duyardık, tüm dünyada. Keza Erdoğan, İsrail’le olan şu meşhur “Van mınut” münakaşasında Şimon Perez’e şunu söylemişti, “insan öldürmeyi iyi bilirsiniz”.  Burada aslında söylemeğe çalıştığı şey, aslında doğru bir şey, siz diyor, “insan öldüren bir politika içindesiniz”. İnsanlar, “katil Erdoğan” dediği zaman, ani ölümünden sen sorumlusun, sorumlu sensin; sekiz dokuz arkadaşımız öldürüldüğünde, sorumlusu sensin, çünkü “emri ben verdim” diyorsun.  Bunu da söylendiği zaman, sen burada cinayete yol vermiş bir kişisin ve siyaseten de işin başında olduğu için bunun sorumlusu sensin, bunu söylemeğe çalışıyorum, bu sözler politik bir eleştiridir, dedik.
Bunu söylediğimiz zaman karşı argüman olarak oradaki savcılar da avukatlar da şunu söylüyor:  “Bu verilen bir operasyondu, hani gerçek değildi kurguydu, montajdı vs. Aslında bu gün Camii Er tutuklanmasında da böyleydi aynı şekilde devlet yetkilileri dahil, Erdoğan dahil bunların yalan olduğunu söylemiyor, sadece ele geçirilme şekli kayda alınma şeklinin doğru olmadığını söylüyor. Bunu ben bilemem, oradaki polislerin hangi tarikata hangi cemaate sahip olduğunu, üye olduğunu ben araştırma durumunda değilim. Bu devletin başındaki sensin, onları da buraya sen yerleştirmişsinOnlarla anlaşan sensin, onları da orya koyan sensin. Ben Cemaat, tarikat bilmem benim tarikatla cemaatle bu güne kadar işim olmadı. Bunlarla işi olan sensin, şimdi mesela duyuşuma göre İstanbul Büyükşehir belediyesinde Kadiri tarikatı hâkimmiş. Öyle söylentiler çıkıyor. Ne yapacağım ben şimdi, belediyeyi protesto ederken Kadirileri mi protesto edeceğim, Yani beni ilgilendirmez, hangi tarikattır, cemaattir ne?
Sonuç olarak eğer bu boyutta suç işlediyse geçmişte de suç işlenmiştir. Bu suçu işlerken baştaki adam sendin, Adalet Bakanı belliydi.  Olduğunu ütüne üstlük o dönemin davanın savcısı olduğunu, hâkimi olduğunu söyleyen yetkili kişiler de sizlerdiniz. O zaman sorumlular sizlersiniz. Ben bunu incelemekle mükellef değilim bir gazeteci olarak. Polis, savcı senin kaydını almış, internette, sosyal medyada dönüyor. Toplumun 70 milyonundan 35 milyonu buna inanıyor, bakın şu an oy alan AKP içerisinde dahi şunu söylüyor, “yolsuzluğa bulaşmış, ilişkiler var” diyor. Erdoğan için bunlar biliniyor, söyleniyor. Kendilerine oy veren kişiler dahil, buna inanıyor ve böyle bir gerçeklik varken toplumda, biri çıkıp da sana, “görsel hırsızlık yapmışsın arkadaş dediğinde bu hakarete girmez artık. Bu kanı oluşmuş, tamamen oluşmuş siyaseten artık bu söylenebilir bir söz haline gelmiş.
Bunları anlatmaya çalıştık davalarımızda on gün sonra belli olacak, on gün daha gezip tozuyorum ama sonu ne olur bilmiyorum. Bizim yaşadıklarımız kahramanlık hikâyesi değil, Can Dündar’ın söylediği gibi. Biz işimizi yapmaya çalışıyoruz sadece, kahraman da değiliz, kendisini satmış insanlar değiliz, doğru bildiklerimizi, doğru düşündüklerimizi yazmakla mükellef insanlarız. Gazeteciler için çok şey belleniyor Türkiye’de. Bunun biraz abartı olduğunu düşünüyorum; Türkiye toplumu kendisi bilenecek, kendisi bildiklerini yapacak ve gazeteciler de onları yazacak. Şu an öyle bir durumdayız ki, toplumdaki sinme korku ortamında gazeteci bir iki adım önde gibi gözüküyor,  birçok sorunla, birçok yel değirmeni ile çarpışıyor gözüküyor. Bunları yapmaktan imtina edecek değiliz fakat toplumun da bu konuda daha fazla belki biraz daha direngen, biraz daha sahip çıkan bir yerde olması gerektiğini düşünüyorum ben. Örneğin Can Dündar’ın tutuklanacağını kimse tahmin edemezdi ama bu kadar da olmaz” dediğimiz her şey oluyor. Ama yaşadığımız düzen bu kadar da olmaz diyeceğimiz düzen. Klasik bir burjuva düzenine benzemiyor, Kapitalist düzene de benzemiyor, İslami Faşist bir düzen, ne zaman ne olacağı belli değil, “bu kadar da olamaz dememek için bu da başımıza gelmez” dememek için düzene dur dememiz gerekiyor. Bu konuda da bunu yapabilecek tek güç biz değil, bizler, hukukçular, öğrenciler, toplumun tüm katmanlarının işçiler, emekçiler hepsinin bu konuda bir araya gelip ortak bir mücadele içerisine girmemiz gerektiğini düşünüyorum”.

GAZETECİLERDEN YAZAR İLHAN TAŞÇI  ŞU SUNUMUNU YAPTI:
“- Seçkin konuşmacılara da burada iken, Benim aklıma bir şey geldi; çocuk üniversitede iki dönem arasında memleketine gider Anadolu’da. Yaşlıca teyze sorar, “hangi bölümde okuyorsun, ne okuyorsun sen”. Genç de, Paleoantropoloji” okuyorum der. “O nedir biraz anlat, bana, çok uzatma bir cümleyle anlat bana” diyor. Ama ben sana bir cümleyle anlatırsam, dört yıl ders verenlere ayıp olmaz mı”  diyor.
Şimdi benim de o kutuların karşısında 299 u anlatmam biraz ayıp olur. Ama gazeteciliği anlatabilirim. Gazetecilerin karşı karşıya kaldığı durumu tabi ki anlatabilirim. Her şeyden önce, gazeteciliğe başlamak başlı başına bir meseledir. Yargılamak, bizim artık, Can Dündar’ın da söylediği gibi, onurdu, nişandı devam eder gider o. Şimdi, çünkü gazeteciliğe başlayabilmek için önce hikâye şudur: Hiçbir şey istemiyorum, sadece çalışmak istiyorumdur. Gelir başlar, hadi başla bakalım dersiniz, sen aradan bir süre geçere, yöneticiden, “efendim iyi hoş ama bir yol parası imkânı varsa, mümkünse”. Bir süre sonra onu kopartır, sonra gidiyoruz ama yemek yeme imkânı var mı? Yemek parasını da aldıktan sonra asıl hedeftir, o da şu, eskiden çok daha kıymetliydi, 212 Sayılı Basın Kanunun, o sağlıyor, kanunla ilgili değildir, gazeteci orda; o şunu sordu sarı basın kartı taşımasının önemi, sarı basın kartının taşımasının en önemli aracı o, yani kadroya geçmek. Kadroya girdikten sonra, biraz önce bizim Barış anlattı, az sonra Bekir Abi’m anlatacak. Bir başka boyutu başlayacak, nedir o. Gazeteciler her şeyden önce hayata haberle bakar, her şey haberdir. Yani o an düşünüp kendisini ertesi gün gazetesinde sekiz sütuna manşetini gördüğü an, Bir Cumhurbaşkanı değil Erdoğan, kralı gelse
 Olmaz, o yazılar onun. Niye, tabi biz gerçek gazetecilerden söz ediyoruz. Bir tek kıblesi var, pusulası var, o da hakikat, gerçek. Onun dışında hiçbir şeyi dikkate almaz. Tabi almaz ama bizim ülkemizde hakikatin başka bir algısı var, işte, Can Dündar’la Erdem’in başına gelen, suçlama, suçlusunuz, siz hukukçusunuz, daha çok şeyler söyleyebilirsiniz.  Ben en azından şöyle diyorum, çekmecesinde çok gizli ya da saklı kaşeli damgalı adamdan gazeteci olmaz diyorum. Birisi de diyor ki, gizli belgeyi açıklamaktan tutukladım” diyor. İşte burada başka bir sorunla karşı karşıyayız. Gazeteci tutuklanacağını düşünür mü? Anne adaylarının vardır böyle doğum dalında. Gazetecilerin zihninde bavulları hazırdır her zaman. Bu bazen yurt dışına gidecekleri zaman hazırdır; bazen deprem olmuştur, anında alıp çıkacaktır, Türkiye olarak 17 Ağustos depremini yaşamış bir ülkeyiz; bazen bir felakettir, bazen de ceza evidir. Hani şey gibi, bu artık bunun fıtratında bu olmaya başladı.
Şimdi bütün bunlar olurken, gazetecileri göz ardı ediyoruz burada,  çünkü bütün gazete bürolarında vardır aslında. Her sabah bir gündem toplantısı yapılır, 15 kişi düşünün bir masanın etrafında, orda başı eğik olup küskün olanı ben görmedim, ne olmuştur biliyor musunuz, haber yazmıştır, yazı işleri, genel yayın yönetmeni kimse işte, ileride o haberi sayfayı koymamıştır. Dünyası yıkılmıştır, maaşını yatırmasanız o kadar bozulmaz. Ama haberi vermediği için, sende bir şey var mı”  diye sorarsınız, “yok”. Bir de böyle azarlar sizi. “Yok bir şey”, “niye”, sadece ama sadece inandığı bir haberi siz oraya koymadınız”.
Şimdi onun için diyorum, Sayın Cumhurbaşkanımız diyorum, altını çizerek, Sayın Cumhurbaşkanımız işte bu gerçeği göz ardı ediyor. Gazeteci dedikleriniz, sizin açtığınız davalarla hiçbir şekilde, ama hiçbir şekilde korkmazlar. Ha gazeteciler de ağaç kovuğunda büyümüyor, iyi kötü bizim de üç beş de olsa sevenimiz var.
Bundan birkaç yıl önce, Erzurum’da benim aleyhimde bir dava açılmıştı, dokuz yıla kadar ağır hapis cezası diye falan bir şikâyet var. Tabi evde bir tedirginlik başladı, doğal olarak başladı, hadi dokuzu vermezler dört buçuk olsa fena da bir süre değil, tabi o arada da Ergenekon curcunası sürüyor.  Tabi Silivri dolup dolup boşalıyor, Bizim Bekir Avcı onları rahatlatmamız lazım.
Dedim ki –Erzurum’da olması çok iyi, Silivri’ye gidip gelmek çok zor, ekonomik olarak zor, zaman açısından zor, ulaşımı zor, her şeyi zor. Bir de koşulları zor, ağır. Erzurum Cezaevinde kim yatıyor, kız kaçırmadan biri vardır, çek senet ödememiş bir esnaf vardır, üç beş gardiyan, sen ben işte. Gelmesi kolay, Erzurum’a gittiğinizde bir saatinizde ulaşırsınız, görüşme yapıp çıkabilirsiniz. Silivri öyle mi? 24 saatiniz geçer;
niye oradan birisi çıktı, dedi ki, her duruşmaya Hatay’dan gelip gidemiyorum, beni tutuklayın” hâkim bey, dedi. (Salondan gülüşmeler), bu imkânları da devletimiz sağlıyor, bizim de onlar uymamız lazım. Ben öyle diyorum,  evdekilerin yüzleri bir güldü.  Erzurum’da yatmak en iyisi (Salondan kahkahaya varan gülüşmeler) Biraz önce sayın başkan dedi ki, “hiç davası olmayan bu var, şimdi gazeteciler kendilerinden dava açılmasından korkmaz, gizliden gizliye sevinirler bile. Mesela çok eskiden pul koleksiyonları yapılıyormuş, hata onu biraz daha ileriye götürüp, manitanıza “gel sana pul koleksiyonumu göstereyim, falan yapılıyormuş. Şimdi övünmek gibi olmasın, bir ayakkabı kutusu dolusu tebligat koleksiyonum vardır. Hepsini sakladım, sonradan başladı, eksiğim çok gerçi ama onların hepsini muhafaza ediyorum, ha ne oluyor, bizim de sevincimiz o olur, görüyor musun bak tebligatlara, biz ne tebligatlar gördük. Biz ne davalar gördük, ama hep eskiler söylerler ya, nerde o eski bayramlar.
Ben de diyorum ki, nerde o eski hukukçular. Ben eski devlet güvenlik mahkemeleri varken, adliye muhabirliği yapıyordum. Yaşıyorsa Allah selamet versin bir başkan vardı, hiç unutmuyorum, polis, Kızılay’da olay olmuş, topluyor üniversite öğrencilerini, getiriyor arabanın içinde bir güzel sopayı çekiyor, sonra polise mukavetten gidiyor savcının önüne koyuyor, savcı da tutuklama yazıyor. İnanır mısınız şöyle bir gerekçe yazıyor, muhteşem bir şey, öyle hukukçuları da var Türkiye’nin, diyordu ki, bir sürü hukuki bir şeyle söyledikten sonra, “üniversite öğrencisi olduğu göz önünde bulundurularak, evdeki yaşantısı da bilmem nesi gözetilerek delil yetersizliğinden beratına karar verilmiştir”.
Düşünebiliyor musunuz bu incelikte hukukçularımız var bizim. Ebette de şimdi de var, ondan yana bir şüphem yok. Yok, ama bir taraftan da, tevdit düzeltme, açıklama gibi kavramları ayırdedemiyen hatta ve hatta tevkif etme yetkisi olduğunu sanan savcılar var. Birisi beni aradı telefonda dedi ki, “size tehdit mektubu gönderdim kullanmadın” dedi savcı. Dedim ki, açıklama gönderdiniz ama yayınlanmaya değer bulmadık. Yok, yok” dedi, tehdit dedi. Hep karıştırırlar hukukçular. Bir süre baktım, gerçekten demdit kararı aldığına inanıyor savcı. Benim yayınlamamış olmağı nı da suç olduğunu anlatıyor bana. Sonra o savcıyı özel yetkilerini aldılar, sonra başka bir yere sürdüler.
Ama ne oldu, biz mahkemelik olduk. Şimdi buraya gelmezden önce avukatımı aradım, dedim ki, hep onlar açıyor, ben de açıyorum, yasa dışı telefonu dinlemişler, altı kişi birden, onu da deşifre etmişler. Tazminat davası açtım. Daha bizim karar çıkana kadar, altı şahıstan üçü hicret etti yurt dışına. Açtım avukata ne oldu gidiyorlar herifler, kaldım içeride; “İlhan Bey sürüyor işte, yasalar değişti uzatma orayı. Yasa değişti diye biliyorsunuz, eskiden hâkim savcı aleyhine açamıyordunuz.
Bunlar Cemaatle birbirlerine girince dediler ki, “biz ne faturasını ödeyeceğiz, devlet aleyhine açamazsınız, savcı aleyhine açacaksınız, hâkim aleyhine açacaksınız. Neyse uzatmayım, tamam da gidiyor birer birer, çıkıyor şapkayı takıyor, bavulları çeke çeke, şimdi baktığımız zaman orda kaçan bizim adalet kaçıyor, adalet sisteminin kaçağını görüyoruz orda, sızıntısını görüyoruz, aslında.
Ezcümle biterse geri kalan üçte bir sayıda çıkmadıysa, onu da bilmiyoruz da, gitmiş de olabilir öbürleri.
Ama bizim avukat ne diyor, birçok avukat arkadaşımız da var, “ama” diyor, “iyi oldu İlhan Bey”, diyor. “İyiliği nerde bunun.  “E biz dört yıl oldu, bu davayı açalı” dedi. Karar verse, Cemaatçiler aleyhinize verirdi, devran dönüyor yavaş yavaş, kazanma şansımız artıyor”.  (Salondan gülüşmeler) İşte böyle rezil bakışımız var.
CUMHURBAŞKANINA HAKARETTEN TUTUKLANAN BİNE YAKLAŞMIŞ!
Şuraya geleceğim, aslında Cumhurbaşkanı açısından baktığımızda, dedim ki hakikaten hakaret etmek, bir kere Barış’ta kesinlikle hakaret yoktu, olmaz da zaten. Dediğim gibi, sadece ve sadece haber olarak. Cumhurbaşkanı çok alınganlık ediyor. Şimdi, “uzun” diyorsun, “hakaret”” diyor. Diyorsun ki “kısa çöp gün gelir uzun çöpten hakkını alır”  diyorsun,  “O uzun çöp benim” diyor. Yav olur mu? (Salondan gülüşmeler) o güzel sesiyle söylemiş, seninle bir ilişkisi yok desen inanmıyor, mesela Eskişehir’de idi sanırım yanlış hatırlamıyorsam, “diktatör sokakta” diye çocuklar slogan atıyor, çocuklara,  Cumhurbaşkanına hakaretten dava açılıyor.
Şimdi bu kadar hassasiyet, bizim memlekete biraz fazla gelir, hele bizim hukuk sisteminde epeyce gelir. Ama benim ilgilendiren dikkat ederseniz, Cumhurbaşkanına girmiyorum ama şununla ilgili bilmezlik yapmayacağım, bir hakarette bulunursam başımıza bir iş gelir, diye değil. O bizim Cumhurbaşkanı bildiğiniz o, o bizim Erdoğan, ben şununla da ilgiliyim, niye daha o bir şey demeden bile durumdan vazife çıkartıp gazeteciler hakkında ardı ardına davalar açıyor. Şimdi baktığınız zaman bir iki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dönemine bakıyorsunuz, yani açılan dava sayısı 300 küsur falan soruşturma yapılmış. Buna baktığımızda tutuklanan sayısı bine yaklaşmış ve bütün bunlardan hareketle,şuraya geleceğim. Hani demişti ya, “ben onu onun yanına bırakmam. O da şunu unutmamalı,  gazeteciler gerçeğin peşini bırakmaz bir; halkına yalan yalan atanı sarayında rahat bırakmaz, iki. Ne yapar, ne eder Bakir Abi’nin söylediği hoş bir sözdür. “Gazete bulamazsa TV na anlatır, TV bulmazsa duvara yazar, duvar bulamazsa istek parçası gibi peçeteye yazar, ama yine yazar onu orda huzur içinde bırakmaz”.

YAZAR BEKİR COŞKUN  ÇALIŞTAYDA ŞU KONUŞMAYI YAPTI..
Salondakiler, herkes merakla gülüşmelere başlayınca Bakir Coşkun şöyle başladı:
“-Hiç gülecek halimiz yok doğrusu. Yani burada güleriz de, ama gülerken içimizdeki sızı kalacak yerinde, inanın, bu duygulara ben de katılıyorum, yani hukukçuların karşısında hukuk konuşmak mümkün değil. Yani buraya gelirken ne konuşacaksınız dediğimizde ama Kemal Kılıçtaroğlu ”önümüzdeki seçimi alacağız” dediğinde bir ferah geldi bana, benim bahsettiğim insan dünyanın en hakaret edilen insan, bunu ben söylemiyorum, kendi avukatları söylüyor. Üç bin dört bin hiç kimse bu kadar küfredilmemiştir sanırım. Kim olursa olsun bu kadar küfredilen bir insan bu bunu konuşuyoruz burada.
Bu nerden başladı bu, şimdi burada yakalanabilirim, gülüyoruz, hepimizin içinde sızı vardır, hepimiz bu kapıdan sızıyla çıkacağız. Eminim buraya gelirken içimde bu sızıyı hissederek geldim. Ama baştan bu toplantılar olmalıydı. İneği vermemeliydik baştan, o günleri hatırlıyorum ben, mahkemeye verdik ilginç koleksiyonum var. Şu anda bir davamız var, ama iki dava daha geldi, kâğıtları geldi, bilmiyorum ne olacak. Bir dava Anayasa Mahkemesinden, bu sanıyorum asıl o davadır, bir de, önce hemen unutabilirim çünkü Avukatım Gökhan Tekşen’e, Özlem Tekşen’e teşekkür ediyorum. Ondan aldıkları, Anayasa Mahkemesine götürüp aldıkları bu karar bizim için bir can simidi oldu. O benim yazı hayatımın kurtarıcısı sayılır. Çünkü öbürleri içeri atıldığında Ergenekon’dan içeri atıldığında, Emin Çölaşan’a, “eyvah” dedim, kariyerim bitti, dedim, içeri atmazlarsa. O bir onur demişti, ne olacak, neyse ki bu davalarla idare ediyoruz, şimdi. O zaman davasız olmak çok büyük kabahat!  (Salondan gülüşmeler). Davam olmasa, bıyık kurtardım, davam olmasa özür dileyecektim, kusura bakmayın, diyecektim. (Salonda gülüşmeler) Benim de bir koleksiyonum var. Bu şeylerden geliyor, sarı ineğin verildiği günlerden geliyor. Dava açıldı, gittik mahkemeye; hâkim dedi ki sen dingil demişsin, ben dingil demedim. Mir Dengir Fırat AKP kurucusu şey. Mahkemeye vermiş bana “dingil” dedi diye. Yazıda adı hiç geçmiyor, neyse haksim dedi ki, söylemedim, dingil kamyonlarda olur bu adam kamyon mu? Oradan atlattık oradan çıktık.
Aradan zaman geçti, televizyondan seyrediyorum, o zaman başbakan çıktı, bir başbakan küfrediyor ama kime küfrediyor bilmiyorum ki; kötü küfrediyor, diyor ki, karım dedi ki “seni söylüyor” dedi. (Salonda gülüşmeler).
Ben Genel Kurmay Başkanı Necdet Beyefendiyi, köpeğe, yani La Fontine’nin bir hikâyesiydi. Soruşturma açıldı, gittik tabi anlatacağım var, böyle savcılarımız var, çünkü dedim ki Anayasa’dan ben gelirim de La Fontain gelemez. Neyse oradan kurtulduk. Kendime ait koleksiyonumu anlatıyorum size.
Üç dalga daha var. Dedi ki şey, siz başbakana yazınızda üç nokta dediniz mi? Ben dedim, ben ona parantez içinde üç nokta demedim, benim üç nokta deyişimi kendisine söylediğimi kabul ediyor. Üç tane parantez içinde üç nokta olsaydı, açık yazabilirdim, ama üç nokta parantez içindeyse üç noktadır ve dava sürdü ne oldu bilmiyorum.
Bir yazı yazdım TOKİ ye içinde molletvekili geçiyor, hayda mahkemeye enteresan bir davadır aslında, dava sürdü be oldu bilmiyorum. Molletvekili Anadolu’nun Yozgat’ta, Çorum’da, hatta bizim Urfa’da molletvekili falan derler. Milletvekiline inek demekten mahkemeye düştük. Mahkemeler dört yerden, inanamazsınız üç yerden kurtardık davayı. Yanlış söylersem düzeltin. Küçük Çekmece miydi, asıl Tayyip’in mahkemesi orası. Her neyse o mahkeme özel bir mahkeme orası kendi mahkemeleri. Mahkûm etti, şimdi öyle olunca bir yıl iki ay yaklaşık neredeyse hafifletilmiş ceza verildi; benim şahsen ümidim kesildi artık açık söyleyeyim. Avukatlarım Anayasa Mahkemesine götürdüler ve Anayasa Mahkemesinden bütün bu karar çıktı. Cumhurbaşkanına yapılan hakaretlerle medyanın yayın özgürlüğüyle ilgili, elinde tutuyor işte onu şey, fakat bitmiyor, bahane arıyorlar, şimdi süren bir davamız var, Cumhurbaşkanı Erdoğan açtı. Tayyip Erdoğan’ın bir sürü davası var, kurtulduk onlardan yırttık. İnek davam var şimdi, İnek Davası da Ankara’da patlama olduğu gün, benim yazdığım bir yazıda inek kelimesi geçiyor, onun mahkeme kararını Burhan Kuzu mahkemede açıkladı, alan dedi, dırttı vırttır falan yani inek. Hâlbuki inek lafı, Kuzu biraz büyüyünce koyun olacak. Tabi bunda hayvanlara karşı, hayvan sever olduğum için evdeki hayvanların adı da insan isimlerini taşıyor. Birinin adı Andrea, birinin adı Behiye, birisinin adı Hatice kimseyi etkilemez bunlar.
Şimdi bütün bu süreç, bütün bu olaylar, bu davalar, bu mahkûmiyetler, biz geç kaldık, şimdi burada şunu tartışıyoruz biz. Türkiye’de hukuku tartışıyoruz, yargı olmadığı zaman hukukun ne anlamı olabilir. Bir tanıdığım 140 tane yemek kitabı vardı, fakat evin tenceresi tavası yok. Havucu koysam turp zanneder, ama hukuk çok daha iyi olsa, onu uygulayacak düzenli yargı yoksa ne anlamı var. Yargı yok, mahkemelerde yargıçlar yok, savcılar yok terfi elemanları o yürekli insanlar var, bize zaman zaman denk geldiğimizde bizi kurtarıyorlar. Bize verdikleri kısmen yürüyor, yani genç arkadaşlarım bu sistemden çok çekecekler var.
Onlar da olmasa emin olun ki medya şu anda birçok gazeteci olmasa bu toplantıları yapamayız. Onlara minnettarız, onların sayıları çok azdır; bizim hayatları farklı, sizin gecelerimiz bizim gecelerinize benzemez, bizim gecelerimiz sizin gecelerinizden farklıdır. Sizin gecelerinizde koridorlar vardır, banklarda suçlular oturur, kelepçeler vardır, demir kapılar vardır, hâkimler vardır, savcılar vardır. Arada bir mübaşir bağırır sanık, şüpheli, annemin adı, benim adımı okur. Bizim gecelerimiz sizin geceleriniz gibi değil. Gece karanlık bastığı zaman asıl ses o zaman başlar bizim kıyılarımızda. Herkes çekildiği zaman asıl gidip gelenimiz çok olur. Korkarız açık söylüyorum ben, biz de çoğunlukla. Bizim korkmayan gazeteci, yok böyle bir şey, korku olur, korkuya rağmen diklenirsen korku olur. Korka korka,  çekine çekine, endişe ede ede geceleri hayal rüya göre göre yaşamımız ve gecelerimiz geçer.
Ben geçenlerde çok acı bir şeye tanık oldum. Bir gazeteci arkadaşım emekli bir savcı ile konuşurken, “hangisini tercih edeyim o durumda kalırsam, hücre mi iyi, yoksa iki kişilik koğuş mu iyi” der. Şuna bak ben hangi sinemaya gideyim, hangi tiyatroya gideyim, hangi bara gideyim, hangi hücreye mi gideyim, yoksa koğuşa mı gideyim, peki kapalı mı yoksa açık mı?”. Kendi kendime nereye atayım, işte bu durumdayım. Şimdi burada kabul oldu mu desteğim, sıfır. Açık söylüyorum    işte bu kadar. Yani bizim sokağa çıktığımız zaman ben eskiden her yere giderdim, artık sinema, çarşı, durak son zamanlarda korkuyorum. Korkum da şu, yani birisi gelir de dank diye vurur, ondan değil, şundan korkuyorum, bir tokat atıp giderse ne olur? Ömür boyunca bir tokadın şeyini taşıyamam, aynı onu düşünüyorum. Bu korku bizi mahkûm etti.
Şimdi, enteresan bir şey, bir imamdan hukuk bekliyoruz. Yok, öyle onun hukuku 1400 sene önceden gelen hukuktur. Hadi bakayım, biriniz kalkın şimdi kalkın namaz vaktini bir saat kaydırabilir miyiz devlet saat kayıt saatlerine göre, bir teklif edin bakalım, günahtır bu, ona göre öyle; içeri girerken sağ adımınızı atacaksınız. Veya dört rekât yerine üç rekât kılsak olur mu deneyin bakalım. Böyle bir adamdan hukuk falan bekliyoruz. Bunun dünyasında hukuk falan yok. Zaten en büyük şanssızlığımız, Tayyip Erdoğan falan filan değil. İki tane büyük şansızlığımız var, birisi, Türkiye’de Atatürk Devrimlerini savunan CHP dir. Bu tarzdaki bir parti bizi de savunamıyor, geçenlerde ben şunu söyledim, “bedelleri biz ödüyoruz, sizin aptal aptal siyasetiniz yüzünden bedelleri biz ödüyoruz. 
Uğur Mumcu sizin yüzünüzden öldürüldü, Ahmet Taner Kışlalı sizin yüzünüzden öldürüldü; iyi muhalefet yapıp Türkiye’yi alıp götürmek yerine, hep bıraktınız Mafya bozuntularına, hep bıraktınız kapitalizmin döküntülerine, hep bizi bıraktınız kötü din tüccarlarına, din tacirlerine. Madımak, Ahmet Taner Kışlalı, Maraş Olayları, Çorum olayları bütün bu olaylar, Türkiye’de arkamızda ciddi muhalefet olmadığı içindir. Bizim Can’la, çok seviyorum ben Gül’ü bedeli onlar ödedi, bedeli Mustafa’lar ödedi. Ve bundan sonra diyecekler onlar, yok adam meydan boş olduğu zaman yapar, birinci şanssızlığımız bu.
calistay 22
İkinci şansızlığımız arkamızda kamuoyu yok. Sizler yoksunuz, buradaki kadarsınız yoksunuz. Sizler derken neyi kastediyorum, yeteri kadar toplumu kastediyorum. Eminim bu salonda hepimiz, hepiniz var. Gene bir tırnağın kırılsa taşa çarpsam, koşup gelirsiniz bundan eminim, parçamsınız, okuyucularımın yürüyüşlerinden, gözlerinden falan tanırım. Ben zaten sizler derken dışarı çıktığınız zaman Mamak’a, Balaya gittiğiniz zaman, Haymana’ya gittiğiniz zaman Keçiören’e gittiğiniz zaman göreceksiniz, kendimizi çok yalnız hissediyoruz. Bu böyle nereye kadar gider?
Ben tabi ki burada Medyadaki sorunlar işte bütün bu olaylar tamam, Fakat bu hadi bir de yüz ekle bu 2099 2300 olsun, şey burada söylemek istediğim Barolarla ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. Yaptığınız, teşekkür ederiz. Özellikle Ankara barosu körkütükken barolar gerçekten de son yıllarda, ya yanımızda oldular, mahkemeye gittik, hiç görev olmadığı zaman çantalarını alıp geliyorlar avukatlar, bir sorun olduğu zaman, özellikle teşekkür ediyorum. Ama yeterli değil, 77 binlik üyesi olan Türkiye’nin önemli kuruluşu, yeterli görmüyorum, biz yeterli görmüyoruz.  Barolar şunu sağlamak zorundadır. Hukuk olsun olmasın önce yargı, onun hukukunu yapacakmış, işte Muştak Kuzenin kitapları gibi yemekle olmaz, Türkiye’yi aşmak zorundasınız, sınırların ötesine gitmek zorundasınız, dünyayı ayağa kaldırmak zorundasınız.
Bizim sizden başka hiç kimsemiz yok buna emin olun, bizim zaman zaman bunalıma girdiğimiz an, yani yazılarımız hemen belli olur zaten, sıkıntıya girdiğimiz zaman,  aklımıza ilk gelen yer avukatlarımızdır.  Onlara sığınırız, ama bir tek ben değilim ki, Türkiye sermayesi olsun veya olmasın, o çocuklara borcunuz var sizin,  hepimizin borcu var. Ona en çok bu günlerde bizim en çok ihtiyacımız olan şey, herhalde yargı, hukuk.
Ben burada kesiyorum. Emin olun ben buraya gelirken şunu düşündüm, oraya geleceksin, bilmediğin bir konuda konuşacaksın tabi ki o haddim değil, Türkiye’nin demin Sabih Bey’le hepimiz bizim alın akımızsınız, bizim yüreğimizsiniz, hepinizin bizim yanımızda çok büyük değeri var. Başımıza hal gelse size sığınacağız. Ama siz de şuna emin olun, bir kere asla korkmayacağız, asla yılmayacağız, asla silinmeyeceğiz hapishanelerde kafamızı kesseler, orada çürüsek, bizi gıdım gıdım yapsalar, çocuklara verdiğimiz sözü yerine getirinceye kadar durmayacağız, teşekkür ediyorum”.
Bu konuşmaları yazıya dökmek çok zordu, sürçü kalem ettikse affola…CK.
Cevat KULAKSIZ – 18 Aralık 2015 – ckulaksizster@gmail.com
http://dunya48.com/cevat-kulaksiz/27123-cevat-kulaksiz-gazeteciler-cumhurbaskanina-hakaret-sucunun-anayasaya-aykiriligi-konusunda-ne-diyorlar
This entry was posted in FAŞİZM, GÜNDEM - YORUM, İNSAN HAKLARI - DEMOKRASİ, MEDYA, SİYASİ PARTİLER, SİYASİ TARİH. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *