EMPERYALİST SÖMÜRÜNÜN KAYNAĞI ÖZELLEŞTİRMELER * TÜRKİYE ERDOĞAN’IN POLİTİKALARIYLA NASIL YOKSULLAŞTIRILDI, MİLLİ VARLIKLARIMIZ YABANCILARA NASIL DEVREDİLDİ?

TUTANAK…

Orhan Özkaya 19. 11. 2023

Emperyalist sömürünün tek kaynağı: “Özelleştirmeler”

Bütün olup bitenleri bir tutanağa bağlamak gerekmektedir. Geleceği kurmak ancak bugünü kayıt altına almaktan geçmektedir. Aksi halde bir şeyleri eksik yapmış oluruz. Yapılan bunca tahribatın, kayıpların hesabının ancak tutulacak bir tutanakla görülmesi olanaklı olur. Özelleştirmelerin mahkemeler tarafından iptal edilmesine karşın uygulanmayan mahkeme kararları, bir gecede çıkartılan kanun hükmündeki kararnameler, parmak çoğunluğuyla çıkartılan kanunların hepsinin irdelenmesi ve hesabının sorulması, son derece keyfi yöntemlerle Cumhuriyet’in, Kemalist Devrimlerin eserlerinin yok edilmesi, talan edilmesi; yolsuzlukların, hukuksuzlukların yapıldığıyla kalması asla kabul edilemez.
Başta Deniz Feneri yolsuzluğuyla ilk kurşunun atılması, orman yağmaları, HES’ler, bütün Milli Emlâk zenginliklerinin yağmalanması, Milli Eğitim’e vurulan darbeler, gerici yasalar, Ordu’ya indirilen darbeler, Üniversiteler’ in çökertilmesi, akla hayale gelmeyen hukuksuzluklar ve halkın kuru, tamtakır ekmeğe muhtaç hale getirilmesi…
Ülke varlıklarını yok etmek… Fabrikaları, kamu varlıklarını, yerüstü ve yeraltı zenginliklerinin hepsini satmak, hesabı sorulmayacak uygulamalar olarak görülemez. Emperyalistlere her alanda sağlanan kapitülasyonlar… Yargının, Ordu’nun, yasamanın, yürütmenin parti örgütü haline getirilerek siyasallaştırılması… Sağlığın ve eğitimin her alanının ticarileştirilerek, küresel ekonomiye terk edilmesi… Toplumu dilenci bir topluma dönüştürmek, kredi kartları terörünün insafına terk etmek… Kara para aklama operasyonları, borsa oyunlarıyla yabancılara haksız kazanç aktarmak. Mafya, tarikat ve CIA, MOSSAD gibi yabancı ajanlara ülkenin kapılarını sonuna kadar açmak… Suriyeli teröristlerle, Suriye halkına karşı ihanette bulunmak… Bir ülkenin yıkılışına katkı koymak… Irak, Afganistan ve Libya’nın yıkımında rol kapmak… Bunların hepsi hem uluslararası suç ve hem de ülkemiz için kabul edilemez bir leke…
Anıtkabir ziyaretlerine gitmemeyi, katılmamayı “Anayasal suç mu, yasal suç mu işledik?’’ diye, sorgulamak bile, düşündürücü… Suç değil, suçluluk duygusu…
Rifat Serdaroğlu,

‘Daha da gitme Anıtkabire’

Başlıklı yazısında konuya şöyle değinmiş: “Başbakan Erdoğan muhalefetin ikili söylemeleri karşısında, ‘dürüst ol, dürüst!’ der. Gerçekten insan dürüst ise inandığı gibi yaşamalıdır, inandığı kişinin peşinden gitmelidir. (…) Açıkça, delikanlıca ‘Ben sevmediğim adamın kabrine gitmem, gidip de sap gibi durmam!” diyemedi, ama programında yokken, kendisini Brunei Sultanına davet ettirdi ve 10 Kasım Atatürk’ü anma törenine katılmadı…
Sorular üzerine: ‘Anayasal suç mu, yasal suç mu?’ diye, dürüstçe cevap verdi…” diyor. Ayrıca, Ahmedinejat’ın ziyaretlerinin İstanbul’a alınışını, ama İran’da Humeyni’ye ise koşarak gittiklerini, Suudi Kralı’na da otel odasına, koşa koşa gittiklerini yazıyor. Böylece onları, Anıtkabir protokolünden kurtarmış olduklarını belirtiyor. Yazısını, “yalandan oy uğruna Atatürk’ü sever görünmek ve böylece Türkleri aldatmak doğruluk değildir.
Gelelim, devlet adamlarının 10 Kasım’ da Anıtkabir’e gitmemelerinin suç olup olmadığına; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin binlerce yıllık devlet geleneğini, Cumhuriyet’imizi, Atatürk ve silah arkadaşlarının kurduklarını, inancımızla, milliyetimizle öz benliğimizle, özgürce yaşamımızın kaynağının Atatürk olduğunu, aldığımız İslâm ve aile terbiyesini bir kenara bırakalım; büyüklere ve ölmüşlerimize gösterilmesi gereken saygının gereği bu yapılan, suç olmasa bile çok büyük bir ‘Ayıp’ tır.
Atatürk’ü sevmeyebilirsiniz, üstelik ‘Ne Mutlu Türküm Diyene!’ deyişini ilkellik olarak kabul edebilirsiniz. Bağımsızlığımızın simgesi Atatürk’ü beğenmediğiniz halde O’nun yarattığı özgürlük ortamından yararlanarak, Türkiye’yi bölme çalışmalarına destek verenlerle birlikte olamazsınız. Atatürk’ün yokluklar içinde Türk Milletine kazandırdığı eserleri, üç-otuz paraya satamazsınız. Hem ondan para alıp hem de kendisini var eden babaya arkasından hakaret eden ‘hayırsız evlat’ gibi davranırsanız, Türk Milleti ve tarih sizi asla affetmez. Ne demiş Hz. Mevlâna; ‘Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!’ Dürüst ol, dürüst! Delikanlı ol da bir daha Anıtkabir’e gitme!”
Buna eklenecek daha fazla bir söz bulmak zor… Her şey meydanda…

Halk On Kasım’ın mücadelesini verirken, onlar Büyükşehir Yasası tuzağını toplumun başına geçirdi. Böylece Başkanlık sistemine bir adım daha yaklaşmış oldular. Eyalet sistemine geçişin taşlarını döşüyorlar. Bu durumu şehirlerin büyümesi, gelişmesi olarak Rize’de halkın tezahüratları arasında seslendirildi. Bu yasaya karşı çıkanları da ülkenin büyümesini istemeyenler olarak, baskın çıkarak alaya aldılar. Daha başkanlık siteminin toplum mühendisliği ile gündeme taşınması var. Artık havaalanlarında ‘Başkanlık sana yakışır’ sloganlarıyla karşılama dönemini yaşamaya başladık. Brunei dönüşü Trabzon Havalimanında, büyük pankartlarla yandaşlar bu şekilde karşılama yaptılar.
Ülke büyük bir işsizlik kıskacı altında iken onlar, aldırış etmeden uçak dolusu gezilere çıkıyor, Meclis’teki odalarını en lüks şekilde, bir odayı 300 milyarı aşan harcamalarla döşetiyor ve bunu da kendi yandaşlarına veriyor. Böylece devleti kendi zenginlikleri için hep beraber talan ediyorlar. Devletin elinde kalan üç bankadan biri olan Halk Bankasını da satıp bitiriyorlar. Akdeniz Elektrik dağıtım da bir yandan yine yandaş şirketlere yarı fiyatlarla elden çıkıyor. Bu bir özelleştirme değil aslında devleti yağmalama. Devlet bankalarından alınan parayla TV’ler kapatmak… Bu işlerde iyice deneyim kazandılar…
Gördes köylüleri tarım ve hayvancılığın bitirilmesi sonucu, maden işletmesinin tutsağı olmuş durumda. Ancak bu mücadeleyi bırakmaya niyetleri yok… Madeni sömüren ve tarım alanlarına, mera ve ovaya zarar veren, ormanları tahrip eden Zorlu Grubu’nun tezgâhlarını bozmaya kararlılar. Artık sıranın köylülere, esnafa ve işçi sınıfının üretimden gelen güçlerini meydanlara koyması gerekiyor. Türkiye Ankara’ dan yönetilmeli ve bunun yolunun meydanları boşaltmamaktan geçtiği açık…
AKP’nin uyguladığı özelleştirmeler, neoliberal ekonomi kurallarının da ötesinde, tamamen kendi yandaşlarına ayarlama yapmaktan ibaret… Akdeniz Elektrik’in yarı fiyatına satılması bunun kanıtı. İki yıl önce teklif edilen fiyatın yarısı bedelle Limak Grubu’na devredildi; devamlı kârda olan bu işletme hiç insaf edilmeden, kendi adamlarına peşkeş çekildi. Konuyla ilgili CHP’li vekil tepkisini koyarken Enerji Bakanı, ‘özelleştirme ile ilgili kararlılığımız devam edecektir’ demek suretiyle, önlerinde hiç bir engelin olmadığının rahatlığını ortaya koyuyordu, ne ana muhalefet ne de yavru muhalefet uykudan uyanıyor. Onlar magazin programlarına taş çıkartan şovlarla gün dolduruyorlar ve bir daha ki seçimlerde yeniden seçilmeye kendilerini endeksliyorlar.
Hiçbir derinlik ve iktidar hedefi yok programlarında. Öyle olsa, Meclis’ten çekilirler, sonra tüm ülkedeki işsizlerle ki bu sayı sürekli düşük gösterilerek kamuoyu yanıltılmaya devam ediyor. Rakamlar Kasım 2012 itibariyle, iktidarca %8,8 olarak gösteriliyor. DİSK’in araştırmaları ve tespitleri %14,75 şeklinde. Bu rakamlara iş aramaktan ümidi kesip istatistik rakamlarında gösterilmeyenler dahil ediliyor. Günümüze kadar bu yöntemler sürekli yineleniyor. Muhalefet, esnafla, işçi kıyımlarındaki direnen işçilerle, sapır sapır iş kazasına kurban giden tersane işçileriyle, maden kazalarında yok olan ailelerle, atanamayan öğretmenlerle, 444 rezaletiyle, yağmalanan madenlerle, ormanlarla, haciz ve ipotek altındaki köylü, çiftçiyle, çek-senet mafyasına teslim edilmiş esnafla bütünleşerek çelik gibi bir irade oluşturulabilirler.
Bir zamanlar Kılıçdaroğlu’nun dilinden düşürmediği 13 milyonluk emekli kitlesine, şehit ailelerine, gazilere, ülkenin satılan topraklarına ve fabrikalarına, bankalarına, kılcal damarları sayılan derelerine, yollarıyla ve itibarsızlaştırılan Ordu’sunun onurunu onarmaya çareler aramak yönünde yoğunlaşarak iktidar kapıları sonuna kadar zorlanır… Yıkılan Cumhuriyet’e, Atatürk ilkelerine ve Atatürk’e sahip çıkmak için halkın yanına katılarak, muhalefetin halkla birlikte meydanlarda olacağına karar verilir. Tıpkı Atatürk gibi… O’nun yolundan giden Gandi, Castro, Nasır, Ben Bella, Lumumba, Musaddık, Hafız Esad ve Chavezler gibi…
Hatay’daki gibi mitingleri eleştirerek, vali makamın da boy göstermekle gün geçiştirilemez. İktidar’ ın tuzağına düşerek çene yarıştırmak yerine, somut amaçlara doğru yol alınır. Yani halkla bütünleşerek meydanlardan eve girmemekle ancak iktidar yıkılarak devralınır…
Adamlar emperyalistlerle birlik olup haçlı seferlerine katkı koyuyorlar. NATO’yu oyunun parçası haline getirmek için provokasyonlara göz yumuyorlar. Beğenmedikleri rejimleri, emperyalistlerin taşeronluğunu yaparak yıkıyor ve bu insafsızlığa devam ediyorlar. Teröristleri Suriye halkının üzerine saldırtarak katliam yaptırıyorlar; Irak, Libya ve Suriye’nin yıkılışında rol oynuyorlar, liderlik yapıyorlar; yani ülkeler deviriyorlar bu suça hevesle, istekle, taammüden devam ediyorlar.
Halkımız bütün bu çarpıklıkları bildiği ve gözlemlediği için iyice gerilmiş, çıkış üretmek istiyor. Hiçbir partinin buna çare olacağını düşünmeden yola kendi çıkıp, işin başına geçmeye başladı. 19 Mayıs, 29 Ekim ve On Kasım’da milyonlar, bütün bu çöküşe, yıkılışa, çürümeye isyan ederek alanlara sığmadı. Bu durumu halletmeden hiç evlere girmeye de niyetli değil. Yapılan çağrılara artık hemen en az bir milyonla karşılık veriyor. Bıçak kemiği kesmiş durumda…

Bu Noktaya Nasıl Geldik? *

Cumhuriyet’in ve demokrasinin, laiklik gibi bir temel değerinin gerçekten tehlikede olduğu bir noktaya nasıl geldik?
Nasıl oluyor da politikacılar hâlâ laiklik gibi demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulunu sorgulama ve hatta eğip bükme cesaretini gösterebiliyor?
Bu sorunun yanıtını soğukkanlı bir biçimde, tarihsel ve toplumsal süreçlere (siyaset ve eğitim) bakarak vermezsek, bu durumdan nasıl çıkılabileceğini de göremeyiz.
İnsanlık tarihi iki büyük devrim gördü:
Tarım Devrimi.
Endüstri Devrimi.
Üçüncü büyük devrimi yaşıyor.
Bilişim Devrimi.
Osmanlı, Tarım Devrimi döneminin Dünya Gücü idi.
Endüstri Devrimi’ni kaçırdı.
Zayıfladı, işgal edildi, yıkıldı.
Onun yıkıntıları üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyet’i Endüstri devrimi toplumlarının devlet modelini örnek aldı ama bu modeli oluşturacak hiçbir ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal altyapısı yoktu. Atatürk Devrimleri hem aydınlanmayı hem de endüstrileşmeyi içeren bir reform paketi idi. Devlet eliyle kalkınmayı sağlayarak ve eğitim yoluyla yeni bir toplum yaratarak ulus devletin alt yapısını oluşturmayı hedefliyordu.
Türkiye Cumhuriyet’i tarihi, üç döneme ayrılıyor.
Kuruluş Dönemi: 1919-1946
Soğuk Savaş Dönemi: 1946-1997
Küreselleşme Dönemi:1997-…
Türkiye Cumhuriyeti’nin, eğitim yoluyla çağdaş bir ulus devlet modeli üretme çabaları Kuruluş Dönemi sonunda sona erer, devlet, Soğuk Savaş döneminde, ABD’nin de etkisiyle, henüz feoliteden kurtulamamış olan eski yapıya teslim olur. Önce Köy Enstitüleri projesinden geri dönülür. Sonra İlahiyat Fakültelerinin açıklamasına hız verilir. Milli Eğitim, dinci temele oturtulmaya başlanır. En sonunda İmam Hatip okulları açılır ve bir eğitim modeli olarak (Anadolu İmam Hatip Liseleri, Kız İmama Hatip okulları gibi) yaygınlaştırılır…
Bu arada Milli Eğitimin bütünüyle dinci bir yaklaşıma oturtulması projesi başarıyla uygulan maktadır. Türban olayı, eğitimin dinselleştirilmesi projesinin bir simgesi olarak icat edilir ve topluma bir özgürlük gibi sunulur.
Bugünlere eğitimle geldik.
Kurtuluş Dönemi eğitimi terk ettik.
Soğuk Savaş’ın anti-komünist, dinci eğitimine teslim ettik evlatlarımızı.
Laikliğe saldırılarda, Trabzon’dan, Malatya’ dan çıkan katiller de işte bu eğitimin sonucudur.
Eğitimi bu hale getirenler ise ne yazık ki 1945’ten beri ülkeyi yöneten politikacılardır: Feodal yapının kalıntıları, demokrasi adı altında sunulan ama Tarım Devrimi’ni aşamayan çok partili düzende, Menderes’i iktidara getirdi. Menderes, Demirel’i ve onu iktidara getiren yapıyı üretti. Demirel, Özal’ı ve onu iktidara getiren yapıyı üretti. Özal, Tayip Erdoğan’ı ve onu iktidara getiren yapıyı üretti.
Tayip Erdoğan’ın ürettiği yapı kimi iktidara getirecek dersiniz? Bu noktaya yarım yüzyılı aşan bir siyasal sürecin ve bir eğitim süreciyle geldiğimizi biliyoruz. AKP iktidarının tüm topluma dayattığı yaşam biçimi değişikliğini ve bunun bir aracı olarak kullandığı Cumhurbaşkanlığı seçimini, Genelkurmay’ın laiklik açıklamasını ve Tandoğan, Çağlayan mitinglerini de bu bağlamda değerlendirilebilinir…
Ve asla, nasıl uzun dönemli bir sorunla, bir eğitim sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu unutamayız. * (30 Nisan 2007 Cumhuriyet Gazetesi, Emre Kongar)

İzmir Limanı’nı da devirdiler

Ege sanayisinin, dış satımının nefes alıp verdiği Türkiye’nin en büyük dış satım limanı 1.275 milyon dolara, Global-Hucthison Port Holdings ve Ege İhracatçılar Ortak Girişim Grubuna 49 yıllığına devredildi. Her işinin şaibeli olduğu, Kuşadası Limanı, Galata Port ihaleleriyle ortaya konmuş Kutman’nın da yer aldığı ortak grup, “başarıya” ulaştı.
İhaleden sonra grubun yöneticileri sevinç gözyaşlarıyla basın sayfalarına poz verdiler ve basın mensupları,” Firma ödediği parayı bir yıllık sürede kâra geçerek çıkartır” diye yorum yaptılar. Ne yazık ki bir kamu varlığı da devrilmiş oldu. 25 ülkede 45 limana sahip Honkonglu Li Ka Shing’in bir süre sonra bütün hisseleri toplamaması için bir neden de bulunmuyor.
İstanbul’daki Karayolları, İETT arsasının satışı kadar bir rakamdır. Bir arsa fiyatına İzmir’i, Ege’yi yabancılara işgal ettirmektir. Bu bir mülkiyet devri, kaymasıdır. Yarım yüzyıllık kullanma hakkı, bir anlamda ülkenin geleceğine el konması ve hak kaybı demektir. Halkın kendi geleceğine kendisinin karar vermesinin önünün tıkanmasıdır. Genç kuşakların geleceğini karartmaktır.
Henüz bu özelleştirmelerin, yabancılaştırmaların “doğru” olduğu halkımız ve Türk yargısı tarafından tartışmalı haldeyken ve dünya özelleştirmeleri terk ederken inatla yapmak, küresel emperyalizme telsim olmaktır. Atatürk, özellikle halkın kendi geleceğine kendisinin karar vermesinin önünün tıkanması ve hak kaybı demektir. Atatürk, özellikle “Askeri zaferler ekonomik zaferlerle taçlandırılmadıkça bağımsızlıktan bahsedilemez” sözünü boşuna söylememiştir.

Limanlar stratejik kuruluşlardır

Limanların özelleştirilmesi daha sonra yabancılaştırılması, ülkemiz açısından son derece sakıncalıdır. Çünkü limanlar savunma ve güvenlik gibi kamu ve ülke yararı yönünden vazgeçilmez ve devredilemez özelliklere sahiptir. Ayrıca bu özelleştirmeler, mahkeme kararlarına çarparak hukuksal nitelikleri tartışmalı hale dönüşüyor. İktidar vergi toplayacağına, kamunun en kârlı, değerli varlıklarını ve stratejik kurumlarını kolaycı bir anlayışla satıp kurtulma yolunu seçiyor. Aslında Türkiye tasfiyeye uğratılıyor, “anahtar teslimi satış” yapılıyor. TCDD Limanları 2004 yılında 117 milyon dolar ve sonraki yıllarda bunun katları düzeyinde kâr etmiş durumdadır. (Liman-İş Sendikası Bülteni)
Çalışan halk her alanda örgütsüz, sendikasız bırakılmak isteniyor. Üreten işçi sınıfı sendikasızlaştırılıyor. Dışardan getirilecek işçilerle; Filipin, Honkonglu köleleştirilmiş emekçilerle ülkemizin yoksullaşması doruğa taşınmak isteniyor. İskenderun, Mersin limanlarından sonra İzmir Limanının da özelleştirmelerinin arkasında ABD’nin, Orta Asya ve Ortadoğu’daki BOP projesinin izleri bulunmaktadır.
Bu saptamaları, Liman-İş, ilgili Odalar ve Kuruluşlar açıklamaktadır. Sırada, Haydarpaşa, Derince, Bandırma, Samsun, Hopa, Giresun Limanlarının olması düşünüldüğünde ABD’ nin söz konusu projelerine bu limanları birer üs olarak kullanma hesapları içinde olduğunu akla getiriyor. Bu saptamaları Liman-İş, ilgili Odalar ve Kurumlar yapmaktadırlar. 2004 yılındaki ihalede İzmir Limanı Yunanlılar tarafından alınmak istenmiş, ulusalcı kamuoyunun, basın ve medyanın, sendikaların ve halkımızın çelikleşmiş engeline çarparak püskürtülmüştü.

Limanları satmak egemenlikten vazgeçmektir

Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti egemenliğindeki limanlar, AB tarafından Güney Kıbrıs’ın tanınmasına karşın Güney’e açılması söz konusu bile değilken, Türkiye’ deki limanlarımızı satarak egemenliği yabancılara devretmek, ülkemizin ne hallere düştüğünü çok acı bir şekilde gösteriyor. Artık Kıbrıs’taki yasak dahi delinmiş olacak, zira yabancıların eline geçmiş limanlarımıza Güney Kıbrıs gemileri girmeye kalkarsa, girmemesini engelleme olanağı olacak mı?
İşte adım adım ülkemiz her alanda; hukuksal, siyasal, ekonomik, askeri ve dış politika sahasında devre dışı bir duruma fiili olarak taşınıyor. Bunu da ABD ve AB uygulamaya koyduruyor. Limanlar ekonomik yönden topluma çok büyük katkılar yapan kuruluşlardır. Zarar dahi etseler, ülke güvenliği ve savunması bakımından çok önemlidirler. Hatta bu özellikleri ekonomik işlevlerinden bile önde gelir. Türk Silahlı Kuvvetlerimizin gereksinmeleri kâr- zarar mantığı ile düzenlenemez. Limanları satmak ülkenin güvenliğini ve savunmasını satmak anlamından başka bir şey değildir.
Sonuç: ABD, AB ve İMF projelerinin uygulayıcısı iktidarın, yetmiş milyonluk halkın malını, kimseye sormadan, danışmadan kendi bildiğini okuyarak ülkenin ve çocuklarımızın geleceğini özelleştirmelerle karartmaya, satmaya hakkı yoktur. Tam bir talan mantığı ile ülke varlıkları yabancılara peşkeş çekiliyor. Liman-İş’ in bildirisi, “Limanların satılması demek, ülkemizin denetimsiz kalması demektir. Limanların satılması demek, egemenlik hakkımızdan vazgeçilmesi demektir. Limanların satılması demek, ülkenin ve vatanın satılması demektir. Limanların özelleştirilmesi, özel sektör tekelinin kurulması demektir. Limanlarının egemenliğini yitirmiş bir ülke ulusal egemenliğini de yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve sömürgeleşmenin yolu açılır” diye bitmektedir.
Atatürk, “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. İktidara sahip olanlar gaflet ve delalet içinde bulunabilirler. İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır!”
Bütün bunlar önce Türk yargısına, sonra da halkın malına sahip çıkma bilincine çarpacaktır.
Finansbank’ın %46’sını Yunanlılara 2.7 milyar dolara devrederek sermayesini genişleten Hüsnü Özyeğin, ARKAS Holding öncülüğünde kurulan Alsancak Liman Hizmetleri A.Ş.’ ye 2006 yılında %9’luk bir hisse ile ortak olmuş, ancak bu ihalenin Global Yatırım- Hutchinson Whampoa ve Egeli ihracatçılar girişim grubuna gitmesini önleyemediler. ARKAS yönetim kurulu başkanı Lucien ARKAS, Türk karasularındaki konteyner taşımacılığının üçte birini gerçekleştirdiklerini belirterek, son 10 yılda 15 gemi ile limanlara 800 milyon dolar yatırdığını açıklamıştır.
2004 yılı cirolarının 450 milyon dolar olduğunu, hedeflerinin 1 milyar dolar olacağını sözlerine eklemeden edemedi. Kendisinin 250 yıllık İzmirli olduğunu, İzmir’de doğduğunu ve İzmir’i çok sevdiğini sürekli açıklamalarına ilave ediyor. Bütün bu ihtiraslı ihale çıkartması, bir arsa fiyatına giden İzmir limanını ele geçirmektir. ARKAS’ ın İsrail asıllı bir İtalyan olduğu iddiaları belirtiliyor. İhale üzerinde kalan Kutman ise çok şaibeli ihaleler alan bir kişi. Honkonglu iş adamıyla sonuca ulaşılan bu ihale Danıştay yolunu tutmak zorunda. Bu satışa, Egeyi, İzmir’i denize kapatmak, Türkiye’nin denizlere açılan kapılarını yabancılara teslim etmek olarak bakmak gerekir. Bunun başka hiçbir anlamı yoktur.
Mersin Limanı’nın anahtarını, Ankara’da Sharlton otelinde gösterişli bir törenle teslim etmek Akdeniz’i 36 yıllığına Türkiye’nin egemenliğinden çıkartılması, buradaki kapılarımızın kapanması ve Türkiye’yi karaya sıkıştırarak denizlerden kuşatmaktır. Bu iş işletim hakkının ötesinde mülkiyet kayması demektir. Kimsenin gözünü boyayamazsınız! İşletme hakkı bir anlamda 36 yıllık kullanma hakkı ve mülkiyet olanağı demektir. İçi boşalmış kuru kuru mülkiyet hiçbir anlam taşımaz, üretim hakkı tamamen sizden çıkıyor. Uluslararası hukuk da devreye girdi mi, Rum gemileri, yabancı işgal kuvvetleri, bu limanları üs olarak kullanıp, Ortadoğu’yu BOP uygulamasıyla kan gölüne çevirmeye devam eder. İşin aslında bu yanı hiç gündeme getirilmiyor? Halkımızı gündem saptırması olaylarla oyalayarak, dikkatini dağıtıyorlar.
Liman-İş Sendikasına çok büyük iş düşüyor. Bu satışın iptali için Danıştay’a zaman yitirmeden dava açmak zorundadırlar. Liman-İş sendikası: “Kâr eden limanların satılmasıyla TCDD’nin de tasfiye süreci başlatılacak. Gerekirse çoluk çocuk limanlarımızdan ayrılmayacağız. İktidar 2005 yılını ‘Limanları satma yılı’ ilan etti. Biz de 2005 yılını mücadele ve direniş yılı ilan ediyoruz. Yargıdan yedikleri onca tokada rağmen özelleştirme girişiminden vazgeçmeyenlere karşı limanlarımızı koruyacağız. Limanlarımızı çetelere teslim etmeyeceğiz” diyerek yaptıkları basın açıklamalarında kararlı direniş ifade etmektedirler.

Satılan limanlarımız

Ege Denizi’ndeki Limanlarımız
İzmir Limanı: 1 milyar 275 milyon dolara, Hong Kong merkezli Hutchison Whampoa şirketine satıldı. Türkiye’nin en büyük konteynır ihracat limanı olan İzmir Alsancak Limanı’ndan, yılda ortalama 30–35 milyon TL. net gelir elde ediliyordu.
Kuşadası Limanı: 02.07.2003 tarihinde, 24 milyon 300 bin dolara, Siyonist Sami Ofer’e verildi.
Dikili Limanı: 20.11.2003 tarihinde, 4 milyon 250 bin dolara, Dikili Liman ve Turizm İşletmeleri A.Ş.’ ye satıldı.
Marmaris Limanı: 26.01.2001 tarihinde, 14.900.000 dolara, Marmara liman İşletme A.Ş.’ ye devredildi.

Akdeniz’deki Limanlarımız
Antalya Limanı: 31.08.1998 tarihinde, 29 milyon dolara, Ofer’ in eline geçti.
Alanya Limanı: 28.11.2000 tarihinde, 1 milyon 600 bin dolara, Alanya Liman İşletmesi Den Tur A.Ş.’ ye satıldı.
İskenderun Limanı: 09.09.2005 tarihinde, PSA-Tekfen ortaklığına satıldı ancak satış sonradan iptal edildi. O günden bugüne limanda hiçbir yatırım yapılmadı, çürümeye terk edildi. Amaç, pusuda bekleyen sansarlara çok ucuza devretmek!
Mersin Limanı: 04.08.2005 tarihinde, Singapur PSA’ ya satıldı. Limanın adı, ‘Mersin International Port’ olarak değiştirildi. Eylül 2005’ de satış iptal edildi. Akbabalar takibi bırakmadı.

Karadeniz’deki Limanlarımız
30.06.1997 tarihinde, 800 bin 944 dolara, Çakıroğlu A.Ş’ ye devredildi.
Ordu Limanı: 30.06.1997 tarihinde, 1.607.887 dolara, Çakıroğlu A.Ş’ ye satıldı.
Giresun Limanı: 30.06.1997 tarihinde, 3.203.774 dolara, Çakıroğlu A.Ş’ ye verildi.
Rize Limanı: 06.08.1997 tarihinde, 5.606.605 dolara, Asım Çillioğlu O.G.G’ ye satıldı.
Hopa Limanı: 17.06.1997 tarihinde, 4.004.718 dolara, Park denizcilik ve Hopa Liman İşletmesi A.Ş’ ye devredildi.
Trabzon Limanı: 20.11.2003 tarihinde, 20.160.000 dolarla ihaleye çıktı.
Samsun Limanı: 12.06.2006 tarihinde, 5 milyon dolarla ihaleye çıktı.
This entry was posted in Uncategorized. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *