SÖYLEŞİ * Suriye, Kudüs, ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi, S-400 hava savunma sistemi

Değerli Dostlarımız,

ODATV’de bugün yayınlanan, Sayın Nurzen Amuran’ın bendenizle yaptığı Milli Merkez, Suriye, Kudüs, ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi, S-400 hava savunma sistemi gibi konularda yaptığı söyleşiyi bilgi ve değerlendirmelerinize sunuyorum.

Saygılarımla,

Haluk DURAL
Millî Merkez Genel Sekreteri

31.12.2017

“Milli Merkez” şimdi ne yapacak
Nurzen Amuran sordu
Milli Merkez Genel Sekreteri Haluk Dural yanıtladı ;

Nurzen Amuran: Milli Merkez, yıllardır siyaset üstü bir konumda demokrasi kültürünün zenginleşmesi için çalışan bir düşünce kuruluşu oldu. Milli bir Anayasa’nın yapılması için mücadele verdiniz, ülkeyi adım adım dolaştınız, ancak yine de Cumhurbaşkanlığı sistemi kabul edildi. Bugün bir yılı geride bırakıyoruz. Bir yıl içinde ne gibi etkinlikler yaptınız ve 2018’deki çalışma programınızda hangi konular var?

Haluk Dural: Milli Merkez, 2011 genel seçimlerinde oluşan TBMM’nde gurubu olan 4 siyasi partinin “yeni anayasa” yapma kararı ile mücadele için TBMM 1991-95 dönemi başkanı Sayın Hüsamettin Cindoruk başkanlığında 24 Aralık 2011 tarihinde Milli Anayasa Forumu-MAF olarak kurulmuştur. MAF, 23 Nisan 2013 tarihinde Ankara’da yapılan ve 15 bin delegenin katıldığı kurultayda adını Milli Merkez olarak değiştirmiş, sadece anayasa ile değil, ülkemizin tüm sorunlarıyla ilgilenme kararı almıştır. 30 Mart 2014 yerel seçimlerine kadar çeşitli il merkezlerinde 81, ilçelerde 137 ve köy ve mahallelerde 19 olmak üzere geniş katılımlı 237 toplantı düzenlenmiş, bu toplantılarda 194 değişik konuşmacı 200 bin dolayında vatandaşımızla buluşmuştur. Bu çalışmalar etkisini göstermiş ve TBMM yeni bir anayasa yapamamıştır.

Ancak 15 Temmuz 2015 Amerikancı FETÖ darbe girişiminden sonra ilan edilen ve halen devam eden Olağanüstü Hal düzeninde, AKP ve MHP işbirliği ile kısıtlı ama demokrasinin en temel belirleyici unsuru olan anayasanın “kuvvetler ayrımı” ilkesini ve parlamenter sistemi ortadan kaldıran, “başkanlık rejimi” kuran bir anayasa değişikliği yapılarak, bildiğiniz üzere şaibeli 16 Nisan 2016 halk oylaması ile kabul edilmiştir.

Milli Merkez 2017 yılında da özellikle referandum sürecinde, anayasa değişikliği ile getirilen rejim değişikliğine karşı üyelerinin etkin çalışmalarıyla çeşitli il ve ilçelerde onlarca toplantı ve etkinlikler düzenleyerek, binlerce broşür ve el ilanı dağıtarak demokrasi mücadelesine devam etmiştir.

Siyasi partilerimiz tarafından 16 Nisan referandumunun iptali yönünde yapılan hukuki girişimlerden olumlu sonuç alınamadığından, mücadele en azından 2019 Kasım ayında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlere kadar Olağanüstü Hal altında aynı kararlılıkla devam edecektir.

Bu çerçevede Milli Merkez çalışmalarına, 2018 ve takibeden yılda da, referandumda oluşan “hayır cephesi”nin birlikteliğinin güçlendirilmesi yönünde devam edecektir.

Nurzen Amuran: Sizinle Ortadoğu ve ülkemizi yakından ilgilendiren dünyadaki gelişmeleri konuşmak istiyoruz. Suriye ve Irak’ta emperyal güçlerin beklentilerine yanıt verecek gelişmeler şimdilik olmadı gibi görünüyor. Bütün bu şiddet sarmalında vekalet savaşlarını yürüten hangi ülkeler kazandı hangi ülkeler beklediklerini bulamadı?

Dural: Ortadoğu’daki gelişmeler, ABD liderliğinde İngiltere, İsrail, Almanya ve Fransa’dan oluşan emperyalist blokun bölge hakkındaki jeopolitik planlarının uygulamaya sokulmasından kaynaklanmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasını fırsata çevirmeye kalkışan ABD, tek kutuplu ortamda dünya imparatorluğu düşlerini hayata geçirmeye kalkışmıştır. Ortadoğu’da olanları anlamak için kısa geçmişi hatırlamak gerekir.

Amerikan jeopolitiğinin yakın zamanlardaki temel ilkelerini, en açık biçimde Başkan Lyndon Johnson’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Walt W. ROSTOV sıralamıştır. Rostov’un 1960 yılında yayınlanan “The United States in the World Arena-Dünya Arenasında ABD” kitabında, bu ilkeleri şöyle ifade etmektedir:

1. Avrasya’da kurulabilecek ittifaklar ABD için tehdit oluşturur.

2. Avrasya’daki müttefikler güçlerini birleştirirlerse ABD’yi askeri olarak yenebilirler.

3. ABD bu nedenle Avrasya’da kurulacak bir ittifakın, Avrasya’ya veya ABD’yi tehdit edecek büyüklükte bir bölgeye hakim olmasını önlemelidir.

ABD, 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan terör saldırısını bahane ederek, ABD’li stratejist Rostov’un önerileri doğrultusunda Avrasya’da oluşan ŞİÖ’nün gelişmesi ve Rusya-Çin askeri ve stratejik işbirliğinin önlenmesi için 7 Ekim 2001’de Afganistan’ı işgal etti. ABD, 12 Aralık 2002 tarihinde Dışişleri Bakanlığı Yakındoğu İşleri Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi adlı bir oluşum kurarak, kuzey Afrika ve Ortadoğu için çalışmalara başladı. ABD ve İngiltere, 20 Mart 2003’de Irak’ın işgaline başladı. ABD Senatosu 8 Nisan 2004 tarihinde Büyük Ortadoğu ve Ortaasya Kalkınma Kanunu (Greater Middle East and Central Asia Development Act of 2004) çıkartarak, Arap Ligine dahil 22 ve Türkiye dahil, Arap olmayan 10, toplam 32 ülkeye “demokrasi” götürme kararı aldı. ABD’nin Haziran (8-10), 2004 tarihinde Georgia’nın Sea Island kentinde toplanan G-8 zirvesine sunduğu Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi (Broader Middle East and North Africa Initiative-BMENA) planı kabul edildi. Bu plan, 11 Aralık 2004’de Fas’ın Rabat kentinde ve (11-12) Kasım 2005’de Bahreyn’de toplanan forumlardan sonra tüm dünyada Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi-GOKAP olarak anılmaya başlandı.

ABD Askerî Haberalma Dairesi’ndeki Başkan Yardımcılığı görevinden 1998 yılında emekli olan Yarbay Ralph Peters tarafından kaleme alınan “Kanlı Sınırlar-Blood borders, How a better Middle East would look” isimli bir makale ile yeni Ortadoğu haritası Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin Haziran 2006 sayısında yayınlandı. Bu haritada Irak; kuzeyde Diyarbakır ve Malatya, Tunceli’yi içine alıp, Hopa’dan Karadeniz’e çıkan bir Hür Kürdistan, ortada Sünni Irak ve güneyde Şii Arap devleti şeklinde üçe bölünmüş (yani Türkiye parçalanmış), Suriye’nin Akdeniz kıyısı işgal edilerek Büyük Lübnan kurulmuş olarak gösterilmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi-BOP çerçevesinde Ortadoğu’da sınırların yeniden çizilmeye başlandığı, Anglo-Amerikan destekli İsrail’in Lübnan saldırısı sırasında ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve İsrail Başbakanı Olmert’in 21 Temmuz 2006 tarihli ortak basın toplantısıyla dünyaya ilan edildi. ABD, Kuzey Afrika ülkelerinde “Arap Baharı” adı altında kanlı isyanlar başlatarak Libya’yı yok etmiş, Libya’nın yurt dışındaki bütün paralarına el koymuş, petrol bölgelerinin kontrolünü ele almıştır. Mısır’da kanlı isyanlar sonrasında önce dinci-yobaz Mursi’yi başkan yapmış, sonra askeri darbe ile iktidar olan Sisi ile anlaşmıştır.

ABD işgal ederek en az 1,5 milyon kişiyi öldürdüğü Irak’ta devlet yapısını çökertmiş, ülkeyi fiilen bölmüş, petrollere el koymuş, işini bitirdikten sonra askerlerini çekmiş olup, halen her istediği anda Irak’a asker ve silah yollamakta hiçbir güçlükle karşılaşmamaktadır. ABD ve müttefikleri, 2011’de Suriye’de silahlı bir isyan başlatmış, 40 küsur ülkeden topladıkları dinci-yobaz katil sürülerini Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan üzerinden IŞİD adı altında Irak ve Suriye’ye sokarak bugüne kadar en az 500 bin kişiyi öldürmüş, altı milyon kişiyi mülteci etmiştir. ABD ve müttefikleri, kuzey Irak’taki peşmergeleri ve PKK’lıları, 29 Ekim 2014 günü AKP Hükümetinin izniyle silahlı olarak Türk topraklarına sokup, Suriye’ye sevk etmiş ve Suriye’nin kuzeyini işgale başlamıştır. Başbakan Ahmet Davutoğlu Hükümeti, Kamışlı’dan batıya doğru gelen M-4 devlet karayolunun kuzeyindeki Karakozak köyü yakınlarındaki 10 dönümlük Türk toprağındaki Süleyman Şah Türbesini ve Türk askerlerini oradan çekip, Türk toprağını PKK’ya terk ederek, PKK’nın rahat şekilde Fırat köprüsünden batısına geçip Münbiç’i işgal etmesini kolaylaştırmışlardır.

ABD, kuzey Suriye’yi işgal etmekte olan PKK=PYD’yi “ABD’nin silahlı gücü” ve “müttefiki” olarak ilan etmiş, Suriye’nin kuzeyinde Barzani bölgesinin petrol ve doğal gazını Akdeniz’e (Hatay-İskenderun üzerinden) çıkartacak bir enerji-Kürt koridoru kurmaya başlamıştır. Bu gelişme Türkiye’nin 24 Ağustos 2016’da başlattığı Fırat Kalkanı Harekâtı ile şimdilik durdurulmuştur.

CUMHURBAŞKANI ESAT YPG’Yİ VATAN HAİNİ İLAN EDEREK KONUMUNU BELLİ ETMİŞTİR

Amuran: Türkiye’nin bugün kırmızı çizgisi belli. PKK-PYD terör örgütünü Güneydoğu sınırında ve uluslararası arenada görmek istemiyor. Ama diğer Kürt gruplarına karşı değil. Bu konuda aynı düşünceyi benimseyen İran, Rusya ile Astana’da başlayan dayanışması Batı’yı neden tedirgin ediyor?

Dural: ABD’nin kendi kurduğu IŞİD ile mücadele ettiği iddiaları tamamen palavra olup, IŞİD’i tamamen Rusya ve İran’ın desteği ile Suriye ordusu temizlemiştir. Astana ve Soçi toplantıları ile Türkiye, Rusya ve İran arasında üçlü bir ittifak kurulmuş bulunmaktadır. Eğer Türk Hükümeti Esad ile barışırsa (ki bu ay sonunda Şam’a bir Türk resmi heyeti gideceğinden bahsedilmektedir), bu ittifak Suriye ve Irak merkezi Hükümetinin de katılımıyla beşli hale gelecektir ve İdlip’teki son IŞİD kalıntıları temizlendikten sonra Türkiye Afrin’deki PKK’yı ve giderek ittifak güçleriyle birlikte Münbiç ve kuzey Suriye’deki PKK=YPG’yi yok edeceklerdir. Nitekim Cumhurbaşkanı Esad YPG’yi “vatan haini” ilan ederek konumunu belli etmiştir. Bu gelişmelere karşı ABD, mevcudu 40 bin dolayında tahmin edilen PKK=YPG’yi düzenli ordu haline getirmek için büyük çaba göstermekte, yoğun şekilde silahlandırmakta, desteğini ve işgali sürdürmek için çoğu kuzey Suriye’de olmak üzere 14 askeri üs açmış bulunmaktadır. Suriye konusunda henüz sonuca varılmamıştır ve ABD liderliğindeki koalisyon ile beşli (netleşecek) ittifak arasında PKK=YPG’nin Suriye’den çıkartılması için henüz son kozlar oynanmamıştır.

Eğer beşli ittifak bu mücadeleyi kazanırsa, PKK=YPG ve ağabeyleri ABD ve müttefikleri kuzey Suriye’den temizlenirse, BOP çerçevesinde kurulacak Hür Kürdistan’nın enerji-Kürt koridoru ayağı kopartılmış olacaktır. Böylece ABD’nin Barzani petrol ve doğal gazını Akdeniz kıyılarından güney Avrupa’ya sevk ederek, Türk Akımı projesi ile aynı bölgeye gaz verecek olan Rusya’nın etkisini kırma planı suya düşmüş olacaktır. Ayrıca Barzani’nin denize çıkışı kurulamayınca, Irak merkezi hükümetinin ülkenin tamamında egemen olması kolaylaşacak ve ABD’nin BOP projesindeki Kürdistan devleti hayal olarak kalacaktır.

Amuran: Rusya’nın girişimleri çabaları bölgede bulunan ülkeleri gerçek bir dayanışmaya doğru götürebilir mi?

Dural: Suriye’deki gelişmeler açısından eli en güçlü olan ülke Rusya’dır. Suriye Devlet Başkanı Esad’ın kuzey bölgelerini ve Türkiye sınırını bıraktığı YPG’yi kısmen kontrol etmek ve tamamen ABD denetiminde olmasını önlemek için Rusya, YPG’ye Moskova’da temsilcilik açtırarak Türkiye, Rusya ve İran arasındaki görüşmelerin en başından beri her fırsatta, Esad ile barışmanın, ilişkilerin ve ittifakın gelişmesindeki ön şart olduğunu telkin etmiştir.

Bölgeye ve Türkiye’nin toprak bütünlüğüne olan tehdidin kaynağının ABD liderliğindeki batı emperyalizmi olduğunu özellikle 15 Temmuz Amerikancı darbe teşebbüsünden sonra anlamaya başlayan AKP hükümetlerinin, Suriye ve Irak’a uzun zaman mezhep gözlüğüyle bakmalarının yanlışlığı bölge jeopolitiğinin gerçekleri karşısında iflas etmiş, Osmanlı özlemlerinin hayalden ibaret olduğu, Atatürk’ü ve Türk Milletini 10 Kasım 2017’de keşfedenlerce de nihayet anlaşılarak, Atatürk’ün bölge merkezli politikalarına dönüş başlamıştır. Türkiye’nin 2018 Ocak ayı sonunda Soçi’de yapılacak “diyalog” toplantısına YPG’nin katılmasına kesin karşı çıkışı Rusya ve İran tarafından kabul edilmiştir. Böylece, Suriye’deki nihai çözümün, Amerikan askeri gücü olan PKK=YPG’yi ve dolayısıyla ABD ve diğer koalisyon askerlerini Suriye’den çıkartmak için elzem olan beşli ittifakın kurulmasında Suriye Devlet Başkanı Esad, YPG’yi vatan haini ilan ederek olumlu bir katkı yapmıştır.

Amuran: Suriye Devlet Başkanı Esat, “Herkesin dikkatinin sadece IŞİD’e odaklanmasının, Suriye’de hala Batı destekli terörizmin var olduğu gerçeğinden dikkati uzaklaştırma girişimi olduğunu anlamalıyız. Bu terörizmin başında El Nusra var.” diyor. Terör bu bölgede bitti mi yoksa mola mı verdi?

Dural: Fırat Kalkanı Harekâtı ile El-Bab ve daha sonra Suriye ordusunca Halep IŞİD’den kurtarılınca, aslı El Nusra olan IŞİD militanları aileleri ve silahlarıyla birlikte Hatay’ın güneyindeki İdlip kentine ve çevresine yerleştiler. İdlip güneyden ve doğudan Suriye ordusu tarafından kuşatılmış durumdadır. Ayrıca Astana’da varılan anlaşma ile Türkiye, Rusya ve İran’ın garantörlüğüne verilen “çatışmasızlık” denetimi kapsamında Hatay’dan İdlip’in kuzeyine ve PKK denetimindeki Hatay’ın doğusunda yeralan Afrin’in güneyinde Türk Ordusu şu âna kadar 3 adet gözlem üssü kurmuş bulunmaktadır.

Ayrıca, Suriye ordusu Irak sınırındaki Ebu Kemal ve biraz kuzeydeki Mayadin kentlerini ve Deyri Zor’u IŞİD’den temizledikten sonra, dinci katil sürülerinden arta kalan başıbozukların ABD özel kuvvetlerince Şam’ın doğusunda, Suriye-Ürdün-Irak sınırındaki El Tanf kentinde bulunan ABD askeri üssünde tekrar toplanmaya başladıkları yönünde bilgiler bulunmaktadır. ABD bu unsurların varlığını, Suriye’de kalma kararına gerekçe olarak göstermektedir.

Suriye Devlet Başkanı Esad’ın batı destekli teröristlerden kastı, bu IŞİD artıkları değil, güneyde Rakka’yı, Türkiye sınırında sözde kanton kurdukları Ayn Elarab, Telabyad gibi Suriye topraklarını işgal altında tutan ABD destekli PKK=PYD’dir. Şu anda Suriye’de çatışmalar önemli ölçüde azalmış görünmektedir. Soçi’de yapılacak olan diyalog toplantısında masaya, Rusya’nın Astana’da 23.01.2017 yapılan üçüncü tur görüşmelerde sunduğu federal Suriye öngören anayasa taslağı gelecektir. Eğer toplantıya katılan taraflar, Suriye’de yerleşik Kürt nüfus için (nüfusun %77-83 Arap, %7-8 Kürt, %5-6 Türk, %2 Ermeni, %1 Çerkes, %1 diğer) nüfusuyla orantılı büyüklükteki bir bölgede, muhtemelen Haseke-Kamışlı dolaylarında bir özerklikte anlaşırlarsa, PKK=PYD’nin Münbiç’ten Kamışlı’ya ve güneyde Rakka’ya kadar ABD ve koalisyon askerleri desteğinde işgal ettiği topraklardan çekilmesi istenecektir. ABD tarafından kabul edilmeyecek bu talep üzerine, ara verilmiş çatışmalar Türkiye, Rusya, İran, Suriye ittifakı ile ABD destekli PKK=PYD arasında tekrar ve çok şiddetli olarak başlayacaktır, diye düşünüyorum.

BM GENEL KURULUNDAKİ OYLAMA SONUCU TAM BİR HEZİMETTİR

Amuran: Biraz da Kudüs’ten söz edelim. BM Genel Kurulunun, ABD’nin Kudüs’ü, İsrail’in Başkent’i kabul etme kararından vazgeçme çağrısının Washington tarafından veto edilmesi beklenen bir sonuçtu. Ortadoğu da ABD ile her konuda işbirliği yapan ülkeler var. Olumlu sonuç alınabilir mi?

Dural: Kararın biraz öncesine gitmekte yarar var. Sizin de belirttiğiniz gibi ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul eden kararına karşı 19 Aralık 2017 günü toplanan 15 üyeli BM Güvenlik Konseyi’ne Mısır tarafından sunulan kınama karar tasarısı 14 kabule karşı ABD’nin vetosuyla reddedildi. ABD’nin kararının reddedilmesi için konu Türkiye ve Yemen tarafından BM Genel Kurulu’na taşındı. Tasarı 21 Aralık 2017 Perşembe günü oylandı. Tasarı, 24 ülkenin katılmadığı BM Genel Kurulunda oylamaya katılan 172 ülkenin 128’nin oyuyla kabul edilirken, 9 ülke ret ve 35 ülke çekimser oy kullandı. Oylama öncesinde ABD’nin DM Daimi Delegesi Nikki Haley, BM üyesi ülkeleri tehdit ederek, yolladığı e-posta mesajında, “ABD’nin Kudüs kararına karşı Genel Kurul’da aleyhte bir karar alınmaması için üstü kapalı tehdit içeren ifadeler kullandı ve ülkelerin Kudüs’le alakalı verdiği oyları Başkan Trump’a rapor edeceğini belirtti.” Haley e-postada “Oyunu vermeyi düşünürken Başkan’ın ve ABD’nin bu oyu kişisel bir mesele olarak algıladığını bilmeni istiyorum. Başkan oylamayı yakından takip edecek ve benden bize karşı oy kullanan ülkelerin raporunu istedi. Bu konuda bütün oyları not edeceğiz” ifadelerine de yer verdi. Haley ayrıca mesajında, ABD’nin diğer ülkelerden büyükelçiliklerini Kudüs’e taşımalarını beklemediklerini ancak ‘uygun olanın bu olduğunu düşündüklerini’ de vurguladı. ABD’li diplomat, Twitter’daki son mesajında da attığı e-postadakine benzeyen ifadeler kullandı. Haley “BM’de bizden her zaman daha fazlasını yapmamız ve vermemiz istendi. O nedenle ABD halkının isteğiyle büyükelçiliğimizin nerede olacağıyla ilgili bir karar alırken yardım ettiklerimizin bizi hedef almasını beklemiyoruz. Perşembe günü seçimimizi eleştiren bir oylama olacak. ABD isimleri bir kenara yazacak” ifadelerini kullanmıştı. ABD’nin her türlü diplomatik teamüle aykırı bu küstah tehdidi, elbette birçok ABD yanlısı bazı ülkeler üzerinde etkili olmuştur ama BM Genel Kurulundaki oylama sonucu ABD açısından tam bir hezimettir.

Amuran: Trump’ın, seçmenlerini memnun etmek için aldığı bu karar karşısında Mahmut Abbas, “Amerika’nın artık İsrail-Filistin arasında arabuluculuk yapması diye bir şey söz konusu olamaz” diyor. Bu olasılık ne derece gerçekçi olabilir?

Dural: Kanımca Mahmut Abbas’ın açıklaması doğru çıkacaktır. Ancak bunun arkasından İsrail’in Filistin’e saldırıları artacak ve İsrail, Suudi Arabistan ve Mısır tarafından desteklenecektir. Çünkü Suriye’de “enerji-Kürt” koridoru açma girişimi şimdilik akamete uğrayan ABD, bölgede İsrail’i kullanarak mezhep savaşlarını körükleyecek ve İsrail tarafından desteklenen Suudi Arabistan ile İran arasında bir çatışmayı yaratabilmek için Lübnan’daki İran destekli Hizbullah’a karşı savaş açacaktır.

ABD GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERE DEVLET KREDİSİ VERMEZ

Amuran: Geçtiğimiz günlerde Trump’ın açıkladığı ulusal güvenlik stratejisi, dört temel önceliğe dayanıyor: Bu önceliklerden ikisi dikkat çekici. “güç kullanarak barışın sürdürülmesi” ve “Amerika’nın nüfuzunun arttırılması”. Bu öncelikler, ne anlama geliyor sizce?

Dural: Önce bu dört temeli söyleyelim. ABD Başkanı Donald Trump, 18 Aralık 2017 tarihinde açıkladığı ulusal güvenlik stratejisini dediğiniz gibi dört ana temele dayandırdı.

– Sınırların güvenliği,

– Amerika’nın refahını korumak ve güçlendirmek,

– Barışı güçle korumak,

– Tüm dünyada Amerika’nın etkinliğini, gücünü arttırmak…

Belgede Amerikan etkisine, değerlerine ve zenginliğine meydan okuyan Rusya ve Çin’in “rakip devletler” olarak tanımlanması, ABD’nin çok kutuplu dünya düzenini ve Rusya ve Çin’in ABD ile eşit askeri ve ekonomik güçler olduğunu kabul ettiğinin itirafıdır.

Belgede ABD’nin güvenliğini tehdit eden iki ülke olarak İran ve Kuzey Kore belirtiliyor. İran Devrim Muhafızlarının terörizmi desteklemesi nedeniyle İran’a yaptırım uygulandığını, Kore Yarımadası’nda tırmanan gerilime ilişkin olarak ise Kuzey Kore rejiminin dünyayı tehdit etmemesi için izole edilmesinden bahsedilmektedir.

Bilindiği üzere, Başkan Bush’un 17 Eylül 2002 tarihinde yayınladığı Ulusal Güvenlik Stratejik Belgesi’nde “haydut devletler-rogue states” diye bir kavram getirilmişti. Belgede yapılan tanımın aksine, bu sınıfa soktukları Libya, Irak, Suriye, İran, Kuzey Kore gibi devletler ABD’ye karşı hiçbir terörist eylemde bulunmamışlardı. Tek yaptıkları, ülkelerine ABD değer yargılarını, sinemasını, televizyon yayınlarını, dernek ve vakıflarını, bankalarını diğer bir değişle ABD casuslarını sokmamak, ABD işbirlikçiliğine izin vermemek olmuştu. Belgede “Önleyici Savaş” diye bir kavram icat ederek, terör örgütleri ile teröre başvuran haydut ve başarısız devletleri, öncelikli tehdit kapsamına alınmıştır. Buna göre Amerika, haydut veya başarısız devlet olarak değerlendirdiği bir devletten tehdit geleceğini hissederse, o devletin herhangi bir şey yapmasını beklemeden saldırarak tehlikeyi önleyeceğini ilan etmişti. Nitekim o devletlerden Libya, Irak ve Suriye’nin başına gelenler ABD’nin saldırı stratejisinin kanıtıdır. Trump’ın yayınladığı yeni Ulusal Strateji Belgesindeki “güç kullanarak barışı sürdürmek” ABD’ye boyun eğmeyen ve daha önce haydut devlet olarak tanımlanmış olan ülkelerin ABD’nin silahlı saldırısı ile çökertilmesi demektir.

Belgedeki “Amerikan Nüfuzunun Arttırılması” başlıklı bölüm öncelikle bir tespit yapmaktadır:

“Bugün ABD dünya ölçeğinde olumlu ilişkiler için rekabete girmelidir. Çin ve Rusya gelişen dünyada etkilerini arttırmak, ABD’ye karşı rekabetçi üstünlükler kazanmak için yatırımlar hedeflemektedirler. Çin, dünyada milyar dolarlık altyapı yatırımları yapmaktadır. Rusya da, Orta Asya ve Avrupa boyunca kilit enerji ve diğer altyapı yatırımları ile ekonomik etkinlik kazanmaktadır. ABD ise gelişmekte olan ülkeleri daha kötü duruma düşüren kamu yatırımlarına (özel girişimin desteklendiği) alternatifler sağlamaktadır. ABD ekonomik ilişkileri sadece pazarlara girmek için değil, ayrıca genel politik ve güvenlik ihtiyaçlarını geliştirmek için sağlam ilişkiler yaratmak amacıyla kurmaktadır.” Diğer bir deyişle Amerikan nüfuzunun arttırılmasındaki öncelik, ilişki kurulan ülkelerin kalkınma ve gelişmesi için değil, kamu yatırımları dışındaki ekonomik bağlarla Amerika’nın diğer ülkelerdeki politik ve güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması içindir. Daha açık bir deyişle, ABD gelişmekte olan ülkelere devlet kredisi vermez, ABD patronluğundaki Dünya Bankası sanayi yatırımları için kredi vermez, özel sektörün büyütülmesi için yan kuruluşu olan Uluslararası Finans Kurumu-IFC aracılığıyla stratejik sektörler dışındaki alanlara kısıtlı kredi sağlar. Böylece, Amerikan Nüfuzunun Arttırılması demek; gelişen ülkelerde özellikle ekonomide devletin küçültülüp, özel sektörün büyütülerek kurulan ilişki ağı vasıtasıyla kamuoyu oluşturulmasında medyayı denetlemek, siyaseti etki altına almak, o ülkelerde ABD askeri üsleri kurmak, asker yerleştirmek ve bu sayede o ülkelerin ABD politikaları paralelinde denetim altına alınması demektir.

Amuran: Gelelim Türkiye-ABD ilişkilerine. ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi Türkiye’yi nasıl etkiler?

Dural: Ulusal Strateji belgesinde Türkiye’nin adı geçmemektedir. Ancak bundan, Türk-Amerikan ilişkilerini etkilemeyeceği anlaşılmamalıdır. Çünkü anılan belgeyi hazırlayan ekibin başındaki, Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Korgeneral Herbert Raymond McMaster, 12 Aralık tarihinde Policy Exchange adlı Londra merkezli bir düşünce kuruluşunun Washington’daki toplantısında yaptığı konuşmada, yeni Amerikan Strateji Belgesi’nin içeriği hakkında açıklamalar yapmıştır. McMaster, küresel ölçekte Amerikan çıkarlarını tehdit eden üç hususu belirtmiştir. Bunlar;

1. Rusya ve Çin, Beyaz Saray tarafından Amerika’nın müttefiklerini cesaretlendiren, uluslararası düzeni baltalayan “saptırmacı güçler” olarak görülmektedir.

2. İran ve Kuzey Kore gibi “terörü destekleyen ve kitle imha silahları geliştiren” haydut rejimler,

3. Aşırı İslamcı yapılardan gelen tehditler.

McMaster, radikal İslamcı akımların geçmişte Suudi Arabistan tarafından desteklendiğini, ancak günümüzde Katar ve Türkiye’nin ana destekçi olduğunu, Müslüman Kardeşlerin yeni modelinin Türkiye’yi Batıdan uzaklaştıran AKP olduğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla, yeni belgede Türkiye’nin adı geçmese bile Türkiye, Amerikan devlet aklında artık, Amerikan çıkarlarını tehdit eden potansiyel düşman ülke olarak yer almaktadır.

S-400 HAVA SİSTEMİNİN NATO RADAR AĞINA BAĞLANMASI KONUSU TEKNİK DEĞİL SİYASİ BİR KONUDUR

Amuran: Türkiye, uzun bir zamandır kendisine ait bir hava savunma sistemi kurmak istiyordu. S-400 füze sistemi gündeme gelince “NATO Türkiye’ye Patriot füze sistemi kurmayı ve teknoloji paylaşmayı kabul etseydi NATO bağlantılı radar sistemi de kullanılabilecekti. Ama bu kabul edilmediği için Türkiye de tercihini Rusya’dan yana kullanmış oldu” denildi. S-400 Füze sistemiyle NATO uyumsuzluğu sonucu ne olur, NATO ile sorun artık sadece teknik mi yoksa siyasi midir?

Dural: ABD yapımı Patriot hava savunma füze sistemi başlıca PAC-1(MIM-104B), PAC-2(MIM-104C,D) ve PAC-3(MIM-104F) diye anılan üç seriden oluşur. Türkiye’ye teklif edilen yeni model PAC-3 füzeleri düşük hızlı, kısa menzilli bir sistemdir. Amerika hiçbir surette teknoloji paylaşımı ve ortak üretimi kabul etmemiştir. Daha da kötüsü; Wikileaks belgeleri arasında yayınlanan 13.10.2009 tarih ve 09ANKARA1472 No’lu belgede, Ankara’ya gelecek diplomatlara şöyle bir bilgi verilmekte, “PAC-3 bataryalarının NATO’nun komuta ve kontrol mimarisi içinde olacağı hatırlatılmalıdır” denmektedir. Yani Türkiye herşeye rağmen Amerika’dan Patriot hava savunma sistemi alırsa ülkemizdeki NATO erken ikaz hava savunma radar ağını kullansa bile, ülkemize yapılacak bir hava taarruzunda Patriotları ateşleme yetkisi NATO’nun Uedem/Almanya’daki Birleşik Hava Harekât Merkezi’ndeki (Combined Air Operation Center-CAOC) Amerikalı generallere ait olacaktır.

S-400’lerin Patriot’lara yapılan genel özelliklerinin mukayesesinden görüleceği üzere, S-400 yüksek irtifa hava savunma sistemi kesin üstünlüğe sahiptir.

S-400 hava savunma sisteminin NATO radar ağına bağlanması konusu, teknik değil siyasi bir konudur. Çünkü radarların menziline giren bir hava aracına, radardan dost-düşman tanımlaması (Friend or Foe-IFF) yapmak için kimlik sorgulaması yapan bir elektronik sinyal gönderilir. Hava aracındaki IFF cihazı yolladığı cevap sinyaliyle kendini tanıtır. Rusya’dan alınacak S-400 hava savunma sistemindeki radarların veri kütüphanesinde NATO ülkelerinde üretilen bütün uçak ve füzeler düşman olarak kayıtlıdır. Eğer NATO ülkeleri ilerde Türkiye’ye karşı bir hava taarruzu planlamıyorlarsa, S-400 sisteminden rahatsız olmamaları gerekir. Nitekim, Güney Kıbrıs yönetiminin Rusya’dan aldığı ama Türkiye’nin baskısı üzerine Girit adasındaki Yunan üssüne yerleştirilen S-300 sisteminden NATO ülkeleri hiç rahatsız olmamışlardır. Türkiye’nin erken ikaz hava savunma radarlarından NATO tedarikli sabit radarlar dışında, yerli olarak üretilen 470 km menzilli TRS-22XX taşınabilir radarları mevcuttur. Bu radarlarımızı birbirine bağlayan tamamen yerli imkanlarla geliştirilmiş RADNET denen veri iletişim ağımız mevcuttur. Bu taşınabilir radarlarımız RADNET üzerinden, diğer NATO sabit radarlarından ayrı olarak S-400 sistemi ile entegre edilerek, Türk hava sahası milli imkanlarla koruma altına alınabilir. Böylece, bu sistemin alınmasıyla Türkiye, stratejik bir üstünlük ve caydırıcılık elde edecektir.

Amuran: Türkiye’nin değişen dünya koşullarına karşı tarafsız dış politika ayarlarına dönme zamanı gelmedi mi? “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinin bu süreçte en büyük güvence olduğu, sorunların şiddetle değil diplomasiyle çözülebilir olacağı bilinmelidir, değil mi?

Dural: Diplomasi, silahtan önceki ve sonraki saflarda kullanılan bir araçtır. Bölgemizdeki sorunlar, ABD liderliğindeki batı emperyalizminin bölge ülkelerine yönelttikleri silahlı saldırıdan kaynaklanmaktadır. Silahlı saldırılar diplomasiyle değil, saldırganın silahla mağlup edilmesiyle sonlandırılabilir. Bu çerçevede, Türkiye öncelikle Rusya ve İran ile oluşturduğu ittifakı, Suriye ile barışarak güçlendirmeli ve bu ittifak, Suriye’deki son IŞİD varlığı olan İdlip’teki El Nusra ile Amerika’nın silahlı gücü olan kuzey Suriye’deki PKK=PYD çapulcularını yok etmelidir. Böylece Suriye hükümetinin mevcut sınırlar içinde tam egemenliğinin yeniden tesis edilmesi sağlandıktan sonra, Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi uyarınca öncelikle komşularla, “içişlerine karışmama” şartıyla bölge ittifakları kurularak, barış içinde bir arada yaşama şartlarına dönülmelidir.

Amuran: 2017 yılında dış politikada bizim açımızdan neler gerçekleştiğinin kısa bir özetini yaptınız. Barışın egemen olduğu bir dünya özlemiyle sizin ve tüm okurlarımızın yeni yılını kutlar, verdiğiniz doyurucu bilgiler için teşekkür ederiz.

Dural: Ben de aynı dileklerle tüm okurların yeni yılını kutlarım. Ben teşekkür ederim.

Nurzen Amuran

Odatv.com

https://odatv.com/milli-merkez-simdi-ne-yapacak-3112171200.html

This entry was posted in ULUSAL STRATEJİ. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *