AKP YUNAN ORDUSUNUN YAPAMADIĞINI YAPTI!!! * KENDİ ORDUSUNUN GENERALLERİNİ ESİR ALDI * Düşman esirlerine bile bu muamele yapılmadı

Düşman esirlerine bile bu muamele yapılmadı

Yılmaz Özdil – 28 Ağustos 2022 – yozdil@sozcu.com.tr

100 yıl önce, bugün…
22 binden fazla Türk esirdi.
Aralarında kadınlar da vardı, 20 kadar çocuk da vardı, işgal bölgelerinde tutuklamışlar, İzmir üzerinden 31 farklı esir kampına götürülmüşlerdi, subayları hücrelerde tuttular, erleri ve sivilleri, taş ocaklarında, yol inşaatlarında, tarlalarda köle gibi çalıştırdılar.
(10 binden fazla Türk, bu kamplarda hayatını kaybetti, maalesef binlercesinin ismini bile bilmiyoruz, çünkü, aslında kaç kişinin ve kimlerin esir alındığını net olarak bilmiyoruz, kaç kişi denize atıldı, kimler nereye gömüldü, bilmiyoruz, sadece Yunanistan’ın verdiği resmi rakamları biliyoruz, Yunanistan’ın verdiği rakamların kesinlikle doğru olmadığından eminiz ama, elimizde başka veri yok.)
En büyüğü, Atina’da Lusiya kampıydı. Kelimenin tam manasıyla “Türk mezarlığı”ydı, dört bin kadar Türk burada tutuluyordu, açlık, hastalık, maalesef çok azı hayatta kalabildi. Bina yoktu. Çadırlarda barınıyorlardı. Her çadırda on kişi kalıyordu. Toprak zeminde yatıyorlardı. Yaz mevsiminde idare ettiler ama, kış ölümcüldü.
Günde iki defa yemek veriliyordu. Ya fasulye, ya patates, ya da sardalya çıkıyordu. Çalışmaya 40 kişi gidiyorsa mesela, 35 kişi dönüyordu. Ölenlerin, sebepsiz öldürülenlerin haddi hesabı yoktu, dayak zaten rutindi, günlerce kan tüküre tüküre can verenler vardı.
Tuvalet yoktu. Çadırlardan beş yüz metre kadar uzakta çukurlar vardı. Bir metre genişliğinde, bir metre derinliğinde on metre uzunluğunda çukurlar… Üzerinde kalaslar vardı. Kalasın üstüne çıkarak, dengede durmaya çalışarak, ihtiyaçlarını görmeye çalışıyorlardı. İçine düşenler oluyordu. Bazen de, kalasların üzerinde durmaya çalışan esirlere uzaktan ateş ediyorlar, ağaç dalındaki kuşlar gibi vuruyor, kahkahalar atıyorlardı. Dizanteri yaygındı.
Bulaşıcı hastalığa kapılanlar aynı çadırda toplanıyordu, hepsi ölünce, çadırla beraber yakılıyorlardı. (Oralarda neler çektiklerini, bu kamplarda esir tutulan ve Kurtuluş Savaşı’nın sonunda esir değişimiyle yurda dönenlerin hatıralarından öğreniyoruz.)
Yunan subaylarının Anadolu’daki görevleri sırasında zorla hizmetli olarak kullandığı ve zorla Yunanistan’a getirdiği Türk kızları vardı. İşgalci subayların hevesi geçince (!) Lusiya kampına atılıyorlardı. Çok sayıda Türk kızının dinini değiştirdiler, kiliselerde çalıştırıyorlardı. Kim olduğu belirsiz bu talihsiz Türk kızlarının başına gelenler, o dönemleri araştırırken en sarsıldığım noktalardan biriydi. Yazılmayan, hatırlanmayan trajediler yaşanıyordu. Namaz kılınmasına izin vermiyorlardı.
Milos adasında esir kampı vardı. Gemiyle taşıma sırasında 600 kadar Türk denize atılmıştı, çünkü, en fazla 400 kişinin sığabileceği, hayvan dışkısıyla dolu, havalandırma penceresi bile olmayan ambara 1.800 kişi tıkmışlardı. Nefessizlikten boğuluyorlardı. Kimi ölmüştü, kimi sadece baygındı, denize attılar. Milos adasında iki bin civarında Türk tutuluyordu. Günde, altı kişiye bir ekmek veriliyordu!
Bir Fransız firmasında mühendis olarak çalışan İsviçre vatandaşı Oscar Lusiknan, aynı zamanda Osmanlı vatandaşıydı, Kütahya’da Türklerle birlikte esir alınmış, Milos adasına götürülmüştü. Kızılhaç’ın çabalarıyla kurtarılan Oscar Lusiknan, adadaki feci koşullarla alakalı olarak bir rapor hazırlayarak, Kızılay’a verdi. 1965 yılında gazeteci Ömer Sami Coşar tarafından Milliyet gazetesinde yayınlanan bu raporda, şu korkunç satırlar yer alıyordu.
“Milos adasına 3 bin 800 sivil esir götürülmüştü. 600 kadarını gelirken denize atmışlardı. Üç ay sonra sayım yaptılar, 2 bin 400’ü kalmıştı. 500’den fazla esir, soğuktan, kötü muameleden ölmüştü. Ölme noktasına gelen 80 kadar esiri, kampın hemen yakınlarında bir mağaraya götürüp, birbirlerinin üzerine yığılmış şekilde attılar, girişini de kayalarla kapattılar. Esirler tifüsten, tüberkülozdan hastalanıyorlardı.”
Selanik’teki Beyaz Kale, esir kamplarının aktarma istasyonuydu, burada iki ay kalıp, günde çeyrek ekmekten başka hiçbir şey yiyemeyen vardı, üç gün bir damla su verilmediği bile oluyordu. Penceresiz koğuşlar o kadar kalabalıktı ki, bırakın uzanıp yatmayı, neredeyse oturabilmek için bile imkansızdı. Tuvalet yoktu, her koğuşa iki gaz tenekesi bırakmışlardı, değiştirmiyorlardı, dayanılmazdı.
Korfu adasında esir kampı vardı. Adeta imha kampıydı. Muhtemelen bulaşıcı salgın vardı, bu kampa getirilen her beş esirden dördü hayatını kaybetti.
Lefkada adasında esir kampı vardı. Mezar taşından intikam alınır mı?
Alıyorlardı. Eczacı yüzbaşı İbrahim Hakkı bey vefat etti, bu kampta son nefesini veren çok sayıda şehitten biriydi, arkadaşları defnetti, sağdan soldan topladıkları taşlarla kabrin etrafını çevirdiler. Bu bile çok görüldü… Yunan askerleri tekmeleye tekmeleye taşları dağıttı. Ellerinden gelse, toprağa bile verdirmeyeceklerdi.
(Ben elimden geleni yaptım, kitaplarımda anlattım, Kırmızı Kedi ve Sia Kitap’la birlikte, Anadolu’daki öğretmenlere 100 binden fazla kitabı ücretsiz dağıttım, ama tek başıma nereye kadar. Filmleri yapılmalıydı. Belgeselleri yapılmalıydı. Okullarda anlatılmalıydı. Bu kamplarda iki sene kalan insanlarımız bile oldu. Türk milletinin haberi bile olmadı.)
Köle olarak para karşılığında satılanlar bile vardı. Eskişehir’de esir düşen ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra mübadeleyle yurda dönebilen Niğdeli yedek subay Mehmet Rıfat, soruşturma komisyonuna anlattı: “15 subay ve 1400 asker esirdik. Atina’ya gelinceye kadar kaç kişinin hiç sebepsiz şekilde süngülerle katledildiğini sayamadık, yol kenarlarında biriken Yunan ahalisi üzerimize taş atıyordu, domates atıyordu, tükürüyordu. Lefkada adasına getirildik. Adanın kalesinde tek tek seçtiler. Aramızdan 100 kadar kişiyi ayırdılar. Bu 100 kişiyi zengin ahaliye para mukabilinde sattılar. Bu arkadaşların akıbetleri hakkında bir daha haber alamadık.”
Sakız adasında esir kampı vardı. Lütfedip çadır bile vermediler. Girişine nöbetçi dikip, adeta hayvan gibi mağarada tuttular.
Dedeağaç’ta esir kampı vardı. Bin kişi tıkmışlardı, sadece dört duvardan oluşan, harabe bir binaydı, çatısı yoktu, günlerce yağmura ve soğuğa maruz kaldılar, bir kişi bile sağ çıkamadı, toplu mezarlara gömüldüler.
Girit adasında esir kampları vardı.
Hanya’da ve Kandiye’deydi.
Midilli adasında esir kampı vardı.
Aegina adasında esir kampı vardı.
Balıkesir’den getirdikleri sivil Türkleri buraya tıkmışlardı,
bu adanın komutanı sırf keyif için insan asıyordu.
Kıbrıs’ta esir kampı vardı.
Lefkoşa’daydı.
Atina’daki Parapigmata hapishanesi esir kampı olarak kullanılıyordu. Buradakilerin çoğu dizanteriden hayatını kaybetti, doktor raporu filan yoktu, hapishane müdürü ve “rahip”lerin onayıyla gömülüyorlardı.
Atina’daki Palamidi hapishanesi, düpedüz mezardı. Zindanları yeraltındaydı. 1.021 basamaklı merdivenle iniliyordu. Kedi büyüklüğünde lağım fareleri vardı. Türk istihbaratının efsanesi, “gavur Mümin” lakaplı üsteğmen Mümin Aksoy, işte bu mezarda 11 ay kalmış ve sağ çıkmayı başarmıştı.
Patras’ta Larissa’da esir kampları vardı. Larissa’ya getirilen kafilede 14 kadın, dört aylık bir bebek, altı yaşında üç kız çocuğu ve bir hamile kadın vardı. Bu hamile esir kadın, Bursa Orhangazi Camisi’nin imamı Mehmet Refet efendinin kızı ve esnaf Hasan efendinin eşiydi. Kız çocuğu dünyaya getirdi. Bebeğe “ada” manasına gelen “Cezire” adı verildi.
Peki, Yunan esirler açısından durum neydi?
Biz, esirlere daima “insan” gibi davrandık.
Bizim elimizde, 25 bin civarında Yunan esir vardı.
Hapishanede veya esir kampında tutulmuyorlardı.
Kızılay kontrolünde, askeri garnizonlarda tutuluyorlardı.
Türk hekimlerinin yanısıra, esir Yunan hekimler de görev yapıyordu.
Esir Taburları Komutanlığı kurulmuştu, karargahı İzmir’deydi.
Bu hiyerarjik disiplin sayesinde, en ufak hukuksuzluk yaşanmadı.
Düzenli olarak uluslararası denetimlere izin verildi.
İnsanlık dışı tek vaka kaydedilmedi.
Esir generaller, Kayseri’deydi. Subaylar ve erler, Kayseri ve Kırşehir’deydi. Esir erler, yol inşaatlarında, ev inşaatlarında çalıştırılıyordu, “yıktığınız yerleri inşa edeceksiniz” deniyordu. Subaylar muaf tutulmuştu.
Zaman zaman düzenli taburlar halinde sevkedildiler, Manisa, Trabzon, Samsun, Gümüşhane, Tokat, Sivas, Çorum, Antalya, Burdur, Afyon, Kastamonu, Çankırı ve Ankara’da çalıştırıldılar. Yemek ayrımı yapılmadı. Türk askeri ne yiyorsa, Yunan esirlere de o verildi. Gül renginde üniforma dağıtıldı. Ayakkabı dağıtıldı. Tek tip ve temiz giyinmeleri sağlandı. İç çamaşırı dağıtıldı. Hastalıktan ölenlere askeri tören yapıldı. Kendi din ve inanışları çerçevesinde defnedildi.
Kızılhaç’ın uluslararası denetleme heyeti, esirimiz olan Yunan başkomutanı Trikupis’le görüştü mesela… “Bize gösterilen iyi muamele nedeniyle, bütün esirler adına Türklere, Kızılay’a teşekkür ederim” dedi.
Trikupis bir yıl boyunca Kayseri’de tutuldu, esir kampı değildi, Kızılay kampıydı, kapısında silahlı nöbetçi bile yoktu. Hemen gönderilseydi, Yunanistan’da iç hesaplaşma başlamıştı, kesinlikle asılacaktı. Bu nedenle, savaş tamamen sona erene kadar bekletildi, Yunanistan’da sular durulunca gönderildi. Böylece, esir başkomutan Trikupis’in hayatı kurtarılmış oldu.
Kurtuluş Savaşı’ndan itibaren, Yunan basınının milliyetçi kanadı yıllarca uğraştı ama, mübadeleyle ülkesine dönen Yunan esirler arasında “kötü muamele gördük” diyen bir kişi bile bulamadılar. Çünkü gerçekten, kötü muamele gören bir kişi bile yoktu.
100 yıl sonra, bugün…
Orgeneral Çetin Doğan
Orgeneral Ahmet Çörekçi
Orgeneral İlhan Kılıç
Orgeneral Fevzi Türkeri
Korgeneral Vural Avar
Korgeneral Çetin Saner
Korgeneral Hakkı Kılınç
Korgeneral Yıldırım Türker
Koramiral Aydan Erol
Tümgeneral Temel Özkaynak
Tümgeneral Erol Özkasnak
Tümgeneral Kenan Deniz
Tuğgeneral İdris Koralp
Büyük Taarruz’un yüzüncü yıldönümünde, kendi generallerimiz, kendi vatanlarında “esir” tutuluyor. Kumpasla, sahte belgeyle, sahte tanıklarla “esir” tutuluyorlar. Bir yıldır, dört metrelik beton kutularda, hücrede tecrit yaşıyorlar. 91 yaşında olan var. 87 yaşında olan var. 83, 84, 85 yaşındalar.
En genci 75 yaşında.
Kanser hastası olan var.
Sondayla yaşayan var.
Hepsi by-passlı.
Ameliyat olan, dikişleri bile alınmadan hücresine geri gönderilen, dikişleri patlayan, kan revan içinde tekrar hastanelik olan var. Parkinson yüzünden kendi başına ihtiyaçlarını göremeyenler var. Yürüyemeyenler var. Ameliyatlı bacağında kalıcı hasar oluştuğu için, çorap giymek gibi basit hareketleri bile yapamayan var.
Bitkinlikten baygınlık geçirip, durup dururken yere yığılanlar var. Hastalandıklarında ailelerinin haberi olmuyor, acilen hastaneye götürürlerse, hangi hastanede olduğu bile söylenmiyor. Eşleri mektup gönderiyor, sadece isim yazmaları gerekiyor, ismin önüne rütbeleri yazılırsa, o mektup teslim edilmiyor, “rütbelerini söktük, burada general amiral yok, er var” deniyor, mektup geri gönderiliyor. Anayasal hakları çiğneniyor, hukuk işletilmiyor, kasten ağırdan alınarak, demir parmaklıklar arkasında ölsünler diye bekleniyor.
Bu millet, bu muameleyi düşman esirlerine bile yapmadı.
(Büyük Taarruz’da birinci ordu kilit roldeydi, birinci ordu komutanımız hapiste, Kuvayı Milliye’nin kartal müfrezesi, kanatları bez’den ahşap uçaklarla kilit roldeydi, hava kuvvetleri komutanlarımız hapiste, beşinci süvari kolordusu kilit roldeydi, beşinci kolordu komutanımız hapiste, istihbarat hayatiydi, askeri istihbarat başkanımız hapiste.)
Türkiye kendi komutanlarını esir tutarak mı kutlayacak Zafer Bayramı’nı?

https://www.sozcu.com.tr/2022/yazarlar/yilmaz-ozdil/dusman-esirlerine-bile-bu-muamele-yapilmadi-7332713/
This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, BOP, FAŞİZM, Fetullah Gülen, İHANET VE YABANCI YANDAŞLAR, Tarih, TSK, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *