KÖY ENSTİTÜSÜ ANILARIM – Eğitimci yazar Öğretmen Mustafa Aslan Aksungur – BÖLÜM V – VI

BÖLÜMLER
Bölüm I                 https://nacikaptan.com/?p=67366
Bölüm II               https://nacikaptan.com/?p=67944
Bölüm III – IV    https://nacikaptan.com/?p=68535
Bölüm V   – VI     https://nacikaptan.com/?p=69317

1930’lu yıllarda yoksulluğun , yokluğun toplumu sarmaladığı zamanlarda , yolun , arabanın olmadığı günlerde , köyden kasabaya , kasabadan kente gitmek için atların , eşeklerin kullanıldığı günlerde , okulu ve öğretmeni olan beldeler çok şanslı idi. Hele hele köylerden çıkarak okullu olmak , eğitimini sürdürmek ayrı bir zorluk idi. Aşağıda V. ve VI. bölümlerini okumanıza sunduğum , Anadolu’nun yaşamını kökten özü ile bir öykü gibi bir masal gibi kaleme almış olan Köy Enstitü’lü eğitimci yazar değerli  AKSUNGUR hocamın köy yaşamından Köy Enstitülerine giden yaşam öyküsüne devam ediyorum.

Naci Kaptan / 21.05.2019


Bir önceki IV. bölümü şöyle bitirmiştik ;

On yaşındayım. Anamdan yuvamdan ayrı, gurbette okuyorum. Ağabeyim yanımdayken, yine birbirilerimizle yoldaşlaşıyor, gurbet yalnızlığını iyi kötü yeniyorduk. O beni bırakıp gidince temelli yalnızlaştım. Kala-kaldım bir başıma… Ne yalan söyleyeyim, sevinemedim ağabeyimin öğretmen okulu sınavını kazanmış olmasına. Bu bencilliğimi de kendi kendime kınadım durdun sonraki yıllarımda hep…Bu insan ruhunu alt-üst eden, depreme veren o kördüğümü, bugün bile hala çöze-bilmiş değilim! Hasetlik, fesatlık, çekememezlik de değildi, o kör duygu… Bugün bile anlayamadığım bir “İnsanlık Hali” idi işte…


Köy Enstitülerine giden köylü öğrenciler 

HAYDİ BAKALIM YOLA ÇIKMAK ZAMANIDIR , GİYİN ÇARIKLARINIZI 

Bölüm V

Ermenek – Merkez İlkokulu ve Atatürk’ün Ölümü:

Köy Öğretmen Okulu sınavlarını kazanan öğrenciler için devlet, o zamanlar öğrenci başına 30 TL. Para alıyormuş. Babam o 30 lirayı bulmak için öküzümüzün birisini sattı. O güne değin elinde avucunda biriktirdiği parasını da kattı; biraz da sağdan soldan ödünç para buldu, zar-zor denkleştire-bildi o 30 lirayı. Götürdü ağabeyimi Eskişehir-Mahmudiye’ye İlk öğretmen Okulu’na; kayıt işlemlerini yaptırttı.

Ağabeyimin imtihanı kazanmış olmasına hem seviniyordum, hem içimde buruk bir acı duyuyordum. Bu bir fesatlık mıydı, yoksa benim için bir yenilgi ezikliği miydi? Pek ayırtına varamıyordum.

Şimdi şimdi: Bu kazanamayışımı yaşımın, boyumun-posumun ufak-tefek oluşuna yorumluyorum. Hoş: Kazanmış olsaydım bile, babacığım benim için de bir ikinci 30 Tl. Bulup ikimizi birlikte yazdıracak güçte değildi zaten. Bunu şimdiki aklımla çözebiliyorum ancak.

Ermenek’te yanız kalışım da, tabi ki bir ayrı tasa olmuştu beynimde ve yüreğimde o zamanlar…

10 Kasım 1938. Atatürk’ün ölümü:

Hoparlör teşkilâtı falan yok o zamanlar okullarda. Okul Müdürümüz, okulun tüm öğrencilerini topladı okul bahçesine. Sıraya dizildik. İki dakikalık saygı susuşu eyleminden sonra bayraklar yarıya indirildi. Okulumuzu da üç gün süre ile tatil ettiler…

Hemen o gün, “Yas Töreni” biter – bitmez, saat 14.00–15.00 sıralarında öğrencileri serbest bıraktılar. Okuldan ayrıldım. Koşa koşa evimize geldim. Mona’ma; (*) durumu yarım-yamalak anlattım:

“- Mona, dedim, Atatürk öldüğü için okulumuzu üç gün tatil ettiler. Ben köyümüze gideceğim. Anamı çok özledim. Çok göresim geldi…”

Mona’m, derinden derine bir “Ahh!” çekti:

“Yemek ye de öyle git oğlum. Yol uzak, acıkırsın sonra…” Dedi, önüme sofrayı serdi. Acele acele yedim yemeğimi. Bir de kavurmalı dürüm yaptı. Verdi elime Mona’cığım. Haydi:

“Ver elini ey benim ve de dünyanın en uğurlu yurdu! En uğurlu “Uğurlu ”su. Ver elini, “Uğurlu” köyüm. Dedim, yürüdüm. Yürümek ne söz: Koştuuum. Koştum!

Yalnızım. Düştüm yollara… Yollara…Köyümüzle Ermenek arası, yayan yürüyüşle, altı ( 6) saat falan sürüyor. Yarı koşar, yarı yürür, acelece adımlarla arşınlıyorum yolları…

Boyalık köyünden bir asker izinlisi, köyüne gidiyormuş. Ermenek çıkışında, Farsakların Çeşme dedikleri çeşmenin başında mola vermiş; yemek yiyormuş. Orada ona yetiştim. Yüreğimin tıpırtısı azıcık yatışır gibi oldu.

“- Selam-ün Aleyküm asker ağa! Yolculuk nereye böyleee.” Dedim.

“-Aleyküm-üs selam delikanlı. Boyalık’a gidiyorum. Askerden izinim çıktı, köyümü de özlemiştim, Ermenek’te kalmaya gönlüm izin vermedi, yürüyüverdim işte.” Dedi.

“-Tamam, asker ağa. Ben de Uğurlu köyündenim. Ermenek’te okuyorum. Atatürk Yası tutmak için okulumuzu üç gün tatil ettiler de, ben de köyümüze, Uğurlu’ya gidiyorum. Yol ayrımımıza kadar birlikte gideriz; birbirimize yoldaş oluruz!” Dedim. Yürüdük yolumuza…

Asker ağabey, çok neşeli bir insan. Türkünün birini bitiriyor, ötekisine yapışıyor. Sesi de güzel mi güzel. Yol mu yürüyoruz, konserde miyiz, hiç ayırtına bile varamadan yolumuzun ayrıldığı noktaya gelmişiz. Ama hava da kararmaya yüz tutmuş, ortalık yöşermeye başlamıştı. Asker ağa bana döndü:

“-Senin daha dört saatlik yolun var. Akşam oldu. Yalnız başına gidemezsin. Yolun bir saat kadar uzar ama dört saat yalnız gitmektense beş saat yoldaşlı gitmek daha iyi. Gel sen Boyalık üzerinden git köyüne. Boyalık yol ayrımıyla sizin Uğurlu köyünün arası bir saat bile çekmez. Ayrılacağımız yol ayrımında, sizin Uğurlu’nuzun ışıkları bile görünür.” dedi. Hiç düşünmeye bile gerek görmedim; kabul ettim asker ağabeyin önerisini.

“Yoldaşlıya yol mu dayanır? İnanın bana, o üç saat nasıl geldi, nasıl geçti kolay kolay anlayamadım. Boyalık – Uğurlu yol kavşağına gelmişiz.Uzatmayalım sözü, asker ağa Boyalık’a, öğrenci Mustafa, Uğurlu’ya yöneldik.Gece bastırdı. Bizim yolumuzu şavkartacak bir ay şavkımız bile yok ortalıklarda, şansımızdan.

“Ağusdostta boku donar fukara kısmının.” Derdi anacığım, aynı aynısına böyle.

Yarı koşar, yarı yürür, ürke-korka tuttum aydınlık Uğurlu’muzun karanlık yolunu. O sevgi denilen tutkulu yol yüreğimden yuvarlamış, asılıyordu çünkü beni kendine…

Evimize geldiğim zaman herkesi derin uykuda buldum. Kimseleri rahatsız etmeyeyim diye ayaklarımın ucuna basa basa girdim bordamızdan içeri. Sessizce tırmandım, çıktım (kepengi) merdiven basamaklarını…

Kepengi deyince, hemen Mehmet Ali Uyar koca gelir aklıma:

Şıh Ali uşaklarından Mehmet Ali Uyar adında bir Nasrettin Hocası var köyümüzün. Beni de pek severdi rahmetli Uyar Hoca. Aramızda en az 40-45 yaşlık bir yaş uçurumu olduğu halde, sıkı-sıkıya arkadaş idik birbirimizle…

“Bir arkadaş gibiydik” demeyeceğim; gibisi fazla olur. Basbayağı arkadaş idik Mehmet Ali Uyar Arkadaşımla… Şimdiki anlatacağım fıkraları bile, bu arkadaşlığımızı kanıtlamaya yeter de artar sayıyorum ben. Sizler de dinleyin, izleyin Uyar arkadaşımızın bu fıkralarını da, eğriye eğri, doğruya doğru; uygun kararı sizler verin:

Önce, bana “M. Ali Uyar” bilgemizi çağrıştıran kepengi fıkrasından başlayalım anlatmaya, isterseniz:

Bizim köyde merdivene, çokçasına “kepengi” derler. Türk Dil Kurumumuz, sözcüğün “kepek” ten geldiğini var-sayarak: “Kapak, kepenk.” diye vermiş sözcüğün açıklamasını. Kepenk sözcüğünün anlamını açıklarken de, taa dördüncü sırada: “Kepenk: Merdiven.” deyi-vermiş. İşin kolayına kaçmış. Oysa kepengi sözcüğü bir isimdir. Öz-Türkçe bir sözcüktür. Farsça merdiven sözcüğünün öz Türkçedeki karşılığıdır. Geçelim şimdi bu ön-girişi de, (Eskilerin deyimiyle sadede, yenilerin deyimiyle:) Konumuzun özüne, “Kepengi Fıkrası” na gelelim:

Çiçeği burnunda, köyümüze yenice atanmış, Köy Enstitüsü çıkışlı bir öğretmenim. Doğup büyüdüğümüz köyümüzde öğretmenlik yapmak, her yönüyle bir ayrıcalık gibi gelirdi bana…

“Köyümüzün Nasrettin Hocası!” Dediğimiz Mehmet Ali Uyar hocamızla senli-benli arkadaş olmamız da, bir başka ayrıcalık… Artık “Uyar Hocamızı dinleyin, kararı siz kendiniz verin.

Bir gün, bir sohbet sırasında, Hoca bana:

“- Aslan Bey, kaç kardeşsiniz siz?” Diye sordu.

“On bir kardeşiz Hocam!” Dedim. Aramızdaki bu ışıklı konuşmayı şöylece sürdürdük:

“- Hiç ölen kardeşin olmadı mı senin..?” .

“- Olmuş Hocam, olmuş; ama ben doğmadan önce ölmüş.”

“- Peki, herkesin kardeşi çok çok ölür de senin kardeşlerin neden ölmez biliyor musun?”

“ – Hayır Hocam! Bilmiyorum.”

“Bilmiyorsan, ben sana söyleyeyim de öğren öyleyse. Öğretmensin. Gerek olur günün birinde sana da. Sen de başkalarına öğretirsin:

Sizin kepengi çok kurada. Azrail, o kepenginizden yukarı kata çıkacağım derken, düşerim diye korkuyor da o yüzden sizin evdekilerin canını almaya gelemiyor.” Dedi.

Kaldırdım bir kahkaha koyuverdim oracıkta… Kasıklarımı tuta tuta güldüm…
Bilge Uyar’ın Öteki fıkralarını sırası düştükçe vermek üzere, yarı-başlı bıraktığımız el-ucumuzu tamamlayalım isterseniz.

“Nerde kalmıştık?”

Haa, anımsadım: “Sessizce tırmandım çıktım kepengi basamaklarımızı…” Demiştim.Gece yolculuğu beni hem yormuş, hem de oldukça acıktırmıştı. Yorgunluğumu unuttum da, açlığımı unutamadım…

Açlık unutulmuyor. Açlık unutulmaz. Açlık tüketir adamı.Beyniyle, bedeniyle, ruhuyla, cesediyle, koca bir insanlığı tüketir, yok eder o AÇLIK denilen azılı afat, azılı Azrail.

Hemen ekmek teknesine sarıldım. Anacığımın akşamdan sulayıp dürüm yaptığı yufka çavdar ekmeğinden iki yufka ekmek çomaçladım, aldım elime. Kavurma dolabına yöneldim. Kimseyi uyandırmamak için hırsızlar kadar sessiz olmaya çalışıyorum…

Kavurma dolabımız, benim o zamanki boyumdan çok yüksekti. Dolabın pervazına ayak parmaklarımla tutunarak kavurma peteğine ulaşayım derken, pattadak düşmeyeyim mi yere. Benim bu salak gürültüme anam uyandı.

“Kim ol..?!” Demeye kalmadı:

“Anaaa..! Benim Aslan OĞLUM imiş hoyu bu gelen.” Dedi, fırladı kaktı yatağından anacığım…

Olağanüstü olaylar, herkese göre değişir. Kimilerinin olağan saydığı şey, kimilerine olağanüstü, kimilerinin olağanüstü saydıkları şeyler de, kimilerine gayet olağan görünür. Bu geceki olay benim olağanüstülerimden birisi idi. O yüzden olacak, yetmiş dört yıldır hiç unutamadım bu olaycığı. Unutmak ta ne söz; aklıma geldiği her an, daha dün yaşamışım gibi olanca tazeliğiyle gerilir gözlerimin önüne Anamın (silueti) karaltısı; capcanlı dikilir. Anacığım başka zaman kıyamadığı kibritine sarıldı. Yaktı ocağı. Bol kavurmalı bir yumurta pişirdi. Yanına bir de müselles pekmezinden yarı-ekşilice şerbet yaptı; koydu önüme…

Siz olsaydınız, bu şehzade şölenini unutabilir miydiniz acaba? Sizleri bilmem. Ama ben, bu yaşıma geldim, hiç mi hiç unutamadım bu şahane şöleni…


BÖLÜM VI

Fariske Yatılı Bölge Okulumuz:

Ermenek, ilçemizdi bizim. Ermenek’teki yaşam, köy yaşamı gibi değildi kuşkusuz. Ermenek’te Monamın (Anne-annelere Ermenek dilinde Mona denir.) yanında kalmamıza karşın, giderimiz aile bütçemize ağırca geldi. Babam, ağabeyimin Köy Öğretmen Okuluna girişi için, giriş parası olarak yatırdığı o (30 TL.) yi de, zaten iki öküzünün tekini satarak, sağdan soldan borca para bularak zar -zor yatırabilmişti. O vakitler ödünç aldığı paraları, bu yıl geri ödemesi gerekiyordu. Sanırım bu yüzden olsa gerek, beşinci sınıfı bucak merkezimiz olan Fariske’ deki: Fariske Bölge Yatılı İlkokulunda okudum.

Okulumuzda, biri bayan, biri erkek, karı-koca iki öğretmen vardı. Bayan öğretmen, (şu anda adını pek anımsayamadım diyeceğim ama anımsadım. Adı: “Naciye Yaylalı” olmalı idi. Aklıma öyle dokunuyor.) 1.2.3.üncü sınıfları, Naciye Yaylalı öğretmen, 4.üncü, 5.inci sınıfları da Bay Hüsnü Yaylalı öğretmen okutuyordu.

Ben derslerimi severek yapardım. Öğrendiğim konu ne olursa olsun, öğrenmekten büyük zevkler alır mutluklar duyardım…

Bilirsiniz: Severek yapılan işlere kıymet yetmez; paha biçilmez! Hırsızlık bile olsa yapılan iş, severek yapıldı mı biyol, “Hırsızlığın ayıbını” bile azaltır, ÖRTER!” Diyesim geliyor nerdeyse.

Hırsızlarımızın hırsları hırsızlığı eğer severek yaptırıyorsa o hırsız bakanlarımıza, inanın bana: O Hırsızlarımız, doyumsuz mutluluklar duyarlar yaptıkları TÜM çalışlarından.

“İşte şu güzel Türkiye’mizde: Gün günden azmanlaşa, azmanlaşa sürüp giden hırsızlık saltanatı da, salt bu yüzden vazgeçilmezleşiyor benim kanımca; benim sanımca…” Diyorum ben. Doğruuu, yanlış; ötesine sizler karar veriniz artık…

Başöğretmenimiz Hüsnü Yaylalı, biraz kendini beğenmiş, koduşlanmayı pek seven bir insandı. Laf aramızda, azıcık da tembelirekti öğretmenimiz. Bütün bu doğruları yazıp yazmamayı epeyce düşündüm. Bir öğretmenimin, hele ölmüş bir öğretmenimin arkasından onu (haydi kötülemek demeyeyim de) yanlışlarını yazıya dökmek DİYEYİM, doğru muydu acaba?

Hala şu anda bile oyum, % 50 olumsuz, % 50 zararsız kefesinde gezinip duruyor. Bana yaptığı büyük haksızlık için mi yapmış oluyorum acaba ben bu eleştirileri diye sorgulayıp duruyorum kendi ÖZÜMÜ, öz kendim…

Ama değil! Bir doğrunun dökümü olduğu için yazıyorum… Üstelik koca bir yılımı yedi bu sayın öğretmenim benim. Hiç hoş olmayan o davranışı ve dayatmasıyla. Bu doğruların açıklanmasını zaten, fazlasıyla demesek bile, yeterince hak etti.

Babam, aklı başında, iyilik-sever, yoksuldan yana bir insandı. Girişken ve becerikliydi. Amirlerle, memurlarla arkadaşça ve eşit koşullarla konuşur, halleşirdi. Öğretmenimiz H. Yaylalı ile de arkadaşça, dostça ilişkiler içindeydiler. Konuşmaları arasında bir gün Yaylalı’ya babam:

“- Hüsnü Bey; Allah emanetini almazsa bu çocuğu Üniversite’ye kadar okutacağım!” Demiş.

Yukarılarda da anlattığım gibi, babam okuyup yazmayı cezaevlerinde öğrenmiş bir girişken üst-insandı. “Üniversite” diyecek yerde, “Aniversite” demiş. Bunu bile diline dolamıştı bizim Sayın Başöğretmenimiz Hüsnü Yaylalı. Her nerede olursa olsun, gördüğü her yerde beni hep: “Gel bakalım Anıversiteli..!” Diye çağırırdı…

SOYADI YASASI

Soyadı Yasası, 2 Temmuz 1934 günü Resmi Gazetede yayımlanarak resmen yürürlüğe girer. Bu yasa: “Gereği yapılmak üzere” Fariske Bucak Müdürlüğüne de bildirilir. Bucak Müdürümüz Akif (Koçaş) Bey, Bucağa bağlı 18 köy içerisinden, hemen o gün kıvratır manyetolu telefonun kolunu, Uğurlu köyündeki “Halit Efendi” yi bucak merkezine çağırır.

“Aloo, Halit Efendi! Hemen atla atına, müdürlüğümüze gel! Geç kalma haaa..!” Der.

“Hayrola Müdür Bey. Çözülmez bir sorun mu var yoksa. Nedir bu telaş?” Diye sorar babam.

“Sorma! DERHAL GEL.” Yanıtını alır.

Düşünür babam:

“Vakit, ikindi vaktidir. Gitse, dönemeyecek köyüne. Orada yatıya kalmak zorunda kalacak. Demek çok önemli bir konu var ki, bu vakitsiz vakitte çağırıyor Akif Müdür beni bucak merkezine…”

Der ve hemen atlar kısrağına(*) dooğru Fariske Bucağımızın yolunu tutar.

Fariske, köyümüz Uğurlu’ya on iki kilometredir.
Akif Bey, kurmuş sofrayı, bekliyormuş.

“- Hayrola Akif Bey. Nedir bu (ihzar – derdest) müzekkeresi!” Diye sorar.

“Sorma, otur!” Der Akif Bey.

Otururlar sofraya. Yerler, içerler, konuşurlar bol bol… Gel bil ki ne için çağrıldığı konusundan hiç kapak kaldırıldığı yok Müdürümüzün.

Yerine ve zamanına göre sabretmesini de iyi bilirdi babacığım. Kendi kendine: “Bunda da vardır bir hayır. Bekleyelim bakalım! Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.” Der; bekler.

Geç geceye dek yenilir, içilir. Şafak sökmek üzeredir nerdeyse. Akif Bey sözü konuya getirir:

“-Halit Efendi, yeni bir Soyadı Yasası çıktı. Cumhuriyet Devrimlerinden birisi daha yasalaştı. Bugünden sonra her vatandaşın adının arkasında bir de Soyadı olacak. Ülkemizde soyadsız yurttaş kalmayacak. Düşündüm epeyce; on sekiz köy içerisinde bu işi en iyi başarabilecek insanın sen olduğuna karar verdim. Seni bu yüzden çağırdım buraya. Şimdi benim soyadımı sen vereceksin, senin soyadını da ben vereceğim. Haydi bakalım! Sana kolay gelsin!” Der.

Babam hiç düşünmeden:

“- Akif Bey der, Daran köyünün üst yanında koca bir dağ var. O dağı anımsadın mı? O dağ çevrenin en ulu dağıdır. Sen de (Kendine yakın bulduğu herkesle senli-benli konuşurdu babam.) bu yörelerin en büyük adamısın… Sana ve soyuna da “KOÇAŞ” desek yakışır. Soyadınız da “KOÇAŞ” olsun!” Der.

Akif Koçtaş’ın keyfine bitim yoktur artık. Onurlanır bu yeni soyadı ile. Babama, güven dolu bir sesle:

“- Bu iş için sana değil, ŞU 18 köy içerisinde seni bulup seçtiğim için kendime teşekkür edeceğim Halit Efendi. Senin soyadını da ben vereceğim. Ama seni biraz merakta koymak istiyorum. Yeni soyadını da sana şimdi değil de sabah, söyleyeyim. Haydi, artık yatalım. Sana iyi geceler…” Der.

Herkes odalarına çekilir, yatar. Babam merak içinde: “Bakalım Akif Koçaş bana nasıl bir soyadı verecek?” Düşüncesiyle bir-haylice geç uyur.

Sabah olur; uyanırlar. Otururlar kahvaltı masasına. Akif Koçtaş’tan yine tıs yok. Kahvaltıdan sonra, oturma odasına geçilince:

“-Halit Efendi, seni epeyce merak içinde koydum. Artık daha fazla bekletmeyeyim.

Bilirsin, benim doğup büyüdüğüm memleketimin adı Sungurlu. Sana ben kendi yurdumun adını yaraşır buluyorum. Ama düpedüz bir “Sungurlu” değil de, başına bir “Ak” kondurarak ve sonundaki “lu” ekini de kaldırarak çağıracağım Seni. Yeni soyadın “AKSUNGUR” olsun.” Der.

Konuyu biraz dağıttık mı acaba?

“Yazaar! Konuya döönnn!” Diyeyim kendi kendime ve de döneyim:

Devam edecek 21.05.2019

This entry was posted in CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, Dizi Yazilari, EĞİTİM, GEÇMİŞİN İÇİNDEN, KÖY ENS.ÖĞR. MUSTAFA AKSUNGUR ANILARI, KÖY ENSTİTÜLERİ. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *