KARŞI DEVRİM * HOLDİNGLEŞEN TARİKATLAR, CEMAATLER 8

KARŞI DEVRİM * HOLDİNGLEŞEN TARİKATLAR, CEMAATLER 8

Naci Kaptan – 22.07.2023

Osmanlı imparatorluğunda bazı kimseler vardı ki babadan, şeyhten devr aldıkları veya seyyidlik unvanında olduğu gibi para ile satın aldıkları bir takım lakap ve ünvanları kullanır, bu ünvanlardan bazılarını kullananlara mahsus özel giysileri giyer, bu yüzden halk katında nüfuz ve itibar sahibi olurlardı .
Bu ünvanlar : “Şeyhlik, dervişlik, müridlik, dedelik, seyyidlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiblik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, nüshacılık, beylik, paşalık, ağalık, hacılık, hafızlık, hocalık, mollalık, beyefendilik, hanımefendilik” idi.
Bu ünvan ve lakapları ve bunların bazılarının özel elbiselerini giyen binlerce insan vardı. Hatta bu unvan ve lakaplardan bazıları, sahiplerine özel bir imtiyaz da veriyordu. Onlar bu hak ve imtiyazlara dayanarak halkin emeğini, hürriyetini, malını, canını istismar ediyorlardı.
Cumhuriyet rejimi, bütün vatandasları eşit kıldığından bu imtiyazlı zümrelerin çıkarlarını ayrı birer kanunla kaldırdı. Öyle ki devlet bunları, Türk toplumunun çağdaş uygarlık düzeyine erismesi ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacını güder mahiyette saydigindan 1961 tarihli Türk anayasasının 153. maddesinde bunlardaki hükümlerin anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini dahi kuvvetle teyit ve tesbit etmiştir.
İşte bu kanunlarla ünvanları ellerinden alınan, özel imtiyazlı elbiseleri giyemeyen yüz binlerce insan, halk katında nüfuzları kırılmış , onlarla aynı seviyeye indirilmiş olduklarından elbette bunlar da, laik ve demokratik devrimlere düşman olacak, halkı bunlar aleyhine körükleyeceklerdi.
Bir milletin uygarlık yoluna düşebilmesinin ilk şartı din ve vicdan özgürlüğüne sahip olmasıdır. Bu inanç ve vicdan özgürlüğü Türkiye’ye 1923 den sonra yani Cumhuriyet devrinde girmiştir.
1923 de ilan edilen Cumhuriyet rejiminin getirdikleri 1923 tarihi, Türk milletinin kaderi bakımından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte monarşik idare bırakıhp Cumhuriyet rejimine geçilmiş, teokratik düzen bırakılıp laik düzen kabul edilmiş, kısacası bin yıldır kader ve kültür birliği yapılan islam dairesinden ayrılınıp batı kültür ve medeniyet dairesine geçilmiştir Bu, bir milletin tüm bir silkiniş ile bin yıllık bir geçmişi bırakıp kendisine yepyeni bir hayat yolu çizmesidir ki böyle bir örneğe tarih boyunca ender rastlanır.
Türk ulusu için en önemli devrim, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi lâikliktir. Bu önem sadece dinin devlet işlerinden ayrılmasında değil, daha önemlisi, yurttaşa tam bir inanç özgürlüğü tanınmasındadır. Bu bakımdan laikliğin bir toplum tarafından benimsenmesi her şeyden önce o toplumun belli bir aşamaya ulaşmasına bağlıdır.
Türk tarihinde ilk kez ulaşılan ve elde edilen bu önemli devrimler büyük fikir ve devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk tarafından çizilmiş bir plan gereğince gerçekleştirilmiştir. (TÜRKİYE’DE GERİCİ EYLEMLER – Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY)

İSLAM, TARİKATLAR VE KADIN
Kahire’de, evvelce El-Hadid İstasyonu meydanında dikili iken sonradan üniversite avlusuna nakledilen bir heykel vardır ki, bir eliyle yüzündeki kara peçeyi kaldırıp atan ve diğer eliyle Sfenks’in başına dayanan modern Mısır kadınını canlandırır. Mısırlı heykeltıraş Mahmud Muhtar’ın güzel anlamlı bir yapıtıdır bu. Heykelin tabanına çakılı bir plakada, “Mısır’ın Kurtuluşu” satırları yazılıdır. Bu heykel ve bu yazı, Mısır’ın kalkınmasının ve gelişen dünyaya ayak uydurmasının ancak kadını özgürlüğe kavuşturmakla, serbest kılmakla, peçe ve çarşaf köleliğinden kurtarmakla mümkün olabileceğini anlatmaktadır. Bilindiği gibi Sfenks, Mısır’ın İslâm öncesi dönemlerdeki muhteşem uygarlığını temsil eder. O dönemlerde Mısırlı kadın, imrenilecek bir özgürlüğe ve devlet yönetebilecek üstünlüğe sahip bulunduğundan, söz konusu heykel, şeriat belâsından kurtulmanın ve kadına değer vermenin mutlak bir koşul olduğu anlamına gelmektedir.
Çünkü şeriatın zorladığı giysilerden ve daha doğrusu çarşaf felâketinden kurtulmak demek, kadın için bir bakıma “kişiliğe ve özgürlüğe” kavuşmak demektir. Kendisini tanınmaz hale getiren kılıktan ve bu kılığı Tanrı emridir diye zorlayan şeriat baskısından uzaklaşmakla hiç kuşkusuz bağımsızlığına ve insanlığına kavuşması demektir. (Mahmut ÖZYÜREK E. Tarih Öğretmeni)

“…Biz Anadolu Türkleri kadar mensup olduğu dinin içinde eriyip, öz benliğini yitiren bir başka toplum yoktur. Ve yine biz Anadolu Türkleri kadar ulusal geleneklerini, göreneklerini, niteliklerini, dilini, tarihini ve de her bir şeyini İslamiyet adına unutup, kendinden olmayan bir kılığa bürünen bir başka Müslüman toplum da yoktur.
Dahası; bu evrende, dini görevlerimin gereği diye, öz ceddinin ruhuna tüküren bir başka örnek de yoktur…” “Dinsel eğitimimiz, bilimsel eğitime baskın çıktığı için; biz de diğer 57 Müslüman ülke gibi hurafelerle, tarikat ve cemaatlerle yatıp kalkıyor, ne idüğü belirsiz sözde din adamlarının peşinde koşmaktan; ilimle, fenle ve bilimsel eğitimle uğraşmaya ve de üretmeye fırsat bulamıyor, yerlerde sürünüyoruz.” (Prof. Dr. İlhan Arsel)

Tarikat oligarşisi
Köy Enstitüleri’ne kilit vurulması, Kuran kursları gibi kamu dışı eğitim yapılarının yaygınlaşması, Diyanet’in tarikat mensuplarına açılması ve elbette anti komünizm. Tarikatların açık örgütlenmesi de böyle bir ortamda gelişti.
Tarikatların ekonomik gücüyle Türkiye kapitalizminin dönüşümü arasında esastan bir ilişki var. 50’lerdeki liberalizasyon, 80’lerdeki finansal serbestleşme ve nihayetinde neoliberal dönüşümün AKP eliyle tamamlanması… Bu ekonomik seyirde tarikatların da nasıl evrimleştiğini dikkate almayan bir yüzleşme, meseleyi dinin duygu dünyasına hapseder, onu daha da dokunulmaz kılar. Uzun süredir karşımızda “dünyanın nimetinden bir lokma, makamından bir hırka” almakla yetinecek türde yapılar yok çünkü. Devlet bürokrasisinde hâkimiyet kurmuş, toplumsal artıktan yüklü pay alan, siyasal rejimin omurgasını oluşturan bir ‘tarikat oligarşisi’ duruyor.
Tarikat tartışmalarında çoğunlukla üç ana uğrağa işaret edilir. İlki, Cumhuriyet’in erken dönemindeki yasaklar. İkincisi, 28 Şubat süreci. Üçüncüsü ise AKP’nin kayırmacı/liyakatsiz politikaları. Böylece tarikatların ‘yoldan çıkması’ ile orantısız siyasi müdahaleler arasında bir ilişki kurulur. Oysa bu yapılar, iktisadi ve siyasi rejimin, toplumsal yapının değiştirilmesinde Cumhuriyet dönemi boyunca aktif rol almışlardır.
DEMOKRAT PARTİ’NİN LİBERALİZASYONU
1945’teki toprak reformu kanununun tüccar ve tarım sermayesini CHP’den koparmasının bir ürünü olan Demokrat Parti’nin (DP) iktidarında ekonomide başlayan liberalizasyonla, tarikatların güçlenmesi neredeyse eşzamanlıydı. Reformun rafa kalkmasının toplumsal sonucu, kır yoksullarının kentlere göç etmesiydi. Hizmetlerden mahrum, eğitimsiz, güvencesiz ama geleneksel bağları güçlü bu kesimlerin arasında tarikatlar kolayca yayıldı. Yeni siyasal yönelim de bunu teşvik ediyordu: Köy Enstitülerine kilit vurulması, Kuran kursları gibi kamu dışı eğitim yapılarının yaygınlaşması, Diyanet’in tarikat mensuplarına açılması ve elbette anti komünizm.
Tarikatların açık örgütlenmesi de böyle bir ortamda gelişti. Mesela, İlim Yayma Cemiyeti o yıllarda doğmuştu. AKP’nin kurucu kadrolarının çoğu Menderes döneminde göç etmiş ailelerin ilk nesil kentli çocuklarıydı. 60’lar ve 70’ler boyunca ise sağ partilerle ilişki gelişti, milletvekilliği ile bazı bakanlıklarda kadrolaşma imkânı bulundu. En önemlisi siyasal İslam’ın, Anadolu’da yeşeren yeni tüccar sermayesi ile esnaf kesimi içinde bir tabana dayanan bağımsız bir parti olarak ortaya çıkmasıydı. Siyaseten kayrılmanın getirdiği ekonomik avantajlar olsa da mali yapının ana kaynağı Almanya’ya göçen işçilerdi. Devletin birer döviz makinesi olarak gördüğü gurbetçiler, kültürel farklılığın baskısına karşı geleneksel/dinsel bağlara sığınıyor, cami dernekleri üzerinden örgütlenmiş tarikatların da eline dönüşüyorlardı. Vaazların, fetvaların vs. kaydedildiği teyp kasetlerinin, gurbetle Anadolu arasında ördüğü iletişim hattı yalnızca bir dini ideoloji inşa etmedi, aynı zamanda bir ticaret yolu da açtı. Sonradan Suudi Arabistan’ın finanse ettiği Rabıta Örgütü ile bağlantılar ortaya çıkacaktı.
Tüm bunların ulusal ve uluslararası çapta hâkimiyet kuran siyasal bir habitatın içinde cereyan ettiğini unutmamak lazım. İthal ikameci politikalarla ulusal pazarda tüccarlıktan sanayiye evrilip holdingleşmiş büyük sermayenin, uluslararası pazarlarla bütünleşme arzusu ile toplumun emekçi kesimlerinin talepleri çelişiyordu. Çelişki, 12 Mart Darbesi’nin devleti yeni baştan kurgulamasıyla çözüldü. Kontrgerilla, ülkücü komandolar, mafyatik örgütlenmeler de vardı yeni kurgunun içinde. Etnik, dini bir ayrımcılık tezgâhına sokulup, zorbalıkla paramparça edildi toplum. Ve sermayenin değişim rotasında yeniden ıslahını sağlayacak ideoloji de Türk-İslam senteziydi.
İKİ BELA: SİYASAL İSLAM VE UYUŞTURUCU
Küresel konseptle de uyumluydu süreç. ABD’nin ‘yeşil kuşağı’, İran Devrimi, Afganistan’da Sovyet yanlısı rejimi yıkmak için Pakistan üzerinden Taliban’ı silahlandıran ABD’nin başlattığı mücahit savaşı, bir tür siyasal İslamcı enternasyonal fikri de doğuruyordu. İki belanın aynı anda nasıl musallat olduğuna dair kaba bir şablon çizsek, şöyle olurdu: Afganistan merkezli ‘yeşil kuşağın’ güçlendirdiği siyasal İslamcılık bir yanda; oradan akan tonlarca uyuşturucunun sonucu mafyalaşma, yozlaşma ve kontra faaliyetler diğer yanda… Türkiye’ye 40 yıldır yön veren siyasetin anatomisi neredeyse bu iki omurgada şekillendi işte.
Siyasal İslamcılık ve onun en örgütlü hali tarikatların güçlenmesi ile Türkiye kapitalizminin yönetim biçiminin dönüşümü birbirinden ayrılmaz hale geliyor; tarikatların siyaseten ve iktisaden yükselişi de başlıyordu.
24 Ocak Kararlarının öngördüğü finansal serbestleşmenin ilk ürünü Suudi sermayesiydi. 14 Aralık 1983’te göreve başlayan Özal hükümetinin iki gün sonra yayımladığı kararname özel finans kurumlarına izin verilmesi üzerineydi. 1985’te Faysal Finans ile Albaraka Türk kuruldu. 89’da Kuveyt Türk, 95’te İhlas Finans, 96’da Asya Finans… Faysal Finans ve Albaraka’yı kuranlar, gurbetteki işçilere dini hizmet veren tarikat ve Diyanet imamlarının maaşlarını ödeyen Rabıta Örgütü’nün yöneticileriydi. Ortakları arasında Özal, Topbaş, Ülker, Bayraktar ve Kalyoncu gibi aileler de vardı. Uğur Mumcu’nun Rabıta kitabındaki isimlerle bugünkü isimlere bakınca, tarikat-ticaret-siyaset ilişkilerinin kesintisiz geldiğini görüyoruz. Üzerine Topbaş ailesinin öncülüğünde Albaraka’nın ortaklarının, Kiğılı, Unakıtan, Tivnikli, Sürmeli ailelerinin kurduğu Bereket Vakfı’nı bir örnek olarak ekleyelim. Özal dönemi benzer vakıflar hızla yaygınlaştı.
Dolayısıyla tarikatların ekonomik kaynakları ve siyasi pozisyonları sadece elde ettikleri kimi ayrıcalıklarla ve sadece son yıllarla sınırlı değildir. Vakıf-tarikat kabuğu aralandığında Türkiye ekonomisinin dönüşümüne paralel ilerleyen finanstan ticarete, esnaflıktan holdinglere, siyasetten bürokrasiye uzanan kapitalist bir organizma çıkar. Ve doğal olarak kapitalist bir örgütlenme kaynaklar üzerinde tekelleşme güdüsüne sahiptir. Böyle bir hâkimiyetin yolu da zor gücünü etkilemekle mümkündür; yani devleti. Müritlikten kadrolaşmaya sıçrayan eğilimi bu açıdan da değerlendirmeli.
DEVLETİ ELE GEÇİRMEK…
Nitekim 90’lardan itibaren tarikatların yoğun biçimde kurslar, yurtlar, öğrenci evleri vb. faaliyetlere ağırlık verdiğini biliyoruz. Sağ ve hatta sosyal demokrat iktidarların da desteklediği faaliyetlerin ardında yatan şey ise eğitim hizmetinin, kamusal tekel olmaktan çıkarılmaya başlanmasıydı. 28 Şubat’ın merkezine oturan zorunlu eğitim kavgası boşuna değildi. Lakin eğitimde somutlaşan kavgayı, daha geniş cephede Anadolu’da yükselen ve siyasal temsilcisine kavuşan sermaye ile geleneksel büyük sermayenin devlet iktidarı üzerindeki kavgasıyla beraber düşünmek gerekir.
İşte 28 Şubat’ın yarattığı toplumsal iklimde geniş bir emekçi kesimini de ardına almış orta ve küçük ölçekli sermayenin ile neredeyse bütün tarikatlar, iktidar uğruna AKP şemsiyesi altında konsolide oldular. Sonuç malum; devamını deneyimliyoruz. Siyasi iktidarları ve bürokrasiyi etkileyen bir konumdan, bizatihi devleti parça parça parsellemiş, kamu kaynaklarını sömürgeleştirmiş ve hatta ekonomi politikalarını belirleyen bir duruma geldiler. İnanç üzerinde kurdukları tekel, iktisadi ve siyasi bir oligarşik güce dönüştü. Haliyle tarikatlarla yüzleşmek, Cumhuriyet’i kuru bir kabuğa çeviren politikalarla, siyasi ve iktisadi rejimle hesaplaşmayı da gerektiriyor. (BİRGÜN – BAHADIR ÖZGÜR – 18.12.2022)
This entry was posted in DİN-İNANÇ, İrtica, ŞERİAT - İRTİCA - KARANLIĞIN AYAK SESLERİ, TARİKAT VE CEMAATLAR, YOBAZLIK - GERİCİLİK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *