YAKIN SİYASİ TARİH * 80 YIL GERİDE KALIRKEN 1- 2 // “CUMHURİYET * KARŞI DEVRİM

80 YIL GERİDE KALIRKEN- 1

CUMHURİYET

Prof. Dr. Süleyman Çelik

Bir bebek, doğumdan sonra büyür/ gelişir; çocuk, ergen, genç ve sonunda yetişkin insan olur. İnsanın bedenindeki bu gelişmeye koşut olarak aklı da gelişir. Yasalar 18 yaşına gelen bir insanın aklının, kendi kararını kendisi verebilecek duruma geldiğini, yani ergin kişi (reşit) olduğunu kabul eder. Bilim insanları, alınan eğitime bağlı olarak bunun 18-24 arasında değiştiğini kabul ederler. Bu durumda, ortalama 20 yılda bir kuşak geliştiğini kabul edebiliriz.
Buna göre Cumhuriyet’ten bu yana 5 kuşak oluşmuş ve 80 yaşını geçen ay dolduran ben, Cumhuriyet’in ikinci kuşağından oluyorum.

Bilimsel araştırmalar bebeklikten itibaren kişi aydınlanmacı eğitim; yani ‘özgürce düşünmeye, sorgulamaya, eleştirmeye, araştırmaya ve tartışmaya olanak veren’ eğitim aldığı takdirde, beyninin gelişimini tamamladığı ve aklının yaratıcılık yetisi kazandığını göstermiştir. Bunun tersi, yani ‘yasakçı/ ezberci/ dogmatik’ eğitim alanların ise beyinleri biyolojik gelişimini tamamlayamaz, körelir, dolayısıyla akılları gelişemez ve hiçbir zaman ergin olamazlar. Bunlar yaşamlarını sürdürebilmek için kendilerine akıl verecek birini ararlar. Dogmatik eğitim almış olanlar, karşılarına çıkan “cennete gitmek için bir kılavuz gerek” diyen hoca kılıklı din sömürgenlerinin müridi/ kölesi olarak yaşamlarını sürdürürler. Politikacılar bu sahtekarlarla işbirliği yaparak onları birlikte sömürürler. Dogmatik olmasa da yasakçı/ ezberci eğitim almış olanlar ise hoca yerine başka kişilerin peşine takılır/ müridi olurlar. Bu kişi, örneğin bir parti başkanı olabilir.  Bunlar kısa zamanda zenginlik vaat eden dolandırıcılar tarafından kolayca aldatılabilirler.

Avrupa Rönesans, Dinde Reform, Bilimsel Devrim süreçlerinden geçerek, 500 yıl kadar süren bir evrim sürecinin sonunda Aydınlanmaya ve Aydınlanmacı eğitime kavuştu. Sonuçta yaratıcı aklın öne çıkması sayesinde ortaçağ karanlığından kurtuldu, bilim ve teknolojide atılım yaparak dünyanın efendisi oldu.
Avrupa dışında üç büyük insan, Avrupa’yı yakalamak için, ülkelerinde bunu devrim yoluyla, daha kısa sürede gerçekleştirmek istedi: Rus Çarı Büyük Petro, Japon İmparatoru Meiji ve Atatürk
Petro ve Meiji, sırayla 43 (1682-1725) ve 44 yıl (1867-1912) iktidarda kaldılar. Üstelik çar ve imparator olarak manevi yaptırım güçleri vardı. Öyle ki Meiji halkının dinini bile değiştirdi. Ardılları da devrimleri sürdürdüler. Daha da önemlisi bu ülkelerin, emperyalistlerin iştahını kabartacak jeopolitik hiçbir önemi yoktu. Bu nedenle Aydınlanma Devrimini yaşama geçiren bu ülkeler, dünyanın gelişmiş ülkeleri arasına katıldılar…
Atatürk ne yazık ki sadece 15 yıl (1923-1938) başımızda kaldı. 15 yılda bir kuşak bile yetişmez. Üstelik okuma yazma bilenlerin oranı %7 olan bir toplum devralmıştı. Aydınlanmacı eğitim yaptıracak öğretmeni bırakın, Milli Eğitim bakanı yapacak insan bulamıyordu. 15 bakan değiştirdi. Mustafa Necati’yi bakan yapınca, “aradığım bakanı buldum” dedi. Ne yazık ki onunla da ancak 4 yıl üç ay çalışabildi. Apandisit patlamasından ölünce başında ağladı. Üstelik Türkiye, dünyanın en önemli jeopolitik konumuna sahip ülkesi olduğu için emperyalistler tarafından rahat bırakılmadı. Kurtuluş yıllarında olduğu gibi, Kurtuluş’tan sonra da “böl ve yönet” politikası uygulayıp, isyanlar çıkartarak devrimleri engellemeye çalıştılar.
Atatürk’ten sonra başa geçenler devrimleri sürdürmek bir yana, karşıdevrimin kapılarını açtılar. Çünkü İsmet İnönü ve Celal Bayar gibi en yakın çalışma arkadaşları bile Atatürk’ün ne yapmaya çalıştığını anlayamamışlardı. Çünkü Aydınlanmanın ve emperyalizmin ne olduğunu bilmiyorlardı. Günümüzde aktif politika içindekilerin çoğunun hala bu konuları bilmediğini düşünecek olursak, padişahın kulu olarak yetişmiş kuşaklar için bu doğaldır!..

ABD, 19. Yüzyılın ikinci yarısına doğru Osmanlı ile ilişki kurdu. O tarihlerde emperyalistler Osmanlı’ya “Avrupa’nın Hasta Adamı” diyor ve öldüğünde, yani yıkıldığında en büyük payı kapmak için birbirlerini kolluyorlardı. Amerika da bunların arasına katıldı. Önce, “ben de kapitülasyon isterim” dedi. Osmanlı “hay hay” dedi. Ardından Osmanlı topraklarında 2 bin misyoner okulu açtı. O yıllarda “böl ve yönet” “Müslüman- Müslüman olmayan” üzerinden yürütüldüğü için okullarına Müslüman öğrenci almadı. Amaç öğrencilerde ulusal kimlik bilinci oluşturarak Osmanlı’ya başkaldırmalarını sağlamaktı. Balkanlarda çeteler kurup dağlara çıkarak Osmanlı’ya başkaldıran azınlıkların çoğu bu okullardan yetişti. Nitekim bağımsızlığını kazanan Bulgaristan’ın ilk üç başbakanı İstanbul Robert Koleji mezunudur. Petrolün öneminin ve Ortadoğu’nun petrol zengini olduğunun anlaşılması üzerine, Balkanlar’dan Doğu’ya yönlendi. Ancak İngilizler, sömürgesi Hindistan’a komşu olması nedeniyle, Arap dünyasını çoktan avucunun içine almış olduğu için çalışmalarını Doğu Anadolu’daki Ermeni azınlık üzerinde yoğunlaştırdı. Ermeni nüfusun çok olduğu yerlerde okullar açmaya başladı. Örneğin, küçücük Merzifon’da 5 misyoner okulu açtı. Kendisine daha çok bağlamak için Gregoryen Ortodoks olan Ermenileri Protestan yapmaya çalıştı ve büyük bir kesimini yaptı. Amaç, sınırları Kafkasya’dan Trabzon ve Adana’ya kadar uzanacak, kendi güdümünde Büyük Ermenistan Krallığı kurarak hem Ortadoğu hem de Kafkas petrollerini kontrolü altına almaktı. Müslüman- Müslüman olmayan ayırımının yeterli olmayacağını görünce etnik ayrımcılığa da başladı. Kürtler arasında bölücü odaklar oluşturmaya ve mandası altında bir de Kürdistan kurmaya karar verdi…
Tasarımcısı olduğu Sevr Antlaşması’nın kabul edilmesiyle 100 yıllık hayallerine kavuştuğunu düşünen ABD, hayalleri yıkıldığı için Lozan Antlaşması’nı imzalamadı. Ancak faaliyetlerinin tehlikeye düşeceğini düşünen Türkiye’deki misyonerlerin uyarısıyla bir ‘Dostluk Anlaşması’ imzaladı. Bu anlaşmanın görüşülmesi sırasında Temsilciler Meclisi’nde Sevr’i çöp sepetine atan Atatürk’e hakaretler edildi, anlaşma onaylanmadı ve adeta Türkiye Cumhuriyeti “düşman devlet” ilan edildi.

Aydınlanma Devrimini sürdürmeyip karşı devrimin kapılarını açanlar, “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atatürk’ün ana ilkesinin, ‘tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı’ olduğunu da unutmuşlardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet tahdidini bahane ederek yurdumuzu, hakkımızda iyi şeyler düşünmediği bilinen ABD’ye teslim ettiler. Oysa Savaş’ta çoğu asker 20 milyon insanını kayıp etmiş ve Moskova-Petrograd önlerine kadar gelmiş olan Almanlar tarafından ülkesi yakılıp yıkılmış olan Sovyetlerin hiçbir şey yapacak güçleri yoktu…
İşte bizim kuşak bu ortamda ve İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yokluk/ kıtlık koşullarında dünyaya gözünü açtı!..
Devamını 2. yazımda okuyabilirsiniz…

SEKSEN YIL GERİDE KALIRKEN-2

KARŞI DEVRİM

Prof. Dr. Süleyman Çelik

Ezber bozacağım ama, Erbakan’ı iktidardan düşüren 28 Şubat, genel kabul gören görüşün tersine, Atatürkçü bir girişim değildi. 12 Mart ve 12 Eylül gibi, arkasında Amerika’nın bulunduğu postmodern bir darbe idi. Amaç aynı yıl açıklanan Rand Corporation’ın raporunda bildirildiği gibi R. Tayyip Erdoğan’ı Başbakan, Abdullah Gül’ü Dışişleri Bakanı yapmaktı.”
Bundan önceki yazımda, “başımızdakilerin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet tahdidini bahane ederek yurdumuzu, hakkımızda iyi şeyler düşünmediği bilinen ABD’ye teslim ettiklerini” bildirmiştim. Şimdi kaldığımız yerden devam ederek yukarıdaki sonuca gelelim.

İşgal yıllarında İngiltere, doğal müttefikleri Patrikhane ve azınlıkların dışında, kendisine hizmet edecekleri 3 dernek altında toplamıştı: çoğu devşirme kökenli olan mandacıları ‘İngiliz Muhipleri’, Osmanlı’daki tüm yeniliklere karşı çıkan gericileri ‘İslam Teali’ ve kendisiyle birlikte Amerika’nın oluşturduğu bölücüleri ‘Kürt Teali’.
İngiliz Çocukları” diyebileceğimiz bunları, Amerika yurdumuza girdikten sonra doğal müttefik olarak yanında buldu. Onlar şimdi, aynı zamanda “Amerika’nın Çocukları” oldular!..
Öncelikle Atatürk’ün başına “milli” önadı (sıfat) koyduğu savunma, eğitim ve haber alma örgütü gibi bakanlık ve kurumlara, danışmanlar yerleştirerek el koydu.
Türkiye’yi bölme planından vazgeçmediği için NATO’ya almadı. Fakat Kore’de Türk askerinin savaşma yeteneğini gördü. Bir Amerikan askerinin günlük maliyeti 15 dolar iken bir Türk askerinin kendilerine maliyetinin 23 cent olduğunu hesapladı ve kararını verdi: “ucuz asker kaynağı” ve “İleri Karakol” olarak kullanmak üzere NATO’ya almak!..
İleri Karakol olarak görevimiz, düşmanı (Sovyetler Birliği) önce karşılayarak Batı’nın habersiz yakalanmamasını ve zaman kazanmasını sağlamaktı.
Bölme projesinden de vazgeçmedi. Adana Konsolosluğu’ndan CIA ajanı bir konsolos yardımcısını bu amaçla görevlendirdi. Bu kişinin görevi sürekli Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu dolaşarak bölgede uyuyan bölücü odaklar/ hücreler bulmak/ oluşturmak ve zamanı gelince harekete geçirmekti.
TSK’yı kendi standartlarına göre yeniden düzenledi. Birliklerin konuşlandırılmasını kendi stratejik amaçlarına göre yaptı. Çalışanlarının aylıklarını, yardım parasından keserek kendisinin verdiği, Türkiye’nin her yanında, siviller arasında da örgütlü Kontrgerilla, Gladyo ya da Süper Nato denilen Özel Harp Komutanlığını kurdu.
Bir anlamda Genelkurmay’a bağlı olan ve başında bir korgeneralin bulunduğu MİT, CIA’nın güdümüne girdi.
Atatürk’ün bağımsızlık için “olmazsa olmaz” kabul ettiği ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile temellerini atıp kısa zamanda denizaltından uçağa, piyade tüfeğinden rokete kadar her şeyi yapar duruma gelen kamu ve özel sektöre ait ulusal savunma sanayiimizi, “ben size daha iyisini vereceğim” diyerek, kapattırdı. Daha iyisi dediği ise çoğu İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılmış eski silah, araç ve gereçlerdi…

Bizim kuşak okula başladığında Milli Eğitim Amerika’nın güdümüne girmiş, sömürgeciliğin gereği olarak eğitimin milli niteliği yok edildiği gibi Aydınlanmacı niteliğinden de uzaklaştırılmış, ezberci ve dogmatik şekle dönüştürülmüştü.
Köklerimizi öğrenerek ulusal bilinç sahibi olmamız için binlerce yıllık Türk tarihinin anlatıldığı, yazarları arasında Atatürk’ün de bulunduğu tarih kitabı atıldı. Yabancı dilde eğitime izin verilerek, Atatürk’ün kapattığı misyoner okullarına benzer okulların önü açıldı. Öte yandan ezberci/ dogmatik eğitim verilen İmam Hatip okulları ve Kuran kursları açıldı. Tarikat ve cemaatlere izin verildi. Generaller ağızlarından Atatürk’ü düşürmüyorlardı ama cemaat kurarak şeyhliğini ilan etmiş, aslında eczacı olan bir subay, öğretmen yapılıp askeri liseler ve Harp Okulu’nda yıllarca ders vererek mürit subaylar yetiştiriyordu. Amaç ulus devletin temel sütunu olan “Öğretim Birliği”ni yıkmak ve emperyalizmin ünlü “böl ve yönet” politikası gereği, bir tarafta Batı kültür emperyalizminin, bir tarafta da Arap kültür emperyalizminin etkisine girmiş, ulusal bilinçten yoksun iki ayrı kesim oluşturarak milleti kamplara ayırmak; son kertede de devleti yıkmaktı!..
Bu amacını yalnız öğrenciler üzerinden değil yetişkinler üzerinden de gerçekleştirmeye çalışıyordu. Komünizmle Mücadele ve İlim Yayma Dernekleri gibi sivil toplum örgütleri kurdurdu. İnsanları etkileyip yönlendirmek için küresel 5 büyük haber ajansı aracılığı ile medyayı kontrolü altına aldı. İşgal yıllarında “Mütareke Basını” denilen medya ve yayın dünyası zaten İngiliz Çocukları’nın elindeydi. Cumhuriyet’ten sonra da bunlar ihanete devam etmiş, isyanları desteklemişlerdi. Şeyh Sait İsyanından sonra çıkarılan “Takrir-i Sükûn Kanunu” ile susup yer altına girmişlerdi. Şimdi yer altından çıkıp Amerika’nın hizmetine girdiler ve hala hizmete devam ediyorlar…
Milletin gönlünden silemeyeceklerini bildikleri için ilkelerinden soyutladıkları Atatürk, Batı hayranı, Atatürkçülük de Batılılaşmak olarak öğretilmeye başlandı.

1961 Anayasası’nın sağladığı düşünce ve basın özgürlüğü sayesinde, insanlar Atatürk’ün gerçek düşünce ve görüşleri ile ilkeleri ve devrimlerinin amacını öğrendi. Başka bir deyişle Atatürkçülük ya da Kemalizm yeniden keşfedildi. O’nun “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” dediği, “tam bağımsızlıkçı ve emperyalizm karşıtı” olduğu anlaşıldı. “Batı ile uyuşmak Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelir” demiş olmasına karşın, O’ndan sonra ülkemizin Amerika’ya ve Batı’ya teslim olmuş olduğunun ayırdına varıldı. Bunun üzerine, Atatürk’ün tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtı görüşlerini savunan Kemalist solculuk, özellikle üniversiteli gençler arasında yayılmaya başladı.
Tam da o sırada 1964 Kıbrıs olayları patlak verdi. Adayı Türklerden temizleyip Yunanistan ile birleşmek isteyen Rumlar katliamlara başladı. Katliamları önlemek için müdahale etmek isteyen Türkiye, karşısında Amerika’yı buldu. ABD Başkanı Johnson, Başbakan İsmet İnönü’ye bir mektup yazarak, “bizim verdiğimiz silahları, iznimiz olmadan kullanamazsınız” dedi.
Bu mektup toplumda büyük tepki ve Amerika karşıtlığı yarattı. Üniversiteli gençler, her gün Kıbrıs mitingleri ve Amerika’yı protesto gösterileri yapmaya başladı…
Menderes iktidarının demokrasi karşıtı uygulamalarına tepki göstererek 27 Mayıs’ın öncülüğünü yapmış olan üniversite gençliği, o yıllarda toplumun en dinamik ve saygın kesimini oluşturuyordu. Bu nedenle gösteriler/ protestolar toplumda ses getiriyor ve Amerikan karşıtlığı halk arasında da yayılıyordu…
Gelişmelerden rahatsız olan Amerika harekete geçti. TBMM’nin bilgisine bile sunulmamış, sayısı belirsiz “İkili Anlaşmalar” ile altımızı oymuşlardı (bu sözü Demirel’in Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, 12 Eylül’den sonra söylemiştir). Ayrıca MİT ve Kontrgerilla güdümleri altında olduğu için operasyon yapmak onlar için çok kolaydı. Önce, Johnson’ın mektubuna, “o zaman yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” yanıtını veren İsmet Paşa iktidardan düşürüldü. Rockefeller bursuyla Amerika’ya gidip eğitilmiş ve o yıllarda Amerikan Morrison şirketinin Türkiye temsilciliğini yapmakta olan Süleyman Demirel iktidar koltuğuna oturtuldu. Ardından “böl, çatıştır ve yönet” politikası devreye sokuldu!..
Güdümleri altındaki medya, dernek, tarikat ve cemaatler aracılığı ile algı operasyonları yapılarak Amerika karşıtlığı komünistlik, komünizm karşıtlığı da milliyetçilik olarak sunuldu. Kamplarda yakın dövüş eğitimi verilen ülkücü milliyetçi(!) gençler, solcu gençlere saldırtıldı ve böylece çatışmalar başladı. Gerçekte çatışmaları, iki tarafın da içine yerleştirilmiş olan MİT/CIA ajanları yürütüyordu.
Çatışmaları önlemek bahanesiyle 12 Mart (1971) darbesi yaptırıldı. Atatürk adını ağızlarından düşürmeyen darbeci generaller, “komünist” diyerek Atatürkçü gençlerin ve aydınların başına balyoz indirdi. Örneğin, “Türk milliyetçiliği, Türk halkının alın terini yabancı çıkarlara karşı korumaktır” diyen, gerçek milliyetçi ve Atatürkçü Uğur Mumcu gibiler tutuklandı. TSK içindeki Atatürkçü general ve subaylar atıldı…
Sözde Atatürkçü(!) generallerin uygulamalarına bakan ve aralarına girmiş MİT/CIA ajanlarının da menfi propagandalarına kanan solcu gençlerin bir kısmı, Atatürk’ü üst yapı devrimcisi olarak niteleyip Kemalizm’den uzaklaşmaya başladı. İçlerindeki ajanların yönlendirmesiyle kendi aralarında da bölündüler; Leninci, Troçkici, Maocu, Enver Hocacı vs. oldular. Bunlar da bölünüp fraksiyonlar oluşturdular. Örneğin, Maocu en az 6 fraksiyon vardı…
12 Mart balyozuna karşın çatışmalar durmadı. Çünkü Türkiye ekonomisinin, neoliberalizm adını verdikleri yeni sömürgecilik yöntemine uygun hale getirilmesi gerekiyordu. Bunu sağlamak için 12 Eylül darbesini yaptırdılar. Ekonomimizi neoliberalizme uygun hale getirme görevi, siyasal İslamcı Turgut Özal’a, saha temizliği de askerlere verildi.
Askerler bu kez 12 Mart’ın tersine, solcuların yanında kullanılmış ve yıpranmış sağcıları da içeri tıktılar. İki taraf da ABD tarafından kullanıldığı için içeri tıkılmış sağcılar, “kendimiz içerideyiz ama fikirlerimiz iktidarda” diyordu!..

12 Mart ve 12 Eylül darbeleri siyasal İslam’ı güçlendirdiği için 1996 seçimlerinde Refah Partisi birinci parti oldu ve Erbakan Başbakan oldu. Ancak Erbakan Batı/Haçlı emperyalizmine karşıydı. AB’ye karşı “İslam Ortak Pazarı” kurulmasını istiyordu. Daha da önemlisi Özal neoliberalizm gereği, özelleştirme adı altında fabrikaları kapatmaya başlamışken Erbakan, tersine sanayileşmek, yani daha çok fabrika kurmak, hatta “fabrika yapan fabrikalar kurmak” istiyordu. Küresel kapitalist emperyalistlerin hiç istemediği bir şeydi bu. Onlar laik Kemalist bir rejim değil, Siyasal İslamcı bir rejim istiyorlardı ama bu “Ilımlı İslam” adını verdikleri kullanabilecekleri bir rejim olmalıydı. Hatta, tek kişiyi yönetmek daha kolay olacağı için, Clinton’ın dediği gibi başında bir Halife de olabilirdi! Bu nedenle Erbakan’ın ipini çektiler. Yerine kimleri getirecekleri de CIA’ya bağlı bir düşünce kuruluşu olan Rand Corporation tarafından 1996 yılında yayımlanan bir raporda açıklandı: “Recep Tayyip Erdoğan Başbakan, Abdullah Gül Dışişleri Bakanı olacak!..
Bu nedenle Erbakan’ı iktidardan düşüren “28 Şubat”, genel kabul gören görüşün tersine, Atatürkçü bir girişim değildi. Bu da 12 Mart ve 12 Eylül gibi, arkasında Amerika’nın bulunduğu postmodern bir darbe idi. Amaç Rand Corporation’ın raporunda açıklanmış kararın uygulanmasıydı.
Komuta kademesinde, kuşkusuz kendilerini Atatürkçü kabul eden, iyi niyetli generaller vardı. Çünkü Sovyetler dağıldıktan sonra, komünizm fobisinden kurtulmuş ve Amerika’nın dost olmadığını anlamışlardı. Hatta buna karşı bazı adımlar atmak isteyen Eşref Bitlis Paşa, bu nedenle öldürülmüştü! Fakat aralarında hala Amerikancı generaller de vardı.
Generallerin yanında, Fetullah Gülen ve Süleyman Demirel’in eşgüdümünde, Amerika’dan özel olarak gönderilmiş Kemal Derviş’in gözetiminde, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Devlet Bahçeli, Bülent Ecevit, Hüsamettin Özkan, İsmail Cem ve Deniz Baykal gibi politikacılar, hatta YSK’dan Anayasa Mahkemesi’ne kadar yargı ile YÖK, bazı rektörler ve türbanlı kızlar kullanılarak proje gerçekleştirildi. Sonuçta AKP iktidar oldu ve bu günlere geldik!…
This entry was posted in ATATURK, SİYASİ TARİH, SÜLEYMAN ÇELİK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *