ORTAYA KARIŞIK * DEVENİN BAŞI….

Bugün geçti güzellerin kervanı / Gönül sevdi önde giden sarvanı
(Erzurumlu Emrah). Kubbealtı Lûgatı’ ndan alınma.


Deve zor koşullara uyum sağlayabilen bir hayvandır. Bir insan, vücudundaki suyun %12’sini kaybettiğinde ölürken, deve, vücudundaki suyun %40’ını kaybettiği halde yaşayabiliyormuş. Dayanıklılığının bir başka nedeni de gündüzleri vücut sıcaklığını 41 santigrada kadar çıkartabilmeleriymiş. Develer hörgüçlerinde biriktirdikleri yağları eriterek uzun süre yaşamları için gerekli olan enerjiyi sağlamaktadırlar.
Devenin yavrusuna potuk, deve aygırına Arapça buhûr veya buğra adı verilir. Arapça Ebubekir adı da, deve yavrusunun babası anlamına gelmektedir. Çocuklarına Buğra ve Ebubekir adı vereceklerin bu sözcüklerin anlamlarını bilmelerinde yarar vardır.
Güreş meydanına çıkacak develerin bazı özellikleri taşıması gerekiyor. Yalnızca, “yoz” denilen tek hörgüçlü dişi develer ile “buhur” adı verilen çift hörgüçlü erkek develerin yavrusu olan ve “tülü” olarak adlandırılan erkek develer güreş için en uygun develerdir. Bunlar “savran” adı verilen bakıcılar tarafından hazırlanıyorlar.
Melez deve, tek ve çift hörgüçlü develerin melezlenmesi ile elde edilir. En önemli melezlerden biri tüylü veya tülü devedir. Tüylü devenin erkeğine besrek/ beserek, dişisine maya denir. Halk arasında İğdiş edilmiş, çift hörgüçlü deveye atan-atgan, tek hörgüçlü boz, dişi deveye arvana ve iki yaşındaki deveye de taylak adı verilmektedir.
Eskiden Türkiye’de ulaştırma ve özellikle ordu hizmetinde kullanılan devenin işlevi giderek azalmıştır. 1937’de 120 bine yaklaşan deve sayısı 1980’de 12 bine, 1984’te 3 bine kadar düşmüştür. Bugün deve özellikle Yörükler arasında göç zamanlarında eşya taşımakta, zeytincilik bölgelerinde ulaşımı güç yerlerde devşirilen ürünlerin taşınmasında, Güneyde ve Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki sıcak, kurak ve yolu yetersiz bölgelerde yük hayvanı olarak kullanılmaktadır.
Sözünü ettiğimiz ve bizim yabancısı olmadığımız tek hörgüçlü deve evcil- domestique bir türdür. Tüm develer yük çeki ve binek hayvanı olarak kullanıldığı gibi, yünü, sütü, derisi ve eti için de beslenirler. Yalnızca evcil türleriyle tanınan bu hayvanların yabanıl atalarından bu yana pek az değişikliğe uğradığı sanılmaktadır.
Yetişkin bir devenin ağırlığı 300 – 1.000 kg. Yaşam süreleri 40-50 yıl kadardır. Hızları yarış halinde 65 km.’ ye kadar çıkmaktadır. Yetişkin bir devenin yüksekliği omuzdan yere kadar 1,8 metre kadardır. Devenin sırtına binmek öyle sanıldığı gibi kolay değildir. Öncelikle hayvanın evcilleştirilmiş olması gerekmektedir.
Deve, Ortadoğu ve Afrika kıtasının büyük bir bölümünde sıcağa, susuzluğa çöl yaşamının zor koşullarına ve açlığa dayanıklı oluşu nedeniyle bölge insanları için yaşamsal bir önem taşımaktadır. Bir veya daha çok devesi olmak bu insanlar için bir varsıllık göstergesi sayılmaktadır. Çölde göçerek, bedevi yaşamda insanlara çok yararı dokunmaktadır. Ayrıca sütü ile de önemli bir besin kaynağıdır. Eti de İslam ve Yahudi inancına göre helal/ koşer gıdalardan sayılmaktadır. Devenin kurban edilmesi ise çok önemli bir olaydır.
İslam tarihinde önemli bir olay da devenin adıyla anılmaktadır. 8. Aralık. 656 tarihinde Halife Ali bin Ebu Tâlib ile İslam Peygamberi Muhammed’in dul eşi Aişe/ Ayşe’nin taraftarları arasında, Basra’da yapılan savaşın adı Cemel Muharebesi veya Cemel Vakası’ dır. Bu savaşın önemi Müslümanlar arasındaki yapılmış olan ilk savaş oluşudur. Müslümanların ilk iç savaşıdır. Savaş Ali ve taraftarlarının üstünlüğü ile sona ermiştir. Savaşta her iki taraftan yaklaşık yirmi bin kişi ölmüştür. Savaş sonrasında Aişe’nin adamlarından öne çıkanları da öldürülmüş Aişe ise gözetim altına alınarak Medine’ye gönderilmiştir. Bu savaşa Cemel Vaka’ sı adı verilmesinin nedeni savaşın Aişe’nin devesi etrafında geçmiş olmasıdır.
Konuya uzak olanlar için Hz. Muhammed’in eşi ile damadı arasındaki bu savaş şaşırtıcı gelebilir. Savaşın nedenlerinden biri Gerdanlık Olayı adıyla bilinen bir başka olaydır. Gerdanlık olayına İfk (İftira) Olayı da denmektedir. 627 yılının ilk günlerinde İslam peygamberi Muhammed’in eşlerinden Aişe’nin, bir sefer dönüşünde Muhammed’i genç bir Müslüman asker olan Safvan bin Muattal ile aldattığı iddiası ve sonrasında yaşanan gelişmeleri içerir.
(TDV İslam Ansiklopedisi) Resûl-i Ekrem Benî Mustaliḳ (Müreysî‘) Gazvesi’nden dönerken beraberinde götürdüğü eşi Âişe, konakladıkları bir yerde sabaha karşı tekrar hareket emri verildiğinde tabii ihtiyacını gidermek üzere ordugâhtan uzaklaşır. Geri gelirken boynundaki Yemen (Zafâr) akiği gerdanlığın düşmüş olduğunu fark eder ve kendisini bekleyecekleri düşüncesiyle dönüp aramaya koyulur; ancak karanlıkta onu bulup el yordamıyla tanelerini toplayıncaya kadar çok vakit kaybeder. Konak yerine geldiğinde diğerlerinin hareket ettiğini görür ve yokluğunu anlayınca aramaya çıkacakları inancıyla orada beklemeye başlar; bu arada uyuyakalır. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal es-Sülemî görevi gereği kamp yerini kontrol ederken onu bulur ve devesine bindirip hayvanı hızlıca sürerek orduya yetiştirir; fakat hızlı yürümekle birlikte kendisi yaya olduğu için kafileye ancak kuşluk sıcağında mola verdikleri zaman ulaşabilir.
Olay hakkında ayet de inmiştir. Kur’an’daki (en-Nûr 24/11-22) ayetlerinde ve (el-Furkān 25/4; Sebe’ 34/43)’ de bu konuya iki kez değinilmiştir.
Hz. Ali Gerdanlık Olayı nedeniyle Hz. Aişe’ nin karşısında yer almıştır. Bu nedenle ikisinin arası iyi değildir. Basra’da yapılan savaşın nedenlerinden birinin de bu olduğu söylenmektedir.
Kültürümüzde deve ile ilgili deyimler bir hayli çok.
İşte onlardan derleyebildiklerim:
Deveye neren eğri diye sormuşlar, o da nerem doğru diye cevap vermiş
Deve bir akçe deve bin akçe: Bir şeye sahip olmak eldeki olanağa bağlıdır.
Deveyi hamutuyla yutmak: Hakkı olan olmayan her şeyi silip süpürmek
Deveye hendek atlatmak: Bir kişiye bir şeyi zorla belletmek, yaptırmak
Deveye hendeği atlatan bir tutam ot: Gönül alıcı, özendirici sözlere böyle denir.
Devekuşu ben deveyim uçamam der, ben kuşum yük taşıyamam der.
Deve gibi: İri, hantal ve uzun boylu (erkek) insan için söylenir.
Deve nalbanda bakar gibi: Hiç bilmediği, görmediği bir şeye yadırgayarak ters ters bakmak
Deve bağırtan: Dik ve taşlık yokuş, naldöken.
Devekuşu: Sıcak iklimlerde yaşayan ve kanatları iyi gelişmemiş bir kuş türü
Deve güreşi: Develerin güreştirilmesi
Deve dişi: İri taneli nar, mısır, buğday vb. ları için kullanılan söz
Devenin başı, pabucu: Anlatılanlar çok abartılı bulununca itiraz için söylenen söz
Deveci: Savran, devenin bakımını yapan
Deveran: Dolaşım, kan dolaşımı.
Devede kulak: Söz konusu olana göre pek küçük olanı anlatmada kullanılan söz
Deveboynu: Tesisatçılarca kullanılan S veya U biçimindeki boru
Devetüyü: Devenin tüyü veya devetüyünden yapılmış eşya
Devetabanı: Yaprakları parçalı, geniş ve çiçekli bir tür bitki
Deve kini: Hiç geçmeyen kin, kindarlık.
Deve inadı: İstemediğini yapmama hali
Deve dikeni: Baklagiller familyasından çiçekleri ve meyvesi dikenli bir bitki
Deve hamuru: Tıkız ve yutulması zor yiyecek
Deve döşlü: Çökük karınlı olan atlar için bir niteleme
Deve yürekli: Çok korkak kimse (TDK)
Deve tımarı işi: Üstünkörü, özensiz yapılan iş.
Deve yapmak, deve olmak: Birinin parasına veya malına çökmek, iç etmek, yutmak.
Deve elması: Bir tür diken
Deveye binmek: Esrar çekmek, sarhoş gibi sallanarak yürümek
Deve yürüyüşü, deve gibi yürümek
Deveden büyük fil var: Büyük şeylerin göreceli olduğu.
Devesi hacı, kendisi… Devesi hacı olmuş ama kendisi hacı gibi davranmayan kişi
Devesini sağlam kazığa bağlamak: İşini sağlam tutmak
Deveyi düze çıkarmak: Güçlükleri aşmak, yola devam etmek

ÖZET * https://kavrammutfagi.com/makale/deve
Posted in Uncategorized | Leave a comment

İRTİCA TSK’DA NASIL YAPILANDI * Pilotların taşıdığı risalelerden 15 Temmuz’a nasıl gelindi?

Pilotların taşıdığı risalelerden
15 Temmuz’a nasıl gelindi?

Behlül Özkan / 13 Temmuz 2022

15 Temmuz 2016 darbe girişiminde Hava Kuvvetleri özellikle öne çıktı. TBMM dahi bombalandı. Fethullahçılığın içinden doğduğu Nurculuğun orduyla, hava kuvvetleriyle ilgisi 15 Temmuz’dan çok eskiye dayanıyor. Geçmişte, yakalanma tehlikesine karşı Saidi Nursi risalelerini cemaate bağlı hava kuvvetleri pilotları valizlerinde taşırdı.
30 Haziran 2018 günü gazete, televizyon ve ajanslarda ilk bakışta sıradan görünen bir haber vardı. 83 yaşındaki Selahattin Angıner Manisa’daki evinin bir kısmını 20 bin kitap ve dergiden oluşan kütüphaneye çevirmişti. Angıner gençlerin okumamalarından şikâyet ederken elinde kitaplarla objektiflere tonton pozlar veriyordu. Haberde 15 Temmuz darbe girişimiyle bir ilgi yoktu gerçi ama Angıner’in 1960’larda Türkiye’de pilotken askeriyeden ayrıldığı, ABD’ye giderek uzun yıllar orada yaşadıktan sonra memlekete döndüğüne de değinilmişti.
Angıner’i Manisa’da bırakalım ve filmi 60 yıl geriye saralım. 15 Aralık 1962’de İstanbul’dan Edirne’ye giden yolcu treni Osmanlı döneminden kalan demiryolu hattını kullandığı için Uzunköprü’den sonra sınırı geçiyor ve hiç durmadan bir süre Yunanistan içinde seyrettikten sonra tekrar Türkiye’ye girerek Edirne’ye ulaşıyordu. Tren o gece Uzunköprü’den hareket edip Yunanistan’ın Pityon kasabasından geçerken olağanüstü bir olay yaşandı. Yolculardan biri Yunan tarafında trenden atlamak istedi. Trenin gümrük muhafaza memuru kendisini engellemek isteyince kaçmak isteyen yolcu Kırıkkale marka tabancasını çekti. Boğuşma sonrasında trenden atlamayı başararak Yunan istasyonuna girdi.Yunanistan’a sığınan yolcu bir Türk subayıydı: Hava Üsteğmen pilot Selahattin Angıner. Trenin makinisti, emniyet ve gümrük memurları Angıner’in trene geri gelmesini talep etmelerine rağmen Yunan görevliler buna izin vermedi. Angıner Yunanistan’a iltica etti. Kıbrıs’ta kriz yaşanırken bir Türk askeri pilotunun Yunanistan’a kaçması Ankara’yı telaşlandırmıştı. Millî Savunma Bakanlığı apar topar yaptığı açıklamayla Angıner’in “akıl muvazenesinin yerinde olmadığını” duyurdu. Bakanlık açıklamasında Angıner’in önceki yıllarda ABD’ye askeri eğitim almak için gittiği de vurgulanıyordu.

Yıllar önce pilot üsteğmenken Nurculuk soruşturması nedeniyle Yunanistan’a kaçıp iltica etmiş olan Selahattin Agıner, şimdi Manisa’da kitaplarıyla görülüyor.
Yunanistan üzerinden Kanada ve ABD
Kaçak pilot Yunanistan’dan Kanada’ya giderek Toronto şehrine yerleşti. 1966 yılında Kanada’da “Nurculuk faaliyetleri” içinde olduğu, orada yaşayan Türkler arasında sorunlar çıkardığı için Türk derneğinden atıldığı haberleri gazetelere yansıdı. 17 Ağustos 1968’de Milliyet gazetesinde çıkan bir haberde Angıner’in “Toronto ve çevresindeki Türkler arasında Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı propagandası” yaptığı yazıyordu.
Angıner 1970’li yıllarda ABD’nin New Jersey eyaletinde Türklerin yoğun yaşadığı Paterson şehrinde İslami Eğitim Topluluğunun başkanlığına geldi. New York’ta CIA destekli “Esir Milletler Komitesi” içinde Balkanlar temsilciliğine seçildi. 1976 yılında Cumhuriyetçi Partinin kongresine sunduğu bildiride ABD ve Sovyetler Birliği arasında yaşanan yumuşamayı eleştiriyor, Sovyetler’deki Müslümanların gördüğü baskıya dikkat çekiyordu.
Angıner’in Türk hava kuvvetlerinde pilotken neden Yunanistan’a iltica ettiği, Kanada’ya hangi ilişkiler sayesinde gittiği ve Nurcuları örgütlediği, oradan da ABD’ye göç ederek Soğuk Savaş’ın karanlık güç odaklarıyla nasıl bağlantılar kurduğu daha fazla araştırılmayı hak ediyor. Angıner’in yıllar sonra memleketi Manisa’ya nasıl ve ne zaman döndüğü, dönüşünde sorgulanıp sorgulanmadığı da tam bir muamma.
15 Temmuz darbe girişimi
15 Temmuz 2016’da Fethullahçı darbecilerin en güçlü olduğu kurum Hava Kuvvetleriydi. Fethullahçı pilotlar Türkiye Büyük Millet Meclisini bombaladılar. O gece Türkiye semalarında terör estirdiler. Darbe sırasında ve sonrasında hava kuvvetleri içinde bulunan çok sayıda Fethullahçı subay Yunanistan’a kaçtı. Tıpkı 60 yıl önce Selahattin Angıner gibi.
Ordudaki Fethullahçı örgütlenmeye dair o zamana kadar sümenaltı edilen çok sayıda resmî belge ortalığa saçıldı. Bunlar içinde en çarpıcı olanı, 24 Ağustos 2004’te TSK ve MİT tarafından hazırlanarak MGK’ya sunulan, “Nurculuk” ve Fethullahçıların yurtiçi ve yurtdışı faaliyetleri hakkında yazılmış raporlardı. AKP iktidarı 15 Temmuz darbe girişiminin hemen öncesinden itibaren Fethullahçılığı terör örgütü ilan edip FETÖ olarak tanımlamaya başladı. Ancak çok değil darbe girişiminden sadece üç yıl önce Kasım 2013’te Başbakan Erdoğan’ın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan, 2004’teki MGK’da Fethullahçılıkla mücadele edilmesine yönelik kararların AKP hükümeti tarafından “yok hükmünde” kabul edildiğini ve “hiçbir işlem yapılmamış” olduğunu duyurmuştu.
İslami cenahta keskin dönüşler
250 kişinin öldürüldüğü 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında İslamcı cenahta darbenin faili Fethullahçılık; diğer tüm cemaat yapılanmalarından farklı ve aykırı bir oluşum olarak değerlendirildi. O zamana dek Fethullah Gülen’i örnek ve model olarak gösteren yazar ve gazeteciler yazıp çizdiklerini bir kenara bırakarak, darbe girişimi sonrasında Fethullahçılığın Türkiye’deki diğer cemaatlerle hiçbir ilgisi olmadığını öne sürüp yurtdışından ithal bir terör örgütü olduğunu tekrarladılar.
Oysa Fethullahçılığın içinden çıktığı Nurculuk ve lideri Said Nursi, ordunun başta Hava Kuvvetleri ve pilotlar olmak üzere tüm kademelerinde örgütlenmeye hep önem vermişti. Yazının başında bahsedilen askeri pilot Selahattin Angıner’in yaşam öyküsü, 15 Temmuz darbe girişiminde Hava Kuvvetlerinin konumu ve sonrasında Yunanistan’a kaçan Fethullahçı subaylarla birlikte düşünüldüğünde bir devamlılığa işaret etmektedir. Dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişimi olağandışı ve beklenmedik şekilde gerçekleşen bir olgudan çok, Nurculuğun ordu içindeki etkisinin 1950’lerden itibaren giderek arttığı tarihsel bağlam içine oturmaktadır.
Nurculuk, askeriye, hava kuvvetleri
19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda siyasi ve iktisadi açıdan güçlenen çok sayıda Nakşibendi şeyhi ve dervişi sürgüne tabii tutulmuştu. Nakşibendi cemaatlerinin kitlesel güçlerinin artmasının isyanlara yol açabileceğini fark eden merkezi iktidar onların bir güvenlik meselesine dönüşebileceğinin farkındaydı. Nitekim İstanbul’da 1859 yılında padişahı devirmek için örgütlenen Kuleli Vakası nedeniyle sorgulanan 41 sanığın 15’i Nakşibendi’ydi. (1)
Osmanlı dönemini bir kenara bırakarak bu yazıda 15 Temmuz darbe girişiminin tarihsel arka planını anlamak amacıyla Fethullahçılığın içinden çıktığı Nurculuğun 1930’lu yıllardan itibaren ordu ve subaylarla ilişkilerine bakacağız. Nurculuk üzerine en kapsamlı çalışmalardan birini yazan olan Şerif Mardin, Said Nursi’nin ordu içindeki müntesiplerine (bağlılarına), Nurculuğun orduya ve militarizme olan ilgisine hiç değinmez. Mardin’e göre “Nurculuğun doğup yükselişinde demokratlaşmış bir yön bulunmaktadır.” (2) Oysa gerçekte yaşanan bunun tam da zıddıydı.
Ordudaki ilk Nurcular
Ordu içindeki ilk Nurculardan biri olan Hulusi Yahyagil 1929’da resmi subay üniformasıyla Said-i Nursi’yi Eğridir’de ziyaret etti. 1950’de albaylıktan emekli olana kadar Nursi ile düzenli olarak görüşüp mektuplaştı. Aralarındaki yakınlık o kadar ileri seviyedeydi ki Nursi, Barla Lahikasında Yahyagil’i “manevi evladı” olarak tanımlıyordu.
1930’lu yıllarda Nursi’nin müritleri arasında emekli subaylardan Topçu Binbaşı Asım (Önerdem) Bey ve Yüzbaşı Refet Barutçu da vardı. Emekli Binbaşı Asım Bey 1935 Nurculuk soruşturması sırasında tutuklandığı Burdur’da sorgulama sırasında kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. 1948 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü, “Nurcuların faaliyetlerini Ordu mensupları arasına da sirayet ettirdikleri” tespitini yapıyordu.
Harp Okulunda askeri yargıç öğrencilerinden Mehmet Atak ile Hava Okulunda pilot öğrenci Karahan Sanatar arasındaki mektuplaşmanın ele geçirilmesi sonrasında Atak, Afyonkarahisar’da yapılan Nurculuk soruşturmasına dâhil edilerek tutuklandı.
Pilotların bavullarında taşıdığı risaleler
DP’nin iktidara gelmesi sonrasında Nurculuğun özellikle de Hava Kuvvetlerindeki etkisi artmaya başladı. 1952 yılında Eskişehir’de askeri jet pilotu eğitimi alan Ali Demirel ve Ömer Halıcı yanlarında Yüzbaşı Ekrem Hanyalı ve Binbaşı Reşat Bey olduğu halde Nursi’yi ziyaret ettiler. O dönemde Nurculuğun askeri pilotlar nezdinde etkisini anlamak için şu örnek yeterli olsa gerektir: farklı şehirlerde yazılan Risaleyi Nurlar tashih için Nursi’ye gönderiliyordu. Yasak olan Risaleyi Nurların polis tarafından yakalanmaması için bunları askeri pilotlar bavullarında taşıyarak Nursi’ye teslim ediyorlardı.
Nurcu askeri pilotlardan Nureddin Karakaya 1956 yılında tayininin İncirlik üssüne çıkmasıyla Risaleyi Nur için yaptığı faaliyetleri Adana’da devam ettirdi. Nurculuğun Adana’da yayılmasında bir askeri pilot ön plandaydı. Nursi’ye bağlı başka bir askeri pilot Ömer Halıcı’nın kullandığı askeri uçak 1954 yılında düştü ve Halıcı hayatını kaybetti. “Ömer benim yerime şehit oldu” diyen Nursi, askeri pilotun her bahsi geçtiğinde kendisini “Ben Ömer’i yirmi evliyaya değişmem” sözleriyle anardı. Aynı dönemde Nursi’nin Eskişehir semalarında oldukça yüksek ses çıkartarak uçan askeri jet uçaklarına bakarak; “İnşallah bunlar İslamiyete büyük hizmetler edecekler” demesi de manidardır.
MAH’ın istihbarat raporları
1950’li yıllar boyunca özellikle de Hava Kuvvetlerinden subay ve astsubaylar düzenli olarak Nursi’yi Emirdağ ve Eskişehir’de ziyaret ettiler. Bu ziyaretler sırasında zaman zaman subay üniformaları da üzerlerindeydi. Nursi kendisini resmi üniformalarıyla ziyaret edip elini öpenlere “Kardeşim ben elli senedir ordu ile alakadarım” diyordu.
1950’lerin sonlarına doğru ordu içinde Said Nursi’nin müntesiplerinin yayılmasına karşı tedbirlerin alınması Nurcuları rahatsız etmeye başladı. 1959’da Ankara’da Mustafa Sungur, eski DP milletvekili Tahsin Tola gibi önde gelen Nurcuların da bir araya geldiği toplantıya bir Milli Emniyet (MAH) ajanı da sızmıştı. MİT’in önceki ismi olan MAH ajanının verdiği malumata göre Mustafa Sungur “ordunun ele geçirilmesi lüzumunu” vurgulamıştı. Yine aynı dönemde İçişleri Bakanlığı ordu mensuplarından Nurculukla ilişkisi olan yaklaşık 30 kişilik bir listeyi 29 Aralık 1959 tarihinde Milli Savunma Bakanlığına bildiriyordu

MİT’in öncülü MAH’ın Nurculuk faaliyeti konusundaki istihbarat raporu.

Savunma Bakanının yazdığı Nurculuk raporu
DP iktidarının son döneminde Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes Nurculuk üzerine emniyet ve istihbarat belgelerine dayanarak oldukça uzun ve kapsamlı bir rapor kaleme aldı. Buna göre Nurcular ordu içinde emir komuta zincirini bozmakta, bazı komutanlarının dinsiz olduğunu iddia ederek Nursi’nin direktiflerini her şeyin önüne koymaktaydı. Savunma Bakanı Menderes 21 Kasım 1959’da Ankara’da Nurcu ordu mensuplarıyla Maraşlı Nurcuların bir araya geldiğini yazmaktaydı. Maraşlılar görüşmede “Maşallah. Ordu gittikçe bizim oluyor. Maraş’ta iki binbaşı, bir yüzbaşı ve birçok da Astsubay var. Adalet de bizden, Ağır Ceza Hâkimi de bizden” demişti. Görüşmeye katılan Said Nursi’nin en yakınlarından Mustafa Sungur da Nurculuğun orduya yönelik hedef ve stratejisini açıkça ortaya koymaktan imtina etmiyordu:
“Orduyu elde etmek için subay ve astsubayları elde etmek lazımdır. Onlar elde edildi mi asker kendiliğinden elde edilir. Subayları, tek tek bulmaktan ziyade, genç ve bir arada toplu bulunan talebeleri daha mektebde iken aşılamak lazımdır. Çünkü ağaç, fide iken istendiği şekli alır. Mesela Harb Okulunu elde ettik mi bizden bahtiyarı yok.”
Raporun sonunda Milli Savunma Bakanı “Nurculuğun, her sınıf ordu mensubları arasında bir hayli taraftar bulduğu” sonucuna varıyor ve buna karşı “devletin iktisadi ve içtimai nizamını ve Türk Ordusunun disiplinini” korumak için acil tedbirler alınmasını gerekli görüyordu.
Cemaatlerin etkisi arttıkça
1950’lerden itibaren başta Hava Kuvvetleri ve askeri pilotlar arasında olmak üzere ordu içinde etkisini artıran Nurculukla, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sırasında yaşananlar arasındaki tarihsel ve ideolojik rabıta çarpıcıdır. Ordu ve cemaatler arasındaki ilişkinin sadece Nurculukla sınırlı olmadığının da altını çizmek gerekir. Işıkçılar cemaatinin kurucusu Hüseyin Hilmi Işık 1930’larda şeyhi Abdülhakim Arvasi’yi subay üniformasıyla Kaşgari dergâhında ziyaret etmekten çekinmiyordu. Ordu mensubu bir subay olan Işık için Şeyhi Arvasi devreye giriyor, yine kendine yakın olan Kara Kuvvetleri Personel Daire Başkanı Hayri Aytepe’ye “Hilmi ne isterse yap” yazılı bir mektup gönderiyordu. Mektubu alan Hayri Paşa Işık’a sarılarak “Sen öyle bir yerden geliyorsun ki, ne istesen olur” demişti. (3)
Tek parti döneminde ve 1950’lerde cemaatlerin ordu içinde etkili olduğu, emir komuta düzenini bozduğu, ordu içindeki tayinleri etkilediğine dair çok sayıda rapor, mahkeme kaydı ve hatırat var. O dönemden bugüne bu etkinin katlanarak arttığını tahmin etmek zor değil.
Cemaatler bu coğrafyada yüzyıllardır varlar. Dolayısıyla “cemaatler yasaklansın,” “tarikatlar kapatılsın” tavrı toplumsal gerçeklikle uyuşmuyor. Ancak günümüzde kanarya sevenler derneğinin bile bir mevzuata tabii olduğu ve üyelerinin kayıt altına alındığı düşünülürse, binlerce insanın içinde yer aldığı cemaatler hiçbir denetim ve kanuna tabii olmadan faaliyetlerini sürdürüyor. 19. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı sistemi içinde bile cemaatlerin denetimi için Meclisi Meşayih isimli bir kurumun kurulduğu hatırlanırsa, bugünkü kontrolsüz ve denetimsiz durumun sürdürülemez olduğu aşikârdır.

NOTLAR
[1] Burak Onaran, Padişahı Devirmek (İstanbul: İletişim, 2018).
[2] Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı (İstanbul: İletişim, 2017), 349.
[3] Ekrem Buğra Ekinci, Hüseyin Hilmi Işık (İstanbul: İhlas, 2018), 112-3.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

Sümerlerin yıkılış hikayesinden bugüne dersler var mı?

Sümerlerin yıkılış hikayesinden
bugüne dersler var mı?

Mehmet Öğütçü / 22 Mart 2024, Cuma

Hani derler ya “tarih tekerrürden ibarettir, ders almak lazım” diye, şimdi anlatacağım hikaye bu minvalde bizlere ışık tutacak, ilham verecek cinsten.

Tarihçi Yusuf Halaçoğlu’na göre, Atatürk, 1922’de İzmir’e giderken üzerinde 20 yıldız olan Cumhurbaşkanlığı forsunu kullandı. 1959’dan sonra forstaki yıldız sayısı 16’ya düşürüldü. Şah İsmail’in başında olduğu Safevi, Memluk, Karakoyunlular ile Uzun Hasan’ın başında olduğu Akkoyunlular devletlerinin de forsta olması gerektiği savunuluyor.
Atatürk’ün, İzmir’e girerken kaç yıldızlı bir fors kullandığını bilemiyorum. Tarihi kronolojide bir sorun var: Türk Ordusu 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdiğinde henüz ortada bir Cumhuriyet yok ve Mustafa Kemal de henüz Atatürk ve Cumhurbaşkanı değil. O yüzden havada kalan bir söylem bu.
Ama şurası bir gerçek ki Cumhurbaşkanlığı Forsunda yer verilmemekle birlikte, tarihimizde kurulmuş ve çağlara damgalarını vurmuş 16’dan fazla Türk Devleti vardı. İrili ufaklı beylikleri saymıyoruz bile.
Kuruluş, yıkılış: 16 devlet
Öte yandan, forstakileri doğru kabul etsek bile kendi kendimize 16 devlet kurup 16’sini da çökertmenin, kendi devletlerimizi çoğu zaman birbirleriyle çatıştırarak tarihin derinliklerine gömdüğümüzü itiraf anlamına gelmiyor mu bu? Ve de 17incisi olan Türkiye Cumhuriyeti’ni 21inci yüzyılda hassasiyetle korumak için çok çaba göstermemiz gerektiğini de unutmamalı.
Efesli Heraklitos’a göre: “Her şey değişir. Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.” Değişim, devlet için de geçerlidir. Devletlerin yıkılma, tarih sahnesinden silinmelerinin nedenleri çok değişik. Genel olarak; değişime ayak uydurmamak, hukuktan, eşitlikten, adaletten, kültüründen, ananelerden, ilimden ve doğayla dost teknolojiden uzaklaşılması.
Ayrıca, dünyanın geri kalanındaki ilerleme ve gelişmelere ayak uyduramama, kendisine karşı kurulan ittifaklar karşısında güçsüz kalmanın da sonucu.
Uygarlıkta ilklere imza atan Sümerler
Tarihte kurulan, tek Tanrılı dinlere esin kaynağı olan ve uygarlık geliştiren ilk uluslardan birisidir Sümerler. Uygarlık yolunda birçok ilke imza atmışlar. Sözgelimi, çivi yazısını bulmuş. Matematikte ondalık sistemi geliştirmiş, 24 saatten oluşan günü kullanmışlar, ticari alanda sözleşmeler yapmışlar. Eğitim kurumlarının önemini kavramışlar.
Uygarlık kuran bir devlet, adil, bilgili, yetenekli, değişime açık, yasaları eşit, tarafsız uygulayan bir lidere ve kadrolara sahip olmalı. Hatırlayalım, Bilge Kağan Orhun yazıtlarında da “Kağan odur ki, adaleti üstün tutsun, töreyi yaşatsın. Töre yok olursa İl (Devlet) yok olur. İl olmazsa budun (ulus) kul olur” öğüdüyle hukukun ve adaletin önemini anlatılıyordu.
M.Ö. 2.000’de, yani günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce, Mezopotamya’da yaşamış, Sümerli öğretmen Ludingirra 23 kil tablet üzerine yaşam öyküsünü ve ulusunun başından geçenleri yazmış. Günümüzde de bu eserin her daim tekrar tekrar okunması ve üzerinde düşünülmesi, dersler çıkarılması gerekiyor.
Sümerlerin yıkılış hikayesi
Ludingirra, kitabında “Güzel ve uygar ülkemize göz diktiler. Göklere uzanan kulelerin, görkemli tapınakların, arı gibi işleyen çarşıların, her tarafa ulaşan kervanların, dümdüz uzanan yolların, bol ürün veren tarlaların, nehirlerde ve açtığımız kanallarda salına salına yüzen teknelerin, dolup taşan iskeleler, her tür bilgiyi veren okullarımız vardı. İlkel ülkeler kıskandı, sınırlarımızdan içeri göç ettiler. Kentlerimizi yakıp yıktılar. Halkımız, kralımız tutsak oldu” diye yazıyor.
Ve şöyle devam ediyor: “Ne yazıdan, ne tarımdan, ne sanattan, ne dilden, ne okuldan, ne attan, ne arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı. Hepsini bizden öğrendiler. Sonra da ‘biz yaptık, biz bulduk’ diye övündüler.”
Yazar, Sümer devletinin yıkılış sebebini kendi penceresinden anlatmış.
Söyledikleri doğru olmasına rağmen eksik bence. Sümer inancına göre: “İktidar yozlaşıp ahlaken çökerse felaketler birbirini takip eder. Önce doğal afetler, ardında dış saldırılarla devlet yıkılır. Bu alametler, tanrısal bir lanet olarak kabul edilir.”
Ludingirra, Sümer kralının kendi rahatını sağlamak için “her şeyden vergi aldığından” ve halkını sömürmesinden hiç bahsetmemiş. Oysa, diğer nedenlerin yanısıra, Krallarının aymazlığı da halkı küstürmüş. Krala küsen Sümer halkı; vatanlarını, kültürlerini, hukuklarını, dinlerini, dillerini koruyamadıkları için devletin yıkılmasını önleyememiş.
Devletleri yaşatma becerisi
Ludingirra’nın bahsettiği istilacılar MÖ 2350 ve 2150 arasında Mezopotamya’da varlık göstermiş -günümüz haritasında Irak, İran, Türkiye, Suriye, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Ürdün topraklarında varlık göstermekte olan- Akadlar idi.
Sümer topraklarında o zamanlar işçi olarak çalışan Akadlar, sonradan kralları olacak Sargon komutası altında isyan ederek Umma, Ürük, Ür ve Lagaş kentlerini ele geçirdiler. Ev sahibi Sümerlerin ileri medeniyetine böylece bir süre sonra son verdiler.
Sargon, Mezopotamya’da siyasi birliği sağladı, kendisini Dünya Kralı, yani “Sarkissati”, ilan etti. Yıkılan medeniyetin yerine daha iyisini kuramadı. Üstelik, hiçbir muzaffer sarsılmaz değildi o zaman da.
Nitekim, Mezopotamya’nın ardından Orta Babil bölgesinde bir toprak parçası olarak varlığını sürdüren Akadlar’ı, milattan önce 2154’de Gutiler ortadan kaldırdı.
Kıssadan hisse, önemli olan devletler, medeniyetler kurmak değil onları korumak, yaşatma, geliştirme becerisini gösterebilmektir. Bizlerin bu hususta çok başarılı olmadığımızı tarih gösteriyor.
Bu yüzden son Türk devletine sıkı sıkıya sarılmalı, çöküşü hızlandıran hastalık ve beceriksizliklerimizi geçmiş deneyimlerden ders alarak süratle tedavi etmeli, Atatürk’ün vasiyeti olan “ilelebet payidar” kılmayı hedef edinmeliyiz.
Yoksa böylesine değerli ama o ölçüde keşmekeş ve karışıklık içindeki bir coğrafyada yeniden bir devlet kurmamız hiç kolay olmayacaktır.
Geçmiş, geleceğin aynasıdır, unutmayalım.

https://yetkinreport.com/2024/03/22/sumerlerin-yikilis-hikayesinden-bugune-dersler-var-mi/
Posted in Uncategorized | Leave a comment

Gerçeği arayış!…


Gerçeği arayış!…

PROF.DR. TÜLAY ÖZÜERMAN – 21.01.2017

Yazının başlığını, “Totaliter rejimin inşası” olarak düşünmüştüm. Demokrasiyi konuşmaya ve tüketmeye o kadar alışkınız ki; totalitarizm giderek yakınlaştığı halde, hala toplum belleğinde yeterince yer bulamamış bir kavram. Yaşamımızda gerçeği ne kadar yok edersek o kadar yer açıyoruz ona.
Günümüzde yeniden üretilen bir yönetim biçimi totalitarizm; “otoriter demokrasi” de deniliyor. Görünüşte demokraside olması gereken tüm kurumlar var, ancak işleyiş biçimi farklı. Toplum katmanlarını da içine alıyor üstelik. İktidar odaklı, esasen iktidarın gereksinmelerini karşılayan talepler üreten sivil destek oluşumları, demokratik devletin katılım kanalları işlevini gören “sivil toplum”a tekabül ediyor. Toplumun genelinin kabul görmeyeceği kararların arkasına diziliyorlar.
Biçimsel demokrasiden otoriter ve/veya totaliter sisteme geçişin ille sert olması gerekmiyor. Farkındalık olsun/olmasın, var olan kurumlara bakarak, yaratılan sonuç üzerinden konuşulanlarla düşünme alışkanlığına düşerek, zaman içinde parçası haline getirilerek de geçiş yapılabilir.
Totaliter iktidar, iktidarı tekelleştiren bir parti etrafında şekillenir. Yaşamın tüm alanlarının kontrolünü elinde tutan ve tekil siyaseti yürüten ve sistemin tek özerk birimi haline gelen bu yapıya J. Rupnik; “çok biçimli parti” adını veriyor. Devlet örgütlenmesi ve toplumsal yaşamın tüm örgütlü biçimlerinin kullanılış tekelini iktidardaki partiye bağlayan ve denetleyen sıkı bir sistem.
Kolakowski, totaliter sistemin örülüşünde yalanın işlevinin önemine işaret eder ve iki temele dayandırır: Belleğin tahrip edilmesi ve totaliter dil. Öyle ki, C. Milosz; iktidarın silah namlusu ile fethedilebilmesine karşın, sürdürülmesinin dil sayesinde mümkün olabileceğinden söz eder. Sistematik olarak tarihsel belleği tahrip ve yeni bilgi akışının yönlendirilmesi ile gerçeklik ölçütünün ortadan kalkması durumu da, “kurumsallaşmış yalan” olarak tanımlanıyor. Gerçek, yöneticilerin gereksinimlerine göre değişiklik gösterdiğinden, yalanın gerçeği tedavülden kaldırmasına “totalitarizmin bilişsel zaferi” diyor Kolakowski; “bu noktada artık yalan söylemekle suçlanamamaktadır” diye ekliyor; “yeni bir medeniyet” olarak tanımladığı siyasal sistemin temellerini oluşturan ve sistematik olarak tarihsel belleği tahrip eden büyük Y’li bir yalandan söz ederken.
V. Havel’e göre; yalana inanmak gerekli değildir, inanmış gibi davranılmalı ya da en azından tahammül edilmeli, yalanı kullananlarla iyi geçinilmelidir. “Yaşamı yalanla birlikte ve yalanın içinden kabul etmek yeterlidir; sistem bu yolla olumlanır, anlam verilir, yaratılır…. ve kaynaşılır” diyor Havel. Bu noktada resmi propagandanın bilinçli destek alması ile sinik kayıtsızlıkla karşılanmasının anlamlı olmadığına da işaret ederek.
Belleğin silinmesi işlevinde yalanın bu silinme ile yerine yerleştirilecek ideolojinin kabullenilmesini sağlanması konusunda nihai sonuç olarak tüm toplumsal unsurların araçsallaştırılmasına işaret eden Mlynar; totaliter iktidarın kalıcılığının “bellek erozyonu” ile sağlandığını, “yeni” kavramı etrafında üretilen bir sürü lafın da “geçmişle kopuş” amacından kaynaklandığını söylüyor. Ona göre; “totalitarizmin başta gelen karakteristiği, toplumsal etkinliğin mümkün tüm alanlarındaki bağımsız eylem bağlamlarını sınırlamak konusundaki sürekli kapasitesidir”.
Totaliter istemin yapı taşlarını; karizmatik diye nitelenen bir lider, kitle terörü, sürekli tasfiye, ideolojik seferberlik gibi ölçütlerle tanımlayan Batılı siyaset bilimciler, bu kümelemeyi 1950’li yıllarda yaparken, 21. Yüzyılda demokrasinin boşaltılışının anlatımının da kolaylaştırıcısı olacaklarını bilemezlerdi. Mlynar; totaliter iktidarı “dinleme yerine konuşma gücü, öğrenmeden yapabilme yetisi” olarak tanımlıyor. Heller; “ortam mesajın kendisidir” göndermesi ile söylevin konusunun iktidarın kendisi olduğunu, “iktidar korunmalıdır” vurgusu ile her türlü tepkinin dışlandığını anlatır, tüm kelimelere siyasal nüans kazandıran “dilsel diktatörlük”ten söz ederken.
Sistem dönüşümünde direnç göstermesi gerekenlerin edilgenlikleri konusu, dönüşümün farkındalığına karşın sinik durma nedenleri üzerinde düşünürken, siyasal edilgenliğe alışmış bir yurttaşın, kendi demokratik sivil özgürlüklerini korumak için kolaylıkla seferber edilebileceğine inanmanın güçlüğüne vurgu yapan Heller’ın; ihtiyaçların yalnızca tüketime yönlendirilmesinin yurttaşları siyasal edilgenliğe sevk etmesi /edilgenliğe alıştırması ve tatmin edilmemiş ihtiyaçların doyumsuzluğu arttırdığı, bunun da biçimsel demokrasiyi kısıtlamak için içteki antidemokratik güçlere şans tanımaya yol açtığı savı değerlendirilmeli.
Direnç gösterenlere içkin anlamlı tanımlama Kundera’dan: “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, belleğin unutmaya karşı verdiği mücadeledir” diyor. Simecka’nın; “…insan onurunun ortaya konulması kadar, bütüncül bir bozulma ortamında kendini koruma ve savunma edimi…” ve tümüyle yöneticilerin insafına kalmış “unutkanlık rejimi” altında sınırlı da olsa kişinin belleğini korumaya yönelik girişimi, dediğini de bu çerçeveye ekleyebiliriz.
Totalitarizmin türlü biçimleri olduğu malum. Mlynar; özerkliğin kaybolduğu eşikten söz ederken, teorik model ile gerçekliğin analizi arasındaki mesafeye, “totaliter durumlar”, “totalitarizme yönelik temel bir eğilim” gibi başlıklar eklemiş. Deutsch; tüm öznelerin özerklik ve özyönetim kapasitelerini yitirdikleri aşamada toplumu, “yürüyen bir ceset”, “robot” olarak tanımlıyor.
İktidarların etki alanının genişletilmesi üzerine telkinlerin çoğaltılışına bakarak; demokrasi üzerine yapılan okumalardan “yeni totalitarizm”in kurumsallaşmasına dair okumalara geçiş, içinden geçtiğimiz sürecin de özeti gibi. İnsan özgürlükleri ve çoğaltılması üzerine konuşmalardan giderek uzaklaşırken, haksızlıklar üzerine daha çok konuşur buluyoruz kendimizi.
Konu ilginizi çektiyse; hala okumamış olanlar için George Orwell’ın “1984” adlı eseri ile yukarıda sayılan yazarların eserlerine atıfta bulunulan John Keane’nin “Sivil Toplum ve Devlet” adlı eserini önerelim. Gerçekten giderek uzaklaştırılışımızı J. Baudrillard; “Simülakrlar ve Simülasyon” adlı eserinde anlatıyor: Taklidin aslın yerine geçirilişi, anımsatmaktan çok unutturma işlevini gören medya adlı devasa boşluk ile anlam parçacıklarının içeriğinden nasıl boşaltıldığı ve kitlelerin iletişim araçlarına sarılarak modern kurban törenleri ritüellerini söz birliği etmişçesine yerine getirişlerini… Yukarıda sözü edilen “kurumsallaştırılmış yalan” burada; “gerçekmiş gibi yapmak” durumunda -mış gibi’nin gönderdiği bir gerçek kabul ile karşılaştırılabilir. Bir de E. Fromm’un “Özgürlükten Kaçış” adlı eserini önerelim.
21. yüzyılda, 20. yüzyıla kadar insan ve özgürlükler adına biriktirilenlerin boşaltılmasına tanıklık etmek bir yana, parçası haline getirildiğimiz görünür bir gerçek. “Gerçek nedir?” sorusunun atlandığı bir zeminde biriktirdiklerimizin korunamayacağı gibi!… Yüzyılın başlangıcı umut verici olmasa da, sonu için kötümserlik yerine, farkındalıklarla üretebileceklerimize yoğunlaşmalıyız.
Özgürlükler adına yeni/yeniden mücadele teması ön almak zorunda. Rejimin yeniden inşa sürecinde yıkıntılar arasına itilmeye çalışılan bellek kırıntılarını kurtarmaya başlamaktan söz ediyorum.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

TARİHİN İÇİNDEN PIRILTILI ZAFERLER VE KOMUTAN * BİR ALBAY, 15 GENERALE KARŞI * Çanakkale Zaferi ‘Mustafa Kemalsiz’ anlatılabilir mi?

Tayfun Çavuşoğlu – Gazeteci/ Yazar

Çanakkale Zaferi
‘Mustafa Kemalsiz’ anlatılabilir mi?


BİR ALBAY, 15 GENERALE KARŞI

1950’lerden buyana aralıksız devam eden kafa karıştırma operasyonlarının ne derece etkili olduğunu artık çok net gözlemliyoruz. Bir kez daha gördük ki, iktidarın koruması altındaki bazı siyasi/bürokratik kesimler Çanakkale Savaşı ile Mustafa Kemal adını yan yana anmamak için çok çok özel çaba harcıyor. Bunlara son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı önderlik ediyor -artık gelenek haline geldi- 18 Mart haftasındaki Cuma hutbesinde bu yıl da Mustafa Kemal’in adı anılmadı.
Çanakkale’den Mustafa Kemal’in adını silmeye, 18 Mart’taki zafer törenlerinde adını ısrarla gözden kaçırmaya çalışanlar, bu tavırlarına eskiden beri “törenlerin deniz zaferi ile ilgili olduğu” gerekçesini dayanak yapmaya çalışıyorlar.
Kastaş yayınevinden çıkan “Çanakkale 1915, Yalanlar-İftiralar-Polemikler” kitabının yazarı Tayfun Çavuşoğlu, Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale’deki rolünü şöyle anlatıyor:
18 Mart’taki deniz savaşı ile 24-25 Nisan’da başlayan kara savaşları zincirleme gelişmelerdir. Çanakkale Savaşı bir bütündür. 18 Mart’taki deniz savaşı öncesindeki 3 Kasım ve 19-25 Şubat bombardımanları da Çanakkale Savaşı’nın içindedir. Düşmanların tası tarağı toplayıp Gelibolu’dan kaçtığı gece de…
Üstelik 18 Mart Deniz Savaşı’nda, “Mustafa Kemal denizci değil, bu nedenle kesin orada değildir” zannedenlere, bunu böyle yazıp çizenlere kötü bir haberim var maalesef…
Aynı zamanda Eceabat (Maydos) Bölgesi Kuvvetleri Komutanı olan 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal, 18 Mart 1915’teki deniz savaşı sırasında tabii ki Gelibolu yarımadasındadır ve üstelik o gün itibarıyla bağlı bulunduğu Müstahkem Mevkii Komutanı Albay Cevat [Çobanlı] Bey’le birlikte, bölgesinde alınmış tedbirleri incelemektedir. Cevat Bey’in yokluğunda Müstahkem Mevkii Komutanlığını da Selahaddin Adil Bey yürütmektedir. İsteyen Cevat Bey’in, ikna olmak için yeterli bulmayan, Selahaddin Adil Bey’in anılarına bakar. 18 Mart günü, kim neredeymiş görür.
18 Mart 1915 savaşının adı deniz savaşıdır ama iki donanma arasında geçmez. Müttefik donanması, Boğazın iki yanındaki Türk topçusunu susturup Çanakkale Boğazı’ndan serbestçe geçip başkent İstanbul’a gitmek ister, hem topçu hem de mayınlar buna müsaade etmez. Düşman bakar ki, donanmanın denizden geçebilmesi mümkün olmuyor, tabyaları karadan ele geçirip (çünkü tabyalardan top atışı altında mayın temizliği imkânsızdır) Boğazı donanmaya açmak için kara harekâtına girişir. Deniz harekâtının da, aynı donanmanın sahile çıkan müttefik askerlerini bombardımanla desteklediği kara harekâtının da nihai amacı Çanakkale Boğazı’nı İstanbul’a doğru dümen tutacak müttefik filosuna açmaktır.
Bu nedenle o bölgedeki savaşı, deniz-kara diye birbirinden ayırmanın kendi içinde mantığı yoktur. Tek kalemde Çanakkale Savaşı ifadesi, tümünü içine alır.
18 Mart’ta sadece Deniz Savaşı mı anılıyor?
Çanakkale 1915, Mustafa Kemalsiz anlatılamaz… Her yıl 18 Mart’ta tören yapılmakla birlikte, organizasyonlar Çanakkale Zaferi adı altında deniz-kara savaşlarının tümü için düzenlenmekte, on binlerce aziz şehidimiz topluca anılmaktadır.
Hatırlayınız… Çanakkale Zaferi anmalarında hep 250 bin şehitten söz edilir… (Bu rakam toplam savaş kaybıdır… Sayısı 57.000’i biraz aşan Mehmetçik ve subay savaş meydanlarında şehit düşmüştür… Yaralılar, hastalıktan yaşamını kaybedenler, kaçaklar, esir düşenler… Genel toplam böylece 250 bine ulaşıyor)
Oysa 18 Mart Deniz Savaşı sırasında şehit düşen Osmanlı askeri sayısı sadece ve sadece 93’tür… Demek ki… Eğer 250 bin şehitten söz ediyorsanız…. Kasım 1914’ten Ocak 1916’ya kadar, Çanakkale Savaşları’nın tümünü ele alıyorsunuz demektir…
İşte tam da bu nedenle, Çanakkale 1915, Mustafa Kemalsiz anlatılamaz…
Adı zikredilmeksizin anlatılırsa eksik olur, yanlış olur, yalan olur, çok büyük haksızlık olur…
Mustafa Kemal’in savaşın başında yarbay olan rütbesinin 25 Nisan’da başlayan kara savaşlarının beşinci haftasında (haziran) albaylığa yükseltildiğini ve 1 Haziran’dan itibaren yaklaşık 7,5 ay daha sürecek savaşın sonuna kadar birliklerini kurmay albay rütbesiyle yönettiğini ısrarla görmezden gelme gayretine girenlerin adını (mecburen) anmak zorunda kaldıklarında da hep “Yarbay Mustafa Kemal” ifadesini ön plana aldıklarına dikkatinizi çekerim… Çünkü bu ifadeye de (düşük rütbeli bir subaydı diye) gizli bir anlam yüklemeye çalışırlar.
Halbuki gözden kaçırdıkları detaylar var.
Osmanlı’nın son döneminde (sürekli savaşlar ve rütbeleri düzenleyen kanun nedeniyle) yüksek rütbeli subay sayısı azaldığından, askeri rütbeler ve o rütbelere karşılık gelen askeri kuvvetlerin büyüklüğü bugünkünden oldukça farklıydı.
Örneğin Osmanlı ordusunda orgenerallik yoktu. Generallerin rütbe sıralaması, mirliva (tuğgeneral), ferik (tümgeneral), 1. ferik (korgeneral) ve müşir (mareşal) olarak sıralanıyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bugünkü çağdaş yapısında ise ordu komutanlığı için orgeneral, kolordu komutanlığı için korgeneral, tümen komutanlığı için tümgeneral, tugay komutanlığı için tuğgeneral rütbesinde olmak esastır.
Bugün TSK’da albaylar alay komutanı, yarbay veya binbaşılar ise tabur komutanıdır. Bölüklere de yüzbaşı veya üsteğmenler komuta eder. Gelibolu yarımadasına çıkan İngiliz-Anzak ve Fransız birliklerinde daha 1915’te rütbe-birlik düzeni, aynen bugünkü TSK gibidir. Dolayısıyla Ağustos 1915 itibarıyla Çanakkale’deki müttefik birliklerine baktığımızda, kolordu komutanlarının korgeneral, tümen komutanlarının tümgeneral, tugay komutanlarının tuğgeneral olduğunu görürüz. Daha alt rütbelerde de komuta düzeni bugünküyle neredeyse aynıdır.
Osmanlı’nın ordu düzenine gelince..
O yıllarda uygulanan Rütbelerin İndirilmesi Kanunu (Tasfiye-i Rütep), yaşlı paşaların orduyla ilişiğinin kesilmesi ve savaş kayıplarının da etkisiyle durum farklı… 1915’te Çanakkale’deki Türk ordusunda yüzbaşı ve binbaşılar genellikle tabur komutanı olarak karşımıza çıkar ama bazen alay komutanı binbaşılara da rastlarız. Alaylara genellikle yarbaylar komuta eder, yapılaşmada tugaya ender rastlanır, tümen komutanlıklarını da yarbay ve albaylar yürütür. Kurmay albay ve tuğgeneraller (mirliva) ise kolordu komutanı olarak karşımıza çıkar. Çanakkale’de tuğgeneral, tümgeneral ve mareşal (müşir) rütbesinde paşalar, ordu komutanı olarak görev yapmıştır.
Tam 15 General, Bir Kurmay Albaya Karşı…
Şimdi gelelim asıl can alıcı bilgiye… Müttefiklerin Akdeniz Sefer Kuvveti Başkomutanı Ian Hamilton ve Genel Karargâh Kurmay Başkanı General Sir Walter Pipon Braithwaite Ağustos 1915’teki Suvla çıkarması ve müttefik taarruz harekatını da baştan sona takip etmiş, yer yer müdahalelerde de bulunarak etkili olmaya çalışmışlardır.
Anafartalar Grubu’nu oluşturan 3 kolorduya yani bir ordu düzeyindeki birliklere komuta eden Mustafa Kemal’in rütbesi kurmay albaydır ama örneğin 9-10 Ağustos’ta Conkbayırı ve Anafartalar’da Mustafa Kemal’in karşısına çıkan düşman kuvvetlerinde General Ian Hamilton ve Braitwait’e ilave olarak 13 general daha sahada bulunmaktadır.
İngilizlerin 6 Ağustos’taki Suvla çıkarmasıyla başlayan 7-8 Ağustos’taki çatışmaları, Anafartalar Grubu’nun yeni çıkanlar ile mevcuttaki Anzak ve İngiliz birliklerine karşı giriştiği 9-10 Ağustos’taki efsane taarruzların detaylarını, birliklerin harekat düzeni ve konumları incelendiğinde çok çarpıcı bir tablo ortaya çıkıyor.
İşte İsim isim, İngiliz generallerin listesi
Anafartalar Grubu Komutanı Albay Mustafa Kemal’in emrindeki birliklerin perişan ettiği İngiliz, Anzak ve Hint birliklerinin komuta kademesindeki generaller, görev yerleri ve rütbeleriyle şöyle:
9. Kolordu Komutanı Korgeneral Frederick Stopfort, Anzak Kolordusu Komutanı General Birdwood, Yeni Zelanda ve Avustralya Tümeni Komutanı Tümgeneral Alexander Godley, Hint Tugayı Komutanı Tümgeneral Herbert Vaughn Cox, 10. Tümen Komutanı General Bryan Mahon, 11. Tümen Komutanı Tümgeneral Frederick Hammersley, 9. Tugay Komutanı Tuğgeneral Frederick Shaw, 29. Tugay Komutanı Tuğgeneral R. J. Cooper, 38. Tugay Komutanı Tuğgeneral Anthony Hugh Baldwin, 39. Tugay Komutanı General Sir Walter de Sausmarez Cayley, 53. Tümen Komutanı Tümgeneral John Lindley, Avustralya 4. Tugay Komutanı Tuğgeneral John Monash, Yeni Zelanda Tugayı Komutanı Tuğgeneral Francis Earl Johnston.
General Baldvin öldü, Cooper ağır yaralandı Üstelik listesini verdiğimiz müttefik generalleri karargah subayı değil, hepsi komutan. İngiliz-Anzak kolordu ve tümen karargahlarında kurmay subay olarak bulunan generalleri de saysak bu liste daha da kabarık olacaktı.
38. Tugay Komutanı General A.H.Baldwin Adını verdiğimiz tüm İngiliz-Anzak generallerin 6-10 Ağustos 1915’teki faaliyetleri ortada, hepsi sahada ve fiilen savaşın içinde…
Albay Mustafa Kemal’in yönettiği 10 Ağustos Türk taarruzu sırasında başından vurulan Tuğgeneral Anthony H. Baldwin ve bütün kurmayları ölmüş, Tuğgeneral R. J. Cooper ise ağır yaralanmıştır.
Bu savaşların şerefi direkt Mustafa Kemal’e yazılıyor çünkü savaşlar onu fiilen yöneten komutanın adıyla tarihe geçiyor. Turgut Özakman’ın da işaret ettiği gibi, örneğin Kut’ül Amare zaferi savaşı fiilen yönettiği için Halil Kut Paşa’ya yazılmıştır. O savaş sırasında Başkomutanvekili Enver Paşa’ydı deyip, Kut-ül Amare’yi Enver Paşa’ya yazmayı öneren-düşünen-yazan-çizen yok. Ama iş Mustafa Kemal’e gelince, bazı kalembazlar bu kuralı hemen değiştiriyor. Anafartalar’daki savaşları fiilen yöneten Albay Mustafa Kemal olmasına karşın, zaferlerin şerefini V. Ordu Komutanı Liman von Sanders’e, Enver Paşa’ya ve hatta Padişah Mehmet Reşat’a yazmaya kalkışıyorlar. Oysa taarruzu planlayan-uygulayan Mustafa Kemal’den başkası değil.
Liman Paşa, 9 Ağustos’ta elde edilen başarıyı kutlamak için Anafartalar Grubu karargahına gidiyor, sabah yapılacak 10 Ağustos taarruzunda yine ateş hattına girmemesi için Mustafa Kemal’i ikna etmeye çalışıyor.
Mustafa Kemal ile ilgili yalan-yanlış bilgi ve iftira üretenlere, bu durumu nasıl yorumladıklarını sormak gerekmez mi? Madem Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rütbesi de, savaştaki rolü de pek önemsizdi, karşısında 15 general birden bulunmasına karşın, Anafartalar’da, Conkayırı’nda üst üste kazandığı zaferleri nasıl izah edeceksiniz?
Bizim bazı yazarların “yarbay” küçümsemesinin altında, işte bu hesap bilmezlik, kadir-kıymet tanımazlık yatar.
Albay Mustafa Kemal ‘in emrinde kaç tümen vardı
Bir kez daha dikkatinize sunuyorum: Yarbay Mustafa Kemal’in ilk görevi 19. Tümen komutanlığıdır. Emri altındaki birlik tümen olduğundan, kullandığı yetki aslında tümgeneralliğe eşittir. 1 Haziran 1915’te albaylığa yükselmiş, tümen komutanlığı görevi de 1915 ağustos başına dek aralıksız devam etmiştir. Mustafa Kemal ‘albay’ rütbesiyle Anafartalar Grup Komutanı olduğunda, fiilen orgeneral yetkisi kullanmıştır. Grup Komutanı olarak Anafartalar-Conkbayırı savaşlarında Gelibolu Yarımadası’ndaki Türk birliklerinden oluşan Osmanlı 5. Ordusu’nun yarısından fazlasına (toplam 18 tümenden 10’una, yani 3 kolorduya) komuta etmiştir. Grup Komutanlığı görevi cepheden ayrılana kadar 4 ay daha devam etmiştir.
Çanakkale cephesinde böylesine büyük bir askeri birliğe Liman von Sanders’ten sonra en uzun süre komuta eden subay, Kurmay Albay Mustafa Kemal’dir.
Osmanlı’nın o dönemdeki kuvvet-komuta düzenini incelemeyenler, Mustafa Kemal’i küçümsemek amacıyla “yarbay” rütbesini öne sürüyorlar.
Çünkü aktardığımız bu detaylar gözden kaçtığında yanılgı dolu yorumlar üretmek kaçınılmaz oluyor… Çaresi yok… Yalan-yanlış-uydurma tarihe karşı, gerçekleri anlatmaya devam edeceğiz… Gerçekleri anlatabilmek için hep beraber çaba harcayacağız. Unutmayalım… Okur desteği ve güveni, paha biçilmez bir hazinedir…
İZLEYİNİZ; Link:  https://youtu.be/QDSz6kTgITo

Posted in Uncategorized | Leave a comment

Ne dinimizi ne ana dilimizi koruyabildik

Ne dinimizi ne ana dilimizi koruyabildik

Erdoğan Özgenç – 16 Mart 2024

Anlatmaktan…
Yazmaktan…
Belgelendirmekten usandık…
Bu millet cahil,
Mahil değil,
cin gibi…
Okuyor…
Anlıyor ama anlamazdan geliyor…
Din gibi kutsal bir duygunun,
bu rantçı, çıkarcı, Baskıcı,
Dayatmacı siyasetçilerin elinde
malzeme olmaması gerekir diyoruz…
Kendimizi paralıyoruz…
Dinimiz istismar ediliyor…
Korumak…
Özünü muhafaza etmesini sağlamak zorundayız…
En basit dille tarif ediyoruz…
Diyelim ki en değerli eşyalarınızı
nasıl özenle saklarsanız,
Öyle…
Sevdiğiniz bir gömleği
nasıl ortalıkta bırakmazsanız,
Öyle…
Takılarınıza…
Gümüşlerinize, altınlarınıza
nasıl özen gösterirseniz,
Öyle…
Anlamı olan bir çini vazoyu, tabağı kaşığı
vs nasıl cam vitrinlerde gözünüz gibi koruyorsanız,
Öyle…
O zaman!..
En değerli zenginliğimiz dinimizin istismar edilmesine,
Özellikle de dinimizin kirli-paslı
siyaset meydanlarında kullanılmasına
izin vermememiz gerekir…
Niye korumaktan imtina eder, keyfi bir şekilde,
Kullanılmasına izin veririz ki?
Dinini iyi anlamayan…
Ana dilini iyi kullanmayan toplumların,
İnancı ve vatanseverliği sorgulanmalıdır…
Ne yazık ki ne dinimizi koruyabildik
ne ana dilimizi…
Umarım UTANIRIZ…
Posted in Uncategorized | Leave a comment

KISSADAN HİSSE * NUR YÜZLÜ ADAM

Nur yüzlü, uzun beyaz sakallı, cübbeli ihtiyar bir adam şeyh edasıyle kuyumcuya girdi. Kuyumcu saygıyla karşıladı. İhtiyar dedi ki: –Ben senin sevabınım..!
Kuyumcu güldü ve alaycı bir şekilde: “Pırıl pırıl bir yüzün olduğu doğru, ama bir sevabın böyle görüneceğini hiç düşünmemiştim!” Bu sırada genç bir çift dükkana girerek yüzük istediler.
Kuyumcu siparişi hazırlarken oturmalarını söyledi. Genç hanım gidip yaşlı şeyhin kucağına oturdu.. Kuyumcu şaşırdı ve kadına sordu: “Neden şeyhin kucağına oturdunuz?”
Genç hanım şaşkınlıkla: –“Hangi şeyh?.  İyi misiniz siz? Neden bahsediyorsunuz? Burada kimse yok ki. Bize bu siparişimizi verecek misiniz, vermeyecek misiniz?”
Şaşıran ve utanan kuyumcu genç çiftin yüzüklerini vererek parayı aldı ve genç çift dükkandan ayrıldı. Şeyh kuyumcuya dönerek şöyle dedi: -Beni senden başka kimse göremez ve bu ancak vicdanlı, namuslu ve iyi insanlar için mümkündür.
O arada başka bir erkek ve kadın kuyumcuya girdi ve aynı hikaye tekrarlandı. Kuyumcu derin bir şaşkınlık yaşıyordu.
Şeyh kuyumcuya –Ben senden bir şey istemiyorum! Rızkınızı artırmak için bu mendili koklayarak yüzünüze sürün.”. Kuyumcu mendili kutsal ve ruhani bir tavırla aldı, kokladı ve bayılarak yere yığıldı.
Şeyh ve arkadaşları bütün para ve altınları alarak kaçtılar. 4 yıl sonra Şeyh kılıklı bu adam, 2 hırsız sözde çift hırsız, 2 polis gözetiminde dükkâna girdiler.. Kuyumcu hem şaşırdı hem de sevindi. Sahtekâr hırsızlar yakalanmıştı!!!
Polis memuru, Şeyh ve kuyumcuya soygun olayının nasıl gerçekleştiğini sordu. Kuyumcu ve hırsızlar sırayla hikâyeyi anlattılar. Polis memuru “Olanları uygulamalı ve de aynen tekrarlamalısınız” dedi ve zabıt tutmaya başladı. Şeyh ilk günde olduğu gibi mendili kuyumcuya verdi ve kuyumcu  mendili ilk kez yaptığı gibi koklayıp ovuşturdu ve yine anında bayılıp yere düştü. Polisler ve hırsız şeyh birbirlerine bakarak güldüler .. Şeyh, sahte polisler ve arkadaşları dükkânı tekrar soydular…

Sonuç ; Her 4 yılda bir seçimler tekrarlanıyor ve biz millet olarak şeyh kılıklı soyguncular ve  polis görünümlüler tarafından aynı hikayelerle kandırılarak sürekli olarak soyuluyoruz. Ve hiç de akıllanmıyoruz..
Seçimler yaklaşırken altınlarınıza dikkat edin lütfen.
Sağlıcakla ve uyanık kalın..

YORUM
Bu hikaye gerçekten Türkiye’deki seçimler için pek uygundur. Çünkü 2003 te 18 TL olan bir gram altın bugün (20 Mart 2024 ) tarihinde 2224 TL dir. Bu hızlı yükseliş Türkiye’nin hızlı çöküşünü yansıtır. O tarihten bu yana yapılan tüm seçimlerde seçim gününden sonra daha iyi yaşamlar vaat edilmiştir. Ama açık bütçeler nedeniyle Türk milleti her geçen gün daha gerilere gidip fakirleşerek yaşamaktadır.
Emperyalizm denilen şey aslında Kuvayı milliye dilinde yani Türkçemizdeki karşılığı Harici bedhahlardır. Onlar açık bütçeler yaptırarak ne yaptıklarını biliyorlar. Programlarını sürdürüyorlar. 30 Ekim 1923 ten beri ayni program uygulanıyor. Bu program Türkiye Cumhuriyetini yıkma programıdır.
İsmet İnönü’nün deyimi ile söylersek:
“Bütçe açığı, bir milleti, rutubetin bir binayı çökertmesi gibi yok eder” İnönü’nün dediği maalesef gerçekleşmiştir Rutubetin bir binayı çökertmesi gibi Türk milleti yok olmuştur.
Op. Dr. Aytekin Ertuğrul
Türk milletinin bir ferdi
Posted in Uncategorized | Leave a comment

YOLSUZLUKLARIN PADİŞAHLARI * Nedir mal varlığın! Nerden buldun onu! Nasıl yaptın serveti!

Nedir mal varlığın!
Nerden buldun onu!
Nasıl yaptın serveti!

SÖZCÜ – Necati Doğru – 15 Mart 2024

Sandığa gitmeye iki hafta kala; para sayma makinesi başında CHP’li siyaset adamları görüntüleri ortaya çıkınca doğru mudur, çamur mudur? Deste deste paraların, para sayma makinasına sokulduğu bilgisi basına, halka, adalete, savcıya neden bu kadar geç açıklandı?
Niçin beklendi?
Niçin o gün değil?
Neden şimdi?
Neyzen Tevfik adlı şairimiz vardı. Politikacı ile kaynağı belli olmayan mal birikiminin bir araya geldiği durumları “sorgulayan şiirini” yazıp bize miras bıraktı.
Kime sordumsa seni
Doğru cevap vermedi;
Kimi alçak,
Kimi hırsız,
Kimi deyyus dedi.
Künyeni almak için,
Partiye ettim telefon:
Bizdeki kayda göre,
Şimdi o mebus dedi.
Mebus yani milletvekili, politikacı, belediye başkanı, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı; onların hepsi politikacı.
Harun geliyorlar.
Karun oluyorlar.
Yapışıyorlar koltuğa.
Sülükleşiyorlar.
Politika zengin olma, kendi zenginini yaratma;
“kamu parasını yeme ve yedirme mesleğine” dönüştü.
Nedir mal varlığın!
Nerden buldun onu!
Nasıl zenginleştin?
Milyonlarca insanın arayıp, arayıp da bulamadığını siz mebus, milletvekili, cumhurbaşkanı, bakan, belediye başkanı, partiye kalemini satmış gazeteci, partinin yandaşı işadamı, parti başkanının el etek öpücü bürokratı olarak hangi temiz alın teri beceriyi gösterdiniz de bu kadar mal birikimi serveti kazandınız?
Sorulmuyor.
Sorulamıyor.
Yasaklandı.
AKP iktidara gelmeden önce yasada maddesi vardı, soruluyordu. Tayyip Erdoğan seçilip Başbakan olmadan önce “herkese ve de politikacılara da nereden buldun sorgulaması” yapılıyordu. Bu sorgulamayı yapacak Maliye Teftiş Kurulu, Hesap Uzmanları Kurulu, Sayıştay’ın “Düzenlilik Denetimi Görevi” vardı. Gelir Vergisi Kanunu içinde “gelirinin kaynağını açıklama mecburiyeti” bulunan bir madde vardı. 22 yıl içinde siz milletvekili, siz belediye başkanı, siz bakan, siz başbakan, siz cumhurbaşkanı, siz yandaş ya da fondaş gazeteci, siz işadamı; “Villa yaptırmışsın, bankada büyük paran var, çok lüks hayatın var, oğlun kızın vakıf kurmuş, bunları nasıl kazandın?” diye soruluyordu.
Şimdi sorulamıyor.
Yasadan çıkarıldı.
Övünmek ayıptır. Övünmek için söylemiyorum. CHP Ankara, İstanbul, Adana, Mersin belediyelerini kazanınca ben bu köşede; yeni belediye başkanlarına seslenen bir yazı yazmış ve ‘Çalıyorlar ama çalışıyorlar belediyeciliğinden’ kurtulup ‘Çalmıyorlar. Çaldırmıyorlar. Çalışıyorlar belediyeciliğine’ geçtiğinizi halka göstermeniz gerekir önerisinde bulunmuştum. Anakara Büyük Şehir Belediye Başkanı, Mansur Yavaş da bu yazı üzerine beni telefonla aradı; “ben sizin yazınızdaki hedefi gerçekleştireceğim” demişti. Mansur Yavaş, üç hafta önce “ben çalmadım çalıştım” diyerek mal varlığını açıkladı. Diğer adayların da mal varlığını açıklamasını önerdi. Arkasından İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da mal varlığını açıkladı.
AKP’li belediye başkanı adaylar da mal varlıklarını,
birikmiş servetleri varsa tamamını açıklasınlar diye bekledim.
Açıklamadılar.
Açıklasalardı bu kez ben “mal varlıklarınızı öğrendik, şimdi bunları nasıl kazandığınızı açıklayın.
Bu servetlerinizin birikiminde siyasi gücünüzün payı var mı yok mu onu da görelim, bilelim, kıyaslayalım” diye yazacaktım.
Siyaset çürüdü.
Ülkeyi de çürüttü.
Temiz Türkiye!
İstiyoruz.

22 yılın politikacı tarihi: 4 koldan soygun

1- Devletin arazisi, arsası, firması, limanı, köprüsü özelleştirilirken “al- devret modeli” uygulanıyor. Göstermelik birinci alıcı, devlet malını ihalesiz, rekabetsiz, yarışmasız, düşük fiyata sahipleniyor. İsmi önceden belirli asıl alıcıya devrediyor. Devir bitince fark “ahlaksız siyasetçi- ahlaksız bürokrat- ahlaksız iş adamı arasında” paylaşılıyor.
2- Hazine’ye girmesi gereken vergi gelirleri “vücut çalımı atılarak” iktidara yakın vakıf ve derneklere yönlendiriliyor. Hasılat yine ahlaksız siyasetçi- ahlaksız bürokrat- ahlaksız iş adamı arasında bölüşülüyor.
3- Devletin ve belediyelerin büyük çaplı ihaleleri, iktidar yanlısı belli firmalara veriliyor, proje değişikliği, şartname değişikliği ile maliyet şişirilip yine ahlaksız siyasetçi- ahlaksız bürokrat- ahlaksız iş adamı arasında bölüşülüyor.
4- Devletin hizmet ve mal alımları da yine belli firmalara veriliyor ve “üçlü kirli- kara- tiksindirici- sefil- ahlaksız bölüşme” gerçekleşiyor.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

KURAN’IN ORİJİNALİ NEDEN YOKTUR?

KURAN’IN ORİJİNALİ NEDEN YOKTUR?

Oraj Poyraz – 14 Mart 2024

Kur’an gökten kitap şeklinde inmemiştir. Muhammed’in eline iki kapak arasında verilmemiştir. Bugün bildiğimiz Kur’an kitabını Muhammed GÖRMEMİŞTİR bile!!

► Sözde ayetler, hafızlar tarafından ezberlenmiş, yaprak, tahta ve deri parçaları üzerine yazılıp, sandık ve depolarda saklanmıştır. (Halbuki o dönemde kağıt vardır.) Muhammed ayetlerin toplanıp kitaplaşmasını istememiştir. Vasiyet de etmemiştir! Allah da Muhammed’e, sözde indirdiği sözlerin, kitap haline getirmesine dair bir ayet indirmemiştir. Kur’an’da da böyle bir ayet yoktur! Allah ve peygamberi, Kur’an’ın kitaplaşmasını istemediler mi yoksa düşünemediler mi? İsteselerdi bunu açıkça ayetle sabit kılarlardı.
► Ayrıca Tevrat ve İncil’de de kitaplaşmasına dair bir ayet yoktur. Ama hem Tevrat’ta hem de İncil’de korunacağına dair ayet vardır.
Kur’an, 22 yıl 3 ayda, Muhammed’in ihtiyaç hissettiği ve indiğine ASLA kimsenin şahit olmadığı zamanlarda, Muhammed’in menfaati ve şartları doğrultusunda, zaman zaman ağzından çıkan KİŞİSEL VE TARİHSEL sözlerdir.
► Ebu Bekir, işte bu sözde ayetleri, Muhammed Haziran 632’de öldükten altı ay sonra, Aralık 632’de Yemame savaşı ve öncesinde, hafız ve sahabelerin 500 ila 700 kadarının öldürülmesi ve Ömer’in teklifi üzerine ilk kez Mushaf halinde toplattırdı. Ömer, Ebu Bekir’e fikrini söylediğinde, Ebu Bekir “Peygamberin bile yapmadığı bir işi ben nasıl yaparım?” demiştir. Ancak Ömer’in baskısı ile ayetlerin toplanması aşamasına geçilmiştir.
► Ömer Ağustos 634’de halife olduğunda, Ebu Bekir’in toplattığı mushafları yaktırdı! Ömer, Zeyd ibn-i Said ve otuz kadar ilk nesil hafızdan oluşan ekip, ayetleri kendilerine göre yeniden derleyip toplayıp, düzenleyip 640-642’de mushaf haline getirdiler. Yani Muhammed öldükten en az 8-10 yıl sonra.
► Osman da Ömer’in derleyip toplattığı bu mushafları yaktı, yok etti! Yine Zeyd ibn-i Said ve otuz kadar ikinci nesil hafız ayetleri yeniden kendilerine göre mushaf haline getirdiler. 654 yılında, Muhammed’in ölümünden 22 yıl sonra bu mushafı üç suret halinde Kur’an olarak yazdılar. Bu arada Osman, Ayşe’deki orijinal, ilk derlenen Kur’an’ı iptal etmiş, bazı ayetleri Kur’an’a dahil etmemiştir! Emevi halifesi Mervan Muhammed’in dul eşi Hafsa’ya emanet edilmiş olan özgün Kur’an metnini yakıp ortadan kaldırmıştı. Bu son Kur’anların yok edilmesi Mervan’ın oğlu Abdülmelik’e Kur’an’da istediği değişiklikleri yapmak fırsatı verdi.
► Emeviler 661 de iktidarı ele alınca, bu kez de Muaviye, Osman’ın yazdırdığı Kur’anları toplatıp yaktırdı!. Hatta Sıffın savaşında, Kur’an yapraklarını, savaşçıların mızraklarının uçlarına taktırıp kullandı.
Emevi halifesi Yezit, 684’de ve Haccac 693’de Kabe’ye iki defa ordu gönderip, Kabe’yi mancınıklarla yakıp yıktılar.
Bu arada Osman döneminden kalan, son ayetleri ve Kur’anları da yaktılar, yok ettiler. 120 yıl boyunca İslam, Kur’ansız olarak 3 ve 4ncü nesil üç beş hafızın bildikleri kadarı ile yaşandı.

Kur’an’ın farklı versiyonlarından zıtlıkları kaldırmak bahanesi ile sesli harfler ile fonetik işaretler sokularak, HACCAC bizzat metinlere eklemeler ve önemli değiştirmeler yaptırdı. Ebubekir, Ömer ve Osman’ın, Kur’an’ın metinlerinde yaptıkları değişiklikler, kişisel ya da kuramsal nedenlerdendi.
Emeviler tarafından yapılan değiştirmeler ise siyasal, hanedanlık ve sömürgeci yayılmacılık nedeniyledir. Kur’an’daki değişiklikler, İslam inancına daha farklı bir hüviyet vermek, özel olarak Arap yazısını desteklemek, Arap milliyetçiliğini korumaya almak ve Arabizm/Arapçılık eğilimlerini desteklemek için gerekli görüldü. Böylece Arap halkının dinsel ve kültürel egemenliğini tam yerleştirmek, İslam’ı, Hristiyan ve Museviliğe üstün tutup farklı seçkin bir din olarak sunmak amacıyla Kur’an’ı bu değişiklikler için araç yaptılar.”
► Abbasiler 750 yılında iktidara geldiler. Abbasilerin kurucusu Ebu’el Abbas Seffah, 753 yılında önceki yazılı kaynaklar olmadan, ayetleri, 3 ve 4ncü nesil 20 hafızın ezberine dayanarak mushaf haline getirdi. İşte o Mushaflar, bugünkü Kur’an’ın taslağını oluşturdu!
Beşinci Abbasi halifesi Harun Reşit, Kur’an’ı yeniden yazmak için bir ekip hazırladı. Bir süre Mushaf üzerinde çalıştılar. 788 yılında taslaktaki sure ve ayetleri 5 ve 6’ncı nesil, hafız ezberine dayanarak yeniden kendilerine göre sıraladılar.
793’DEN İTİBAREN BU GÜNKÜ KUR’AN’I YAZIP ÇOĞALTTILAR. Bu nüshalar Mekke, Medine, Mısır, Şam, Yemen, Cezayir, İran ve Türkmenistan bölgelerine gönderildi. Bu Kur’anların orijinalleri yeryüzünde YOKTUR!
802 yılında yazıldığı söylenen Kur’an Özbekistan-Taşkent müzesindedir.
Topkapı Sarayındaki Osman’ın Kur’an’ı dedikleri, 1650 yılı yazımıdır! Yani orijinal değildir!
MUHAMMED 632 yılında ÖLDÜ. BUGÜN KULLANILAN KUR’AN İSE 793 DE KİTAPLAŞTIRILDI.
► ARADAN GEÇEN 161 YILDA NELER YAŞANDI, NELER OLDU?
BEŞ KEZ YAKILDI, ALTI KEZ YENİDEN YAZILDI!
ALTI NESİL SONRA HAFIZLARIN EZBERİNE, EMEVİ VE ABBASİ HALİFELERİNİN İSTEĞİNE GÖRE SİYASİ VE TOPLUM DİZAYNI İÇİN YAZILAN KİTAP İÇİN SEN KALK “KUR’AN BOZULMADI” DE!
BUNA DA İNANMAMIZI BEKLE!
Dün ne yediğini hatırlamayanların; Muhammed’in ilk sözlerini de hesaba katarsak, 183 yıl sonra ne söylendiğini, aynı kelime ve anlam ile ekleyip çıkarmadan, altı nesil sonra hatırlamaları ve aktarmaları mümkün müdür?
İnsanların bu sözleri aktarırken nefsinin, mantığının, kişisel düşüncelerinin ayetlere karışmadığını söylemek mümkün müdür?
Aynı zaman ve kişi silsileden gelen hadisler için “zamana, akla, vicdana, bilime, aykırı ve bozulmuş” diyeceksiniz ama beş kez yakılan yok edilen, altı nesil, 183 yıl sonra yeniden yazılan Kur’an için bozulmamış diyeceksiniz öyle mi?
► Hadis dedikleriniz de Muhammed’in ölümünden 180-250 yıl sonra kaleme alınmıştır.
Günümüzde de İslam dünyasında 30 farklı Kur’an vardır. Bunların 6 tanesi farklı İslam coğrafyalarında kullanılmaktadır. Kur’an halen günümüzde sürekli değiştirilmekte, tahrif edilmektedir!
Ocak 2020’de Suudi Arabistan fetva heyeti Kur’an’daki 300 ayeti günümüze uyarlamış ve değiştirmiş, bunu da resmen açıklamıştır!!
► Ülkemizde hem de bizzat Diyanet eli ile, müfessirler eli ile Kur’an değiştirilmektedir. Nasıl mı? Tercümelerdeki parantez içi kelimelere bakınız. Bu kelimelerin hiçbiri Kur’an’da yer almaz, bu kelimeler müfessirlerin eklemeleridir.
Sanki Allah derdini anlatamamış da kulları, “Allah öyle değil böyle demek istedi” diye Allah’ı düzeltiyorlar. Hem meal hem de tefsirlerde; ayetlerde yer almayan kelime ve anlamlar kullanılır! Kullanılan bu kelime ve anlamlar Arapçasında yer almaz.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

TARİHİN İÇİNDEN * Mustafa Kemal’in 19. Tümen Komutanlığı’na atanması

Mustafa Kemal’in 19. Tümen Komutanlığı’na atanması

CUMHURİYET – Doç. Dr. Hüner Tuncer – 20 Mart 2024 Çarşamba

Çanakkale Kara Savaşlarında büyük bir kahramanlıkla çarpışan Mustafa Kemal’in, 19. Tümen Komutanlığı’na nasıl atanmış olduğunu kendi ağzından dinleyelim.

Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında Sofya’da yaşamış olduğu acı günlere ilişkin anılarını Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatmaktadır:


“Ben, Kaymakam Mustafa Kemal, Sofya’da ataşemiliter olarak bulunuyordum. (Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşeyken 28 Temmuz 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı.) Harp çıktı. Alman Askeri Islahat Heyeti Başkanı Liman von Sanders’in Çanakkale’yi savunacak ordunun başına geçtiğini henüz bilmiyordum. Osmanlı ordusunda hemen seferberlik yapılması bile düşünülecek bir sorun iken devletin Karadeniz’de hâlâ bugün bile nasıl geçmiş olduğunu öğrenemediğim bir olay üzerine harbe girmiş olmasından şikâyetçiydim. Bu şikâyetlerim o vakit ne kadar manasız sayılmıştı. Çünkü ben, yalnız şikâyetçi olduğumu söylemiyordum; ‘Almanlarla beraber olanlar yenileceklerdir’ diyordum. Bu sözlerim ise gerçekten çok elverişsiz bir zamana rastlıyordu. Çünkü Alman kuvvetleri dev adımlarla Paris üzerine yürümekteydi. Türkiye’yi bilerek veya bilmeyerek aldatmak için, çenelerini işletenlerin doğru bir iş yapmak neşesiyle sarhoş oldukları günlerde, bir Sofya ataşemiliteri çıkmıştır, İstanbul’da bazı kimselere sayfalar dolusu tenkitler yapmakta, yanlış bir iş yapıldığını söylemektedir, bu adam delinin biri değildir de nedir?…
Bütün memleketin bence açık bir felakete atılmış olduğunu gördükten ve bütün Türk ordusunun bu felaketi her ne pahasına önlemek için kanını dökmeye hazırlanmasından başka çare kalmadığını anladıktan sonra, benim hâlâ Sofya’da kordiplomatik (diplomatik heyet) içinde rahat salon hayatı geçirmekliğime imkân olabilir miydi?.. Başkumandanlık vekilliğine başvurdum. Ordu içinde rütbeme uygun herhangi bir görev istedim. Başkumandan vekilinden (Enver Paşa) şu cevap geldi: ‘Sizin için orduda daima bir görev vardır. Fakat Sofya ataşemiliterliğinde kalmanız çok önemli sayıldığı içindir ki sizi orada bırakıyoruz.’ Ben (Mustafa Kemal), cevap verdim:
‘Vatanımın savunması ile ilgili fiili görevlerden daha önemli bir görev olamaz. Arkadaşlarım savaş meydanlarında, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ataşemiliterlik yapamam. Eğer birinci sınıf subay olmak değerinde değilsem, inancınız bu ise lütfen açık söyleyin.’ …
Uzun süre cevap gelmedi. O günlerde neler çektiğimi anlatamam. Gerekirse bir er gibi herhangi bir cepheye katılmaya karar vermiştim… Daha sonra harbiye nazırı vekilinden 19. Tümen Kumandanlığı’na tayin olduğumu bildiren bir telgraf aldım.”
19. tümenin nerede olduğunu araştırmak için İstanbul’daki 1. Ordu Karargâhı’na giden Mustafa Kemal’i, Ordu Kurmay Başkanı Yarbay Kâzım (İnanç), 26 Ocak 1915 günü komutanı Mareşal Liman von Sanders ile tanıştırdı. O ilk buluşmada von Sanders, Mustafa Kemal’e Bulgarların niçin savaşa girmediklerini sormuş; Mustafa Kemal de şu yanıtı vermişti: “Benim anladığıma göre Bulgarlar, iki ihtimalden biri gerçekleşmedikçe savaşa girmezler. Bunlardan biri, Alman ordusunun başarıya ulaşacağına inandıracak açık kanıt görmedikçe; ikincisi ise savaş eylemleri kendi topraklarına değmedikçe…” Bunun üzerine von Sanders, Mustafa Kemal’e, “Bulgarlar hâlâ Alman ordusunun başarısına güvenemiyorlar mı” sorusunu yöneltmiş ve Mustafa Kemal, bu soruyu “Hayır, ekselans!” diye yanıtlamıştı. Mustafa Kemal’in bu yanıtı karşısında kızgınlığını gizleyemeyen Liman von Sanders, bu kez de Mustafa Kemal’in kendisinin ne düşündüğünü sormuş; Mustafa Kemal de “Bulgarları görüşlerinde haklı buluyorum” demişti.
Cesaretli subay
Liman von Sanders, kendisiyle bu konuşmayı gerçekleştiren 34 yaşındaki genç Osmanlı yarbayının, tanıdığı diğer Osmanlı subaylarından farklı bir yapıda olduğunu anlamıştı. Bu genç asker, görüşlerini büyük bir cesaretle, ezilip büzülmeden, mareşal rütbesindeki bir Almanın yüzüne karşı söyleyebiliyordu.
19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal’e, “Maydos Mıntıka Komutanlığı” adı altında Ece Limanı’yla Seddülbahir ve Morto Limanı arasındaki sahilin savunma görevi verilmişti.
Posted in Uncategorized | Leave a comment