HAYATIN İÇİNDEN ÖZLÜ DEYİŞLER * Giordano Bruno * İKİ ŞEY ve BAĞNAZLIK * Tüm doğru söyleyenlere yapıldığı gibi onu da cezalandırdılar , dilini kopartarak diri diri yaktılar

İki şey var ki!

Giordano Bruno 16. asır Latin düşünürü, 1548 İtalya doğumlu bilim adamı… Onun günümüze kadar gelen “İki şey” hakkındaki sözleri, bugün değerlerinden hiçbir şey kaybetmemiş… Hatırlayalım!
-İki şey ‘Kalitesiz İnsan’ın özelliğidir:
1- Şikâyetçilik
2- Dedikodu
-İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer:
1- Bakış açısını değiştirmek
2- Karşındakinin yerine kendini koyabilmek…
-İki şey yanlış yapmanı engeller:
1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek
2- Hak yememek
-İki şey kişiyi gözden düşürür:
1- Demagoji (laf kalabalığı)
2- Kendini ağıra satmak (övmek, vazgeçilmez göstermek)
-İki şey insanı ‘Nitelikli İnsan’ yapar:
1- İradeye hakim olmak
2- Uyumlu Olmak
-İki şey ‘Ekstra Değer’ katar:
1- Hitabet ve diksiyon eğitimi almak
2- Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek.
-İki şey geri bırakır:
1- Kararsızlık
2- Cesaretsizlik
-İki şey başarının sırrıdır:
1- Ustalardan ustalığı öğrenmek
2- Kendini güncellemek
-İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır:
1- Niyetin saf olması
2- Ruhsal farkındalık
-İki şey milyonlarca insandan ayırır:
1- Sorunun değil, çözümün parçası olmak
2- Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek
-İki şey gelişmeyi engeller:
1- Aşırılık (mübalağa, abartı, ifrat)
2- Felakete odaklanmış olmak
-İki şey çözüm getirir:
1- Tebessüm (gülümseme)
2-Sükut (susmak)
-İki şeyin değeri kaybedilince anlaşılır:
1- Anne
2- Baba
-İki şey geri alınmaz:
1- Geçen zaman
2- Söylenen söz
-İki şey ulaşmaya değerdir:
1- Sevgi
2- Bilgi
-İki şey “hayatta önemli olan her şey” içindir:
1- Nefes alabilmek
2- Nefes verebilmek
“Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz”

Önce dilini kopardılar sonra diri diri yaktılar

1591 yılının bahar aylarında Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı Venedik Engizisyon Mahkemesi’ne, dönemin en soylu ailelerinden Mocenigoların sarayından bir ihbar mektubu geldi.Mektubun altıda Mocenigo imzası bulunuyordu bulunmasına, ama I. Alvise Mocenigo öleli 14 yıl olmuştu. I. Alvise’nin yaşadığında bile böyle bir mektup yazma ihtimali yoktu. II. Alvise ailenin başına geçtiğinde Bruno öleli yıllar olmuştu.
Moceniogo ailesi de tıpkı Mediciler gibi sanatçının ve bilim insanın yanında olan bir aileydi. Oysa Mektup Mocenigo sarayından gönderilmişti, buna hiç kuşku yoktu. Mektup, dönemin en ünlü filozoflarından Giorda Bruno’nun düşüncelerini “sapkınlık” olarak niteliyor ve cezalandırılmasını istiyordu.
Mektubu yazan Mocenigo, Akdeniz’e bakan sarayına davet ettiği Bruno’yu bir süre dinledikten sonra, mektubunda onun fikirlerinden dehşetli ürktüğünü, tanrıyı tanıtanımadığını ve evren ile ilgili konulardaki fikirlerinin kabul edilemez olduğunu yazıyordu.
Zavallı Bruno ise, Katolik Kilisesi’nin hışmından korktuğu için hayatının büyük bölümünü Venedik ve Floransa’dan uzakta, sürgünde geçirmişti. Mocegino ailesinden biri kendini davet edince de hiç düşünmeden Venedik’e dönmüştü.
Mahkeme dönemin en soylu ailelerinden birinden geldiği için ihbar mektubunu önemsedi ve Giordano Bruno için “tutuklama” kararı çıkarttı. İşin tuhafı, ihbar mektubunu alıncaya kadar mahkeme Bruno’nun ülkesine döndüğünden habersizdi.
Birkaç gün içinde Bruno tutuklandı ve “Piompi” cezaevine atıldı. Cezaevi, çevresi kurşun plakalarla çevrilmiş, yerin birkaç metre altında, deniz kıyısında üst güvenlikli bir zındandı aslında. Günün her saatinde dalgaların kurşun plakalara vurmasıyla insanı çıldırtan sesler çıkartması bütün Avrupa’da ünlüydü ve bir çeşit işkence merkezi olarak görülüyordu. Dalgaların gürültüsü zındanda bulunan kişinin okumasını, düşünmesini ve yazmasını tamamen yok ediyordu.
Bruno burada tam dokuz yıl yattı. Çıldırma noktalarına geldiğinde, kulaklarını tıkamaktan bitkin hale gelmiş kollarıyla bir süre sır üstü yatıyor ve küçük aralıklar veren sessizliği dinleyerek huzur bulmaya çalışıyordu. Bu dingin saatler günde ancak bir ya da iki saati geçmiyordu. Deniz asla tam anlamıyla suskunlaşmıyor, bir süre sonra küçük çırpıntılarla başlayan gürültü, bir saat içinde dayanılmaz noktaya ulaşıyordu.
“BÜYÜK PATLAMA”YI 400 YIL ÖNCE SÖYLEMİŞTİ
16. yüzyılın büyük filozofu, Ortaçağ karanlığını aydınlatan kişi olarak tarihe geçti. Tek başına ve usanmadan Kilise ve bağnaz düşüncelerle savaştı.Daha üzerinden on yıllar anca geçmiş, Stephen Hawking’in “Büyük Patlama” kuramını, uzayın giderek genişlediğini bize anlatan Hubble Uzay Teleskopunun bize anlattıklarını Bruno dört yüz yıldan fazla zaman önce öne sürmüştü.
Aslında yaşam savaşına bir rahip olarak başlamıştı Bruno. Yirmili yaşlara gelmeden Dominiken manastırına girdi. Orada Tales, Pisagor ve Socrat gibi filozofları inceleme fırsatı buldu. Oysa bu filozoflar ve eserleri kilise ve manastırlarda yasaklanmış kitaplardı. Bu yasağı delmesi sonucunda Bruno manastırdan ayrıldı.
Peki neydi Bruno’nun önce dilinin kopartılmasına, ardından da diri diri yakılmasına neden olan düşünceleri.
Belki inanmayacaksınız ama, birinci neden şuydu: Doğadaki her şey tanrının bir yansımasıdır, diyordu. Daha da ilerisini düşünerek, dünyanın insanın bilincinde olduğu için var olduğunu savunan idealist felsefeye karşıydı. Fizik ile düşünce arasında bir ayırım yoktu Bruno için ve herşey ayaklarının üzerinde somutlaşmak zorundaydı.
Bruno ile başlayan bu diyalektik yaklaşım çarçabuk boğuldu ve insanlar yeniden Bruno ve benzeri filozofların düşüncelerine dönmek için Karl Marks’a kadar beklemek zorunda kaldı.
Evrenin sonsuzluğu konusunu da ortaya atan Bruno’dur ve Bruno’ya göre yine, uzayda dünya gibi onlarca, yüzlerce benzer uydu bulunmaktadır. Kiliseyi rahatsız den bir başka konu da elbette bu oldu. Dünya merkezdi kilise için ve bütün her şey dünyanın etrafında dönüyordu. Ne demek oluyordu bu uzayın sonsuzluğu, genişlemesi ve benzer dünyaların bulunması?
Tanrı bunu istemiş miydi herşeyden önce, buna izin var mıydı? Evrenin merkezi dünya nasıl olur da güneşin etrafında dönerdi? Nasıl olur da kendi etrafında dönerdi ve biz insanlar düşmezdik?
Bu da tanrının bir lütfu sayılabilirdi belki, ama inandırıcı değildi. Kilise eğer dünyanın kendi etrafında ve güneşin etrafında döndüğünü kabul ederse, tanrının gücünü de reddetmiş olacaktı, bu kabul edilemezdi.
O halde bu fikri ortaya atanlar yok edilmeliydi.
Bruno işkence evinde yattığı sıralarda, tıpkı yüzyıllar sonra Rosenbergler ve benzerlerinde olduğu gibi, düşüncesinden vazgeçmesi, bunu tüm dünyaya açıklaması halinde serbest bırakılacağı söylendi.
DİLİ KOPARILDI, DİRİ DİRİ YAKILDI
Bruno düşünmek için zaman istedi ve kurşun plakalarla çevrili işkence evine döndü. Günlerce kendisinden hiç ses çıkmadı. Aracılarla konuşmadı, kilisenin mesajlarını karşılıksız bıraktı.Tüm hayatını adadığı düşünceleri, görüşleri, değerleri, karakteri… Nesi varsa hepsini istiyordu kilise ve buna karşılık yalnızca canını bağışlama sözü veriyordu.
O anda anladı ki Bruno, kilise kendisini kandırıyor. Hayatını mahkeme aracılığıyla bağışlayacak olan kilise, daha evine bile varamadan kendisini öldürecek. Ölüm bu kadar kesin ve yakın olduğuna göre, ölmenin daha uygun olduğunu düşündü Bruno ve bağışlanmasını istemedi.
“Siz karşımda oturanlar,” dedi son duruşmasında mahkeme heyetine. “Siz benim yüzüme ölüm cezamı okurken benden daha çok korkuyorsunuz.” Önce dili koparıldı, ardından da Roma’nın Campo de Fiori meydanında diri diri yakıldı.
Bir anlamda Hallacı Mansur, Şeyh Bedrettin’dir aslında. Bağnazlığın karşısında ödün vermeden durmayı bilmiştir. Bruno ve benzerleri olduğu için dünya hala bilimsel bilgi çevresinde toplanmayı başarmakta, bunu savunan insanlar sayesinde de daha yaşanılır bir ortam sağlanmaktadır.
Dinsel bilgiyi ve uygulamalarını sadece kendilerinin bildiğini savunan yobazlar, hem din hem de bilimsel bilgi açısından hep açmazda kalmış, bilimsel bilgiyi reddetmeyi öğrenmekten daha kolay olduğu için reddetmişlerdir.Tarih onların aydınlık dünya ile açtığı savaşla uğraşmak zorunda kalmıştır ve hala da bu savaş sürmektedir.
Yol yapmak için ormanları yok edenlerin, yolu medeniyet görenlerin; viyadükleri, alt geçitleri, köprüleri ilerlemenin bir “nişanesi” sayanların tarihten alması gereken çok ders var…
Yeter ki okusunlar…

Mümtaz İdil – Odatv.com
This entry was posted in Bilim ve Teknoloji, DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK, EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, FELSEFE ve GÜZEL DEYİŞLER, HAYATIN İÇİNDEN. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *