TARİHE CUMHURİYETE AYDINLANMAYA NOT DÜŞENLER * Bölüm 2/2 * Prof. Dr. Fuat Aziz GÖKSEL KONFERANS: ATATÜRK 1992.

Bölüm 1        https://nacikaptan.com/?p=64901
Bölüm 1/2    https://nacikaptan.com/?p=65057
Bölüm 2/2    https://nacikaptan.com/?p=65220

TARİHE CUMHURİYETE AYDINLANMAYA NOT DÜŞENLER * Bölüm 2/2 *
Prof. Dr. Fuat Aziz GÖKSEL KONFERANS: ATATÜRK 1992.

Atatürk, Büyük Nutk’una başlarken: “1335 yılı Mayıs’ın ondokuzuncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve Manzara-yı umumiye:…” diye o günkü durum değerlendirmesini yapıyordu.

Devlet büyük bir savaştan yeni çıkmıştır. Düşman orduları, sonradan “misak-ı milli” sınırları olarak anılacak olan noktalara kadar ilerlemişler ve ordunun silah ve cephanesini elinden almak üzere yer yer birçok merkezlere askeri komisyonlar göndermişler, çok ağır koşullu mütareke imzalanmış ve o zamanki Yıldırım Orduları gurubu komutanı olan Atatürk’le zamanın Harbiye Nazırı olan Ali Rıza Paşa arasında, mütareke şartlarına rağmen silahların teslim edilmemesi ve Toroslar’ın kuzeyine, galip orduları geçirmemek üzere tedbirler alınması, cephaneliklerin, iç bölgeler gönderilmesi, Toros tünellerinin tutulması gibi, geleceğin savaşına hazırlık mahiyetinde olaylara karşı Harbiye Nazırı’nın fazla bir şey yapmadığı veya yapamadığı meydana çıkmıştır.

İşte bu koşullar içinde Atatürk İstanbul’a geldi ve birkaç ayını orda geçirdi, herkesle temas etti. İşte bu temaslarından elde ettiği sonuçları Nutk’un ilk sayfalarında şöyle dile getirir. “Gerçekten mağlubiyet alem şumüldür. Büyük bir fikir ayrılığı vardır. İnsanlar yeis içinde ne akıllarına gelirse, onu yapmak üzere bir takım teşebbüslere girişmek istemektedirler.

Merkezi hükumette iktidara sahip olan parti, bir vatan hainleri çetesidir ve bunların başında bizzat Padişah vardır. Her ne pahasına olursa olsun, mülevves tahtını muhafaza edebilmek için, düşmanın her istediğini yapmaya, her talep ettiğini satmaya hazır bir kadro, başkentte iktidarı sözüm ona, elinde bulundurmaktadır”. Ordu mağlup, yaralı, yıllardan beri süren savaşlardan yorgundur, halk fakr-ü zaruret içinde harap ve bitaptır.

Memleketin bütün ekonomik değerleri, bu savaşlar sırasında aşınmış, tüketilmiş, kala kala elimizde, Türk’ün atayurdu olan Anadolu toprakları ve o da, ne zaman elimizden gideceği belli olmayacak bir şekilde ve kimin sahip çıkacağı belli olmayacak şekilde kalmıştır. İstanbul’da kendilerine “aydın” diyen bazı kişiler, memleketin, yani imparatorluğun, yani zaten, “deja” kopmuş olan Arap topraklarının, Balkanlar’ın, Rumeli’nin sözüm ona varlığını muhafaza edebilmek için, bir büyük devletin mandasını ve tıpkı uzun süre, aydınlarımız arasında sürüp giden bir “illüzyona” uygun şekilde, çok iyi niyetli, çok halisane düşünceli ve Wilson prensiplerine sahip, insancıl, hürriyetin makarrı olan Amerika’nın, Türk’ün kaderine sahip çıkıp, onu manda altına almasıyla, bu büyük ülkenin kurtarılabileceği zehabına kapılmışlardı.

Ve bu arada başkentte Patrikhane’ye bağlı olarak Mavri Mira heyeti, şimdiden memleketi parçalamak için hafi ve celi, yani ciddi ve açık, bütün faaliyetlerine germi vermişti, yani hızlandırmıştı. Bu meyanda yirmi yaşını geçmiş gençler dahil, izci teşkilatlarını ikmal ile meşguldüler. Ermeni azınlıkları arasında Hınçak, Taşnak partileri yeni bir kanlı boğazlaşmaya zemin hazırlamak ve ülkenin doğusunu tamamiyle koparıp alabilmek, oradan Türk nüfusunu tardedilebilmek için bütün faaliyetlerini gerek yurt içinde ve gerek Avrupa’nın çeşitli başkentlerinde yine açık ve kapalı şekilde sürdürüyorlardı.

O zamana kadar Osmanlı kimliği ile Osmanlı milliyeti altında kendilerini kabul eden veya etmeyen her türlü azınlıklarda azınlık bilinci uyanmış ve memleketin milli birliği, milli benliği sarsılmış, sağda solda, hiç olmazsa o toprak parçalarını çeşitli etiketler altında bağımsız ülküler, sonradan rahmetli Rauf Orbay’ın ağzıdan duyduğum şekilde, Tavaif-i Müluk gibi, yani İspanya’da İslam Devleti’nin yıkılışından sonra parçalanmış o küçük beylikler gibi parça parça muhafaza edebilmek kaygısına düşmüşlerdi. Trakya’da askerlerin teşebbüsüyle bir Trakya Paşaeli Cemiyeti kurulmuş ve Yunan emellerine karşı orada bir set vücuda getirme ümidiyle gençleri toplamağa çaşılıyorlardı.

İzmir’de Redd-i İlhak Teşkilatı kurulmuştu. Doğu Anadolu yeni bir Ermeni tehdidine, yeni bir katliama, yeni bir muhacerete ve yeni bir felakete uğrayacağını çok iyi bildiği için Vilayat-ı Şarkiye Müdafa-yı Hukuk-u Milliye Cemiyeti adı altında bir örgütlenme kurmaya çalışıyordu. Yine yurdun kuzeydoğusunda Lazistan livası, şimdiki Rize ilimiz, Lazistan livası ve çevresinde Trabzon’da başlayıp bütün kuzeydoğu Anadolu’yu ülkeden koparmak emelini güden Pontus hareketine karşı ve şimdiden silahlanıp Türk köylerini basmaya, insanları kaçırmaya ve tehditler savurmaya başlamış olan Rum çetelerine karşı, eli silah tutanları toplamaya çalışan, bir Müdafaa-i Osmaniye Cemiyeti kurmaya çalışmışlardı.

Bütün bunlar da gösteriyordu ki, aynı şekilde doğu Anadolu’nun çok büyük bir kısmını, Ermeniler’le, artık nasıl parçalayacaklarsa, orası meçhuldür, koparıp İngiliz himayesinde bağımsız bir devlet kurabilmek için Kürt Teali Cemiyeti’nin, gerek Avrupa’da, gerek İstanbul’da faaliyetine hız verdiği anlaşılıyordu. İşte 1335 yılı Mayısı’nın ondokuzuncu günü vaziyet ve manzaray-yı umumiye bu idi. Ve bu arada çeşit çeşit ecnebiler, resmi şahıslar, hususi şahıslar, Türkçesi casuslar, siyasi komiser adıyla, veyahut da mütareke müfettişleri namıyla askeri ve sivil şahısların yanlarında tercümanlarıyla birlikte, taa Merzifon’a, taa Samsun’a kadar uzandıkları ve özellikle güneydoğu Anadolu’da cirit attıkları bir dönem olduğunu da Atatürk, Nutku’nda kaydediyor.

Her ülkede olduğu gibi, milli benliğini kaybetmiş, inkar etmiş, aşağılanmış başka toplulukların, başka sloganların, başka bayrakların gölgesi altına bir köpek menzilesinde girmeye hazır bir takım insanlar da, bir takım işbirlikçi dernekler, gruplar kurmaktaydılar. Bunların en başında hain Vahidettin vardı. Ve Sait Molla’yla, Rahip Frew adında bir protestan papazının önderlik ettikleri İngiliz Muhipleri Derneği, sözde İngilizler’i insafa getirmek gayretiyle, aydınlar arasında bir örgütlenme kuruyor ve Anadolu’daki kıpırdanışlara karşı da onları silahla bastırmak, bu da mümkün olmazsa eğer, İngilizler veya onların himayesinde müttefik askerlerinin, bu kıpırdanışları, yumrukla ve kanla bastırmaları için gerekli vasatı hazırlıyorlardı.

Ve bunun için de Halife sıfatını bir alet ittihaz ediyorlardı. Yani bütün Müslümanlar’a “ulü’l emr” olan ve Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olan, “zillu’llah fi’l-ard” olan, Padişah’ın emrinin, İngilizler’e karşı çıkmamak, onların emirlerine itaat etmek olduğu tarzında bir propagandayı yürütüyorlardı. Alçaklık, soysuzluk, inkar, diz boyu çıkmıştı.

Bunun gerekçesi ise “Biz mağlup olduk, zaten geriyiz, ilkeliz, medeni alem gelip bizi kurtarsın”… Sanki kurtarırmış gibi. Bunun sadece bir bahanesiydi, yani tarih boyunca alçaklığın ve hıyanetin çeşit çeşit maskeleri olmuştur ve bunlar daima suret-i haktan görünmek için kendilerine bir takım sıfatlar, kendilerine bir takım iyi niyetler izafe edegelmişlerdir.

Ama gene Nutk’un ilk sayfalarında belli olduğu gibi, bunlar sadece şahıslarını, hasis menfaatlerini, hatta hatta düşmanların, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit ettikleri bu o hasis menfaatlerini düşünmekten önce bir şey yapamazlar. Çünkü bunlar, küçük ruhlardır. Çünkü bunlar, mezelletten tiksinmeyen insanlardır ve her toplumda, bir takım böyle marjinaller bulunabilir. Ne yazıktır ki felaket günlerinde bunlar fırtına ertesinde, lağımların üstüne çıkan bir takım maddeler gibi, karışık zamanlarda, bulanık zamanlarda, bunlar suyun yüzüne fırlayıverirler. Hatta hatta istisnai zamanlarda, bunlar toplumun meşru temsilcisiymiş gibi görünebilirler.

Atatürk kararını çok daha önceden vermişti ve çok daha ilginç olan tarafı, onun sadece 1. Cihan Savaşı’nda, ondan öncesi Dünya Savaşı’nda, ondan öncesi Trablus işgalinde olduğu gibi, imparatorluğun parçalanmasıyla bitecek bir olgu olmadığını, programın daha şümullü, Avrupa topraklarından, hatta Anadolu’dan Türkler’in tardı veya ifnası anlamına geldiğini çok iyi biliyordu. Bu bir savaşla çözümlenecek bir iş değildi. Ulusal gayeleri iyi saptamak gerekirdi, ulusal benliği iyi tarif etmek gerekirdi ve bu uğurda kim savaşacak, kim savaşmayacak; savaşacak olanları da bir ideal etrafında toplamak çok önemliydi.

Böyle bir savaş kazanılmış olsa dahi, o günkü koşullarda, o günkü kültür düzeyinde, o günkü inançlar doğrultusunda, o günkü toplum idealleri doğrultusunda, o toplumun var olmayacağını Atatürk çok iyi biliyordu. Çok iyi biliyordu, çünkü toplum, ideallerini yanlış saptamıştı. Bir idealler kargaşası vardı. Atatürk çok net, çok açık bir programı, çok daha öncesinden, çok daha gençlik yıllarında kafasında çizmiş ve bir “milli sır” olarak saklamış, zuhur gününü bekliyordu.

Basit şekilde program şuydu: Dünyada insan haysiyetine layık olan sadece ve sadece milletlerdir. Milli şuura sahip olan milli devletlerdir ki o zamanın “düvel-i muazzaması”nın omurgasını teşkil ederler. Onlar birbirleriyle boğazlaşadursdunlar, fakat daima ve daima doğuya karşı kendilerini üstün görürler ve adeta Türkler’in tarih sahnesine çıktıkları 11. yüzyıldan beri bir haçlı zihniyeti ile sürekli olarak bu yeni tarihsel faktörün, kutsal topraklardan sürülmesi ideali etrafında toplanmışlardır. Reform’u onlar yapmışlardır, Rönesans’ı onlar yapmışlardır, yeni dünyayı onlar kurmuşlardır. Ulusal devletleri ve onların menfaatleri peşindeki koloni savaşlarını onlar tarihin önüne atmışlardır. Ve zaten sürüp giden savaş da onların savaşıdır.

Bu arada kendimizi koruyabilmek için mutlaka ve mutlaka yüksek bir kültüre ve yüksek bir ideale sahip olmamız gerekir. Ve bunun alt yapısı olarak da yüksek bir üretim, yüksek bir ekonomi, canlı bir toplum ve çalışkan bir ulus gerekir. Bunun için de batının o zamanki ve şimdiki en yüksek değerleri olan özgürlük, ulusal bağımsızlık, kadın erkek eşitliği ve pozitif bilime olan inanç, ancak ve ancak bu toplumun geleceğini kurtarabilecektir.

Bunları net bir program olarak ortaya atabilmek için birçok engeller vardır, olagelmiştir, daima olmuştur. Ve bunlar sırası geldiği zaman, bir yumrukta ezilmeli, ortadan kaldırılmalı, kısacası bir ihtilal yapılmalıdır. İhtilal demek, Atatürk’ün tanımına göre, bir toplumun kurumlarını ortadan kaldırıp ve zorla yıkıp, yerine daha mükemmel ve o toplumu ayakta tutacak olan yeni kurumları kurma işidir. Bunu ancak ve ancak zorla ve zorbalıkla bir toplum yapabilir. Yani, Locke’un ve Hobbs’un 18. yüzyılda söylediği, despotizme karşı “direnme” hakkını ve başkaldırma hakkını, bir toplum kullandığı zaman ancak, böyle kökten değişiklikler yapabilir.

Naci Kaptan / 20.01.2019 / Devam edecek

This entry was posted in ATATURK, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *