LEVANT DENİZİ; Kuzeyde ve kuzeydoğuda Türkiye ile; doğuda Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin; güneyde Mısır ve kuzeybatıda Ege Denizi ile çevrilidir. Terim olarak kullanıldığında batı sınırı belirsizdir, bu nedenle genellikle Akdeniz terimi daha yaygın olarak kullanılır. Açık olan batı sınırı, bir sonraki Akdeniz bölgesi olan Libya Denizi’ne, Libya’nın Ras al-Helal Burnu’ndan Gavda’ya, Girit’in batısının güneyi üzerinden çizilen bir çizgi olarak tanımlanır.
DOĞU AKDENİZ’DEKİ HİDROKARBON KAYNAKLARI
İSRAİL FİLİSTİN’İ NEDEN İŞGAL ETTİ VE SOYKIRIM YAPTI?
naci Kaptan – 04.05.2025
BAĞLANTILI YAZI; https://nacikaptan.com/2025/05/savas-ve-dogalgaz-israil-isgali-ve-gazzenin-acik-deniz-gaz-sahalari-gazzeyi-haritadan-silmek-buyuk-para-gundemi-filistinin-deniz-dogalgaz-rezervlerine-el-koymak-eger/
2010 yılında ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’nin yaptığı araştırmalar, Doğu Akdeniz’de yer alan HİDROKARBON KAYNAKLARI zenginliğini apaçık gözler önüne seriyor. ABD’li Merkezin yaptığı araştırma sonuçlarına göre; Levant Havzasında(Kıbrıs, Suriye, İsrail ve Lübnan arasında kalan bölge) 3,45 trilyon metreküp doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol bulunduğunu tahmin ediyor. Bu verilere göre dünyanın bilinen en büyük doğalgaz yataklarından birinin Doğu Akdeniz’de olduğu anlaşılmaktadır.
Bunun yanıtını ve var olan gündemde MAVİ VATAN kavramının temel parçası olan, Doğu Akdeniz’deki ekonomik çıkarlarımızdan neden vazgeçtiğimizi irdelemek gereği var;
İSRAİL’in FİLİSTİN’İ işgal ve ilhak etmesi ve soykırım yapmasının ardında sınırlarının genişlemesi olan BÜYÜK İSRAİL PROJESİ ve Gazze açıklarındaki petrol yatakları vardır. Konu sadece bunlarla sınırlı değildir. Büyük Ortadoğu Projesi de bu planın bir parçasıdır. İsrail ölümcül saldırılarla Filistin’i ve Filistin halkını yok ederek denizde bulunan petrol/ doğalgaz kaynaklarını ele geçirirken Suriye’de parçalanmıştır. Savaş gücü yok edilen Suriye’nin bir bölümü de İsrail’in işgali altındadır ve bu işgal sürekli olarak daha büyük alanlara yayılmaktadır.
Bakınız Prof. Michel Chossudovsky’i bu konudaki “Savaş ve Doğalgaz: İsrail İşgali ve Gazze’nin Açık Deniz Gaz Sahaları” başlıklı makalesinde ne diyor;
“Gazze’yi Haritadan Silmek”: Büyük Para Gündemi.
Filistin’in Deniz Doğalgaz Rezervlerine El Koymak
” Eğer her şey planlandığı gibi giderse İsrail,
önemli bir gaz ve petrol ihracatçısı haline gelecek .”
Mevcut bağlamda, İsrail’in “Her Şey Planlandığı Gibi Gider” seçeneği Filistin’i baypas edip ” Gazze’yi Haritadan Silmek” ten ibarettir ; ayrıca Gazze’nin milyarlarca dolar değerindeki TÜM deniz açıklarındaki doğalgaz rezervlerine el koymaktır.
Nihai hedef sadece Filistinlileri anavatanlarından dışlamak değil , aynı zamanda 1999’da BG’ye (BG Grubu) ait olan ve 2013’te Levant’ta keşfedilen milyarlarca dolar değerindeki Gazze açıklarındaki Doğal Gaz rezervlerine de el koymaktır .
İsrail güçlerinin Aralık 2008’de Gazze Şeridi’ne düzenlediği askeri müdahale, stratejik açık deniz doğalgaz rezervlerinin kontrolü ve mülkiyetiyle doğrudan ilişkilidir. Bu bir fetih savaşıdır. 2000 yılında keşfedilen Gazze kıyı şeridinde geniş gaz rezervleri bulunmaktadır.
British Gas (BG Group) ve ortağı, Lübnanlı Sabbagh ve Koury ailelerine ait Atina merkezli Consolidated Contractors International Company (CCC), Kasım 1999’da Filistin Yönetimi ile imzalanan 25 yıllık bir anlaşmayla petrol ve doğalgaz arama haklarına kavuştu.
İsrail İstihbarat Bakanlığı tarafından kaleme alınan resmi bir “gizli” muhtıra ” Gazze Şeridi’ndeki 2,2 milyon Filistinli sakinin zorla ve kalıcı olarak Mısır’ın Sina Yarımadası’na, yani Mısır topraklarındaki bir mülteci kampına transfer edilmesini öneriyor”. İsrail-Mısır müzakerelerinin yanı sıra ABD ile istişarelere dair işaretler de var. (Felicity Arbuthnot ve Prof. Michel Chossudovsky – https://www.globalresearch.ca/israel-gas-oil-and-trouble-in-the-levant/5362955)
Bu bilgilerden anlaşılan odur ki; Doğu Akdeniz’de çok zengin hidrokarbon yatakları vardır ve bu konu 2000 yılından bu yana bilinmektedir. İsrail’in amacının Filistin’i / Gazze’yi yok ederek ve Filistin halkına soykırım uygulayarak bu zengin petrol kaynaklarını ele geçirmek amacında olduğu açıkça görülmektedir.
Doğu Akdeniz’de Tersten Esen
Rüzgarların Ortasında Türkiye
Mitat Çelikpala & Fatih Ceylan
2000’li yıllarla birlikte Doğu Akdeniz’de başlayan sismik ve sondaj faaliyetleri sonucunda Kıbrıs adası, İsrail, Mısır ve Lübnan deniz yetki alanlarında belirlenen hidrokarbon kaynakları nedeniyle bölgedeki jeopolitik/jeostratejik oyuna yeni boyut kazandıran, diğer bir anlatımla rekabeti başlatan etkenlerin başında yer almaktadır. Bu kaynakların çıkarılması, paylaşılması, taşınması ve pazarlanması açısından oyuna erken giren ülkeler ve şirketler ciddi kazanımlar elde ettiler, mesafe aldılar. Enerji le bağlantılı biçimde deniz yetki alanlarının belirlenmesi konusu da süreci boyutlandırarak daha karmaşık bir hale soktu. Yukarıda adı geçen aktörler deniz yetki alanlarının paylaşımına dair anlaşmalar yaptılar. Diplomasi ve hukukun araçlarından yararlandılar. Hâsılı ‘yumuşak güçlerini’ olabildiğince öne çıkardılar.
Gecikmeli olarak hayata geçirilen Libya atılımı sonrasında Batı ve Doğu Akdeniz’de ilişkiler özellikle 2020 yılında gerildi. Türkiye’nin karşısında oluşan cephe daha da boyutlanarak derinleşti. Doğu Akdeniz’deki büyük resim, sürece doğrudan etki eden gelişmeler zamanında ve doğru biçimde okunamayınca, gerekli diplomasi-hukuk zemini hazırlanmadığı için askeri ağırlıklı araçların sahaya sürülmesine neden oldu. Diplomasinin etkin kullanılamaması da askeri araçların kullanımının sınırına ulaşıldığı aşamada Türkiye’yi, hedeflenen siyasi neticeleri elde edemeden durmak zorunda kalındığı bir noktaya taşıdı. Özetle, araba atın önüne kondu; sonuçta hem at hem araba zarar gördü.
2021 yılıyla başlayan bölgeye dönük normalleşme arayışından beklentiler ve çıkarlarla uyumlu, somut bir netice de elde edilemedi. Daralan ekonomi, dış baskılar ve içerideki toplumsal huzursuzluk karşısında yelkenler suya indi, sismik/sondaj gemileri Antalya’ya demirlendi. Karşı cephede Türkiye lehine işleyecek çatlak oluşturulamadı.
Doğu Akdeniz’de süregiden ihtilaflarda başta Fransa olmak üzere AB’nin kurumsal düzlemde Yunanistan-GKRY ikilisini destekleyen haksız ve temelsiz ithamları da görmezlikte gelinemez. Yunanistan-GKRY, tam üye olmaları dolayısıyla AB ülkelerini ve kurumlarını Türkiye’ye karşı seferber etme ve bölgesel ilişkilerini zora sokma arayışlarına giriştiler. Bu olumsuz tabloya bölgedeki diğer ülkelerin de Türkiye’ye yönelik baskıyı arttırmak üzere katılmaları ve desteklemeleri karşımızda duran temel bir meseledir.
Kurumsal diplomasinin görmezden gelindiği bir anlayışla yönetilen Türkiye, ideolojik temelli bir dış politikayı terk etmeyip, öncelikle bölgesinden başlamak üzere ilişkilerini normalleştirme kulvarına sokamazsa AB bünyesindeki dengeleri de kendi lehine çevirmekte başarısız kalmaya devam edecektir.
SONUÇ
Türkiye, dünya siyasetine ve ekonomisine ağırlıklı olarak yön veren büyük güçler arasındaki stratejik rekabetin kıskacında Doğu Akdeniz’deki jeopolitik/jeostratejik yarışa geç bir aşamada girdi. GKRY’nin 1970’li yıllardan bu yana Ada etrafındaki deniz kuşağında canlısıyla cansızıyla ‘tekel kurmaya’ dönük hukuki ve diplomatik adımlarını zamanında dengeleyecek karşı tedbirleri almakta da gecikti. 2000’li yıllarla birlikte Doğu Akdeniz’de keşfedilen hidrokarbon kaynaklarının Türkiye üzerinden naklini sağlayacak bir mimariyi, zamanında Bakü-Tiflis-Ceyhan modelinde olduğu gibi, diplomatik/hukuki/ekonomik kulvarlarda tesis etmekte geç kaldı; geç kalmanın ötesinde bölgesel çatışmalarda kendi ulusal çıkarları hilafına tarafgir bir rol oynadı; bölgenin kilit aktörleriyle olan ikili ilişkilerini gerilime sürükleyecek bir dış politika izledi.
2010’da bir yandan Kıbrıs adası etrafındaki geniş kuşakta bulunan hidrokarbon kaynaklarının adanın iki toplumunca hakça paylaşılması suretiyle Kıbrıs meselesinin çözümü için katalizör olarak yararlanmanın yollarını ararken, diğer yandan İsrail’le ipleri gerdi. 2012’de şeriat düzeni hedefleyen Mursi yönetiminin askeri darbeyle iktidardan indirilmesi üzerine Mısır’la olan köprüleri attı. Suudi Arabistan’la ve Körfez ülkeleriyle olan ilişkileri zora sokan tercihlerde bulundu. Suriye’deki krizin derinleşmesi sürecinde rejim değişikliğini hedefleyen bir yola saptı; bu krize daha fazla müdahil oldukça, dolayısıyla Ortadoğu ve Arap dünyasının meseleleri ve çatışmalarına kendini kaptırdıkça Ege’de Yunanistan’ın Türkiye aleyhine olan adımları karşısında zamanlıca sesini yükseltmedi.
Sahneye çıkışı ise bölgede zemini kaybettiği bir dönemde ve askeri yolları öncelemek suretiyle oldu. Kendisi için elzem olan diplomasi ve hukuk araçlarından en uygun ölçüde yararlanmayı göz ardı edip, işbaşındakilerin tercihleri nedeniyle iyice yalnızlığa sürüklendiği ve ekonomik dengelerinin gün be gün bozulduğu bir ortamda askeri imkan ve kabiliyetlerini sahaya sürmek zorunda kaldı.
Üç tarafı denizle çevrili iki yarımadadan oluşan bir ülkenin denizdeki meşru hak ve çıkarlarının korunmasını arka plana iten bir anlayış ve sürecin parçası oldu. Bu süreç içinde sadece bölge ülkeleriyle değil, mensubu bulunduğu Batılı kurumlar ve önde gelen üyeleriyle de ilişkilerini bozacak yollara saptı, özünde bölge ve ötesindeki çıkarları bakımından rekabet içinde bulunduğu Rusya’yla da önceden belirlenmiş bütüncül bir strateji temelinde değil, olayların seyrine bağlı, dolayısıyla tepkilere dayalı ve bütünsellikten uzak ilişkilere yöneldi.
Yüzyıllar boyunca Avrupa ve Akdeniz havzasının/sosyo-ekonomik kültürünün ayrılmaz parçası olan Türkiye’yi bu geniş kuşak dışında görüp, petrol ve doğalgazla birlikte sekter anlayışların ihracından başka özellikleri şimdilik olmayan Ortadoğu ülkeleri ligine ve anlaşmazlıklarına sürükleyen bir doğrultuda hareket edenlerin, Doğu Akdeniz dengeleri içinde Türkiye’yi bölgesel ve küresel bir oyuncu konumuna getireceğini varsaymak hüsnü kuruntudan ibarettir.
Bu şartlar altında 2020 Eylül ayında BM Genel Kurul Toplantıları açıklanan Doğu Akdeniz’de Bölgesel Konferans yapılması çağrısı ne bölgede ne ötesinde olumlu bir karşılık buldu. Karşılık bulmadığı gibi, Türkiye karşısında, Kıbrıs hattında meydana gelen gerginliklerin yeniden su yüzüne çıkmasıyla bağlantılı olarak aynı gün (22 Eylül 2020), ABD ve AB destekli Mısır-Yunanistan-BAE-GKRY-İsrail-İtalya altılısını buldu. Bu altılı 2020 Eylül ayında Kahire merkezli Doğu Akdeniz Gaz Forumunu resmileştirdi. Bölgesel resmin içine ABD ve kendisini Levant’ın hala ana aktörü gibi görmekten kaçınmayan Fransa da dahil oldu.
TÜRKİYE KENDİNİ NASIL KONUMLANDIRDI?
Türkiye’nin bu sürecin dışında kaldığı, adeta ötekileştirildiği bir süreç yaşandı. İşler öyle bir noktaya vardı ki, Türkiye’nin karşısında oluşan cephenin içinde Filistin, Lübnan ve daha da önemlisi belli çevrelerin çapı ve etkisi ötesinde önem atfetmekten geri durmadığı Katar dahi yer aldı.
2000’li yıllarla başlayan ve her yıl bölge ülkelerince Doğu Akdeniz’deki kaynakların paylaşımını hedefleyen sürecin ilerleyişi, Türkiye tarafından zamanlıca ve yerinde diplomatik-hukuki hamlelerle dengelenememesi karşımıza normal şartlar altında bir araya gelmesi zor olan bir bölgesel ülkeler cephesini çıkardı. (https://www.globalpanorama.org/2021/11/dogu-akdenizde-tersten-esen-ruzgarlarin-ortasinda-turkiye/)
Ve böylece Türkiye bölgede yalnızlaştı. Yanlış dış politikalarla karşısında bir blok oluştu. Dışarıdan gelen baskılarla KKTC’ye ait olan bölgelerde yapmaya başladığı sismik araştırmaları ve sondaj operasyonlarını durdurarak 760 milyon dolar yatırımla alınan sondaj ve sismik araştırma gemilerini bölgeden geri çekti.
SİSMİK ARAŞTIRMA VE SONDAJ GEMİLERİMİZ
Barbaros Hayreddin Paşa Sismik Araştırma Gemisi 2013 yılında yurtdışından 130 milyon dolara satın alındı
Fatih Sondaj Gemisi: 2017 yılında 154 milyon dolara satın alındı ve 87.5 milyon dolar reaktivasyonla toplam maliyeti 241.5 milyon dolara ulaştı.
Yavuz sondaj gemisi 262,5 milyon ABD doları karşılığında Ekim 2018’de satın alındı.
Kanuni Sondaj Gemisi 2020’de TPAO tarafından 37,5 milyon ABD doları karşılığında satın alındı.
Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi Tuzla’da bir tersanede inşa edilen ve yerlilik oranı yüzde 90’ı aşan gemi, 400 milyon liraya mal oldu. Yaklaşık 60 milyon USD ek masraf yapıldı.
Abdülhamid Han Sondaj Gemisi; Gemi, Kasım 2021’de 180 milyon Amerikan doları karşılığında satın alındı.
Sondaj ve Sismik araştırma gemilerinin toplam satın alma maliyeti yaklaşık 760 milyon ABD dolarıdır. Bu toplam bedel basına yansımış olan bilgilerden derlenmiş olup gerçek maliyet bu bedelin üzerinde olabilir. Bu tip gemilerin operasyon maliyetlerinin ve barındırdığı görevli personelin fazla olmasından dolayı işletme masrafları da çok yüksektir.
Sonuç olarak atılan taş, vurulan kuşa değmemiştir. Sismik araştırma ve sondaj gemilerine yapılmış olan büyük yatırımlara rağmen Türkiye hukuki haklarını bile elde edememiş ve bu bölgede yalnızlaşarak AB+D tarafından yapılan baskılara boyun eğerek bölgeden geri çekilmiştir.
Söz der ki;
ULUSLARARASI BİR ZİYAFETE DAVET EDİLMEDİYSENİZ,
BİLİNİZ Kİ MENÜDE SİZ VARSINIZ!!!
Naci Kaptan – 04.05.2025