GEÇMİŞİN İÇİNDEN SALGIN BİR HASTALIK HİKÂYESİ * Ya kedi ölseydi…

Ya kedi ölseydi…

Yeni kolera önlemleri ve yalan haberler

Nuran Yıldırım – 21 Nisan 2020

Evvel zamanların (190 yıl öncesinin) pandemisini ele alan, COVID-19 pandemisi öncesinde, yani yeni “evvel zamanlarda” yazılmış bu yazı –özellikle halihazırdaki komplo teorileri ve sosyal medya paranoyaları göz önüne alındığında– on yıl sonra yeni bir bağlam kazanmamış mi sizce de? Bir nevi evvel zaman içinde evvel zaman… Değişen bir şey yok…

“Kordon (izolasyon) usulü özel yaşamı kısıtlıyor, işlerine gidemeyenler geçim sıkıntısı çekiyordu. Ahali Sultan II. Abdülhamid’in emriyle uygulanan tedbirlere, yalan haberler, dedikodular ve söylentilerle direniyordu. Salgın başladıktan sonra alınan her önleme bir kulp takılıp çeşitli söylentiler çıkarılıyordu…”
Osmanlı Devleti’nde 1831’den itibaren çıkan kolera salgınlarında hastalığın etkeni bilinmiyordu fakat deneme yanılma yoluyla bulaşıcı olduğu anlaşılmıştı. Bu nedenle hemen bulaşık yerlerden deniz ve kara yoluyla gelenlere karantina uygulanıyor, hastalar kordona alınıyor yani tecrit/izole ediliyordu. Bir bağırsak enfeksiyonu olan kolerada görülen şiddetli kusma ve ishal nedeniyle kimi meyve ve sebzelerin satışı yasaklanıyordu. Hastalığın kötü havadan ileri geldiği düşünüldüğünden sokaklardaki kokuşmuş çöpler temizleniyordu. Halk belli aralıklarla çıkan salgınlarda alınan bu önlemlere alışıktı.
Robert Koch (1843-1910) etkenini (vibrio kolera) bulduktan sonra (1883); koleranın suyla bulaştığı kesinlik kazandı. Kolera vibriyonları hastaların dışkılarında saf kültür halinde bulunuyordu. Hastalığın oluşması için kolera vibriyonlarının yiyecek ve içeceklerle bağırsaklara ulaşması gerekiyordu. Bunu önlemenin tek yolu, koleralı dışkısı bulaşmış eşyayla temas etmemekti. Hastalar ve hastalık görülen evler ve diğer mekânlar kordona alınıyor, buralarda yaşayan insanların dışarı çıkmaları kolluk kuvvetleri marifetiyle yasaklanıyor, mekânlar ve eşyaları dezenfekte ediliyordu. Ayrıca insanların dolaşımı sıkı denetim altına alınarak hastalığın bulaşması önlenmeye çalışılıyordu. Kolerayı tedavi amacıyla yeni ilaçlar ve yöntemler geliştiriliyordu.
Bu yenilikler, Ağustos 1893’te İstanbul’da çıkan kolera salgınından itibaren, Osmanlı Devleti’nde çıkan bütün salgınlarda gerek yurtdışından davet edilen gerek İstanbul’da bulunan yabancı hekimler tarafından önerildi ve uygulanmaya başlandı. Salgını bir an önce önlemek kaygısıyla apar topar uygulanan yeni tedbirler ve tedaviler halk tarafından benimsenmedi.
Kordon (izolasyon) usulü özel yaşamı kısıtlıyor, işlerine gidemeyenler geçim sıkıntısı çekiyordu. Ahali Sultan II. Abdülhamid’in emriyle uygulanan tedbirlere, yalan haberler, dedikodular ve söylentilerle direniyordu. Salgın başladıktan sonra alınan her önleme bir kulp takılıp çeşitli söylentiler çıkarılıyor, kuşkulu ve güvensiz bir ortam yaratılmaya çalışılıyordu. Bu söylentiler kulaktan kulağa yayılarak şehir efsanesine dönüşüyor, hatta Avrupa basınında bile ele alınıyordu. Bu itibar sarsıcı yalan haberlerden fevkalade rahatsız olan II. Abdülhamid Zaptiye Nezareti’ne dedikoduları üreten bu kötü niyetli kişilerin kimler olduklarının meydana çıkarılıp adli makamlara teslim edilmelerini emretse de söylentilerin önü alınamıyordu.
Aşağıdaki örneklerden, İstanbul ve İzmir’de yeni kolera önlemlerine yalan haberlerle pasif direniş gösterilmesine karşılık bazı yörelerde söylentilerin halkı galeyana getirip kırıp dökmelere yol açtığı anlaşılmaktadır.
Sahte kolera, şüpheli hastalık…
Önceki salgınlarda koleraya binlerce kurban veren İstanbul, 1893 salgınında ölenlerin az oluşu nedeniyle, hastalığın kolera olmadığı yolundaki dedikodularla çalkalanıyordu. Hastalığa “sahte kolera” deniyor, Şehremini Rıdvan Paşa’nın hazineden daha fazla para yiyebilmek için olmayan bir kolera salgını yarattığı iddia ediliyordu (Sabah, 1469, 17 Eylül 1893). Bu dedikodular hızla yayılırken, hekimler de hastalığın kolera olup olmadığında fikir birliğine varamadılar. Bu nedenle resmi tebligatlarda ve basında, “şüpheli hastalık” olarak anılıyordu. Avrupa basınında, koleradan “şüpheli hastalık” biçiminde söz edilmesiyle alay eden haberler yer almaya başlamıştı. Kordona alınmak istemeyenler, bu salgının kolera olmadığı haberini yayıyordu. Sahte kolera söylentileri ayyuka çıktı. Bunun üzerine II. Abdülhamid, hastalığın mahiyetinin kesin olarak hem de iradenin çıktığı günün akşamına kadar tespit edilmesini emretti. Dr. Zühtü Nazif ile Dr. Rıfat Hüsameddin yaptıkları mikrobiyolojik analizlerle, 17 Eylül 1893 günü bu hastalığın kolera olduğunu teşhis ettiler. Paris’ten davet edilmiş olan Dr. André Chantemess kolera teşhisini doğrulayınca,19 Eylül’de hastalığın kolera olduğu resmen gazetelerle ilân edildi.
Hastalar şırıngayla yapılan tenkiyeden ölüyor
Kolera basilleri asitli ortamda etkisiz hale geldiğinden, tedavi amacıyla bir miktar afyon ruhu ilave edilen limonat klorhidrik (Hidrojen ve klor bileşimi, tuz asiti limonatası) ile hafif bir antiseptik olan limonat laktik (süt asiti limonatası) kullanılırdı.
Ayrıca cilt altına veya damarlara serum fizyolojik (yüzde 0.6) şırıngalarıyla günde litrelerce su verilerek kusma ve ishalle kaybedilen su telafi edilmeye çalışılır, tanen (tannik asit) içeren karışımlarla tenkiye (lavman) yapılarak bağırsaklar yıkanırdı.
Ağustos 1893’te başlayan kolera salgınında Bebek’te pazar kayıkçısı Süleyman’a beyaz elbise giymiş üç belediye doktoru tarafından şırıngayla tenkiye yapıldığı ve hastanın bu yüzden öldüğü ağızdan ağza dolaşmaya başlamış, sonunda II. Abdülhamid’in kulağına gitmişti. Kolera hastalığının tenkiyeyle tedavisi daha önce işitilmiş bir şey değildi. Padişah 27 Kasım 1893 gecesi saat 12.30’da, kayıkçıya gerçekten tenkiye (lavman) yapılıp yapılmadığının incelenmesini ve sonucun derhal bildirilmesini emretti. Araştırma sonunda kayıkçı Süleyman’a tenkiye yapıldığını gören olmadığı anlaşıldı.
Belediye memurları ile hekimlerin halka kötü davrandıkları, kolera hastalarına zorla ilaç verdikleri yolundaki söylentilerin ardı arkası kesilmiyordu. Kısa süre sonra bütün İstanbul, Kasımpaşa’daki bir handa kalan İsmail’in –hekimler tarafından zor kullanılarak– kollarının bağlandığını ve şırınga ile tenkiye yapıldıktan sonra öldüğünü konuşuyordu. Soruşturmada hekimin elinde bir şırınga gördüklerini söyleyenler olduysa da İsmail’e zorla tenkiye yaptığı ispat edilemedi. Bunun üzerine itham edilen hekime mahkemeye başvurma hakkı olduğu bildirildi.

Sağda ve solda dezenfeksiyon memurları pulverizatörleriyle (İ.Ü. Nadir Eserler Ktp. Albüm: 91315/9)
Dezenfekte ve dezenfeksiyon gibi tabirler yasak
Ağustos 1893’te başlayan kolera salgınında ilk kez uygulanan modern dezenfeksiyon uygulamaları sırasında İstanbul’da, koleraya tutulanlardan bazılarının padişahın emri üzerine elbiseleri yanında yüzlerinin de sülümen (kalomel) ve asit fenikle temizlendiği ve zehirlenip ölenler bulunduğu yolunda şayialar dolaşmaya başlamıştı. Söylentilerin saraya ulaşması çok sürmedi.
18 Kasım 1893 günü; Dahiliye, Sıhhiye, Zaptiye Nezaretleri ile Şehremaneti’ne birer yazı gönderilerek “dezenfekte etmek” tabirinden temizliğin kast edildiği, halk “dezenfekte ve dezenfeksiyon” tabirlerine alışık olmadığından, bu tabirlerin birtakım yorumlara neden olduğu dile getirilerek bundan böyle bu tabirler yerine “tathir ve tanzif” [temizleme] gibi kelimeler kullanılması istendi. Aynı gün Sıhhiye ve Zaptiye Nezaretleriyle Şehremaneti’nden söylentilerin doğru olup olmadığının araştırılması istendi. Yapılan tahkikatta tahaffuzhanelerde suyla karıştırılıp kullanılan yüzde beşlik asit fenik ile binde birlik aksülümenin, pulverizatörler ile dezenfeksiyon amacıyla eşyaya püskürtüldüğünde, kazara insanın yüzüne gelse bile bir etki yapmayacağının fennen sabit olduğu, ayrıca bu maddelerin sadece eşyada kullanıldığı insan vücudunda kullanılmadığı anlaşıldı.

Sabit etüv makinesi. Dezenfeksiyon istasyonlarında (tebhirhanelerde) İki oda arasındaki duvara monte edilirdi. Koleralı evlerden getirilmiş eşya bir taraftan etüve yerleştirilir, soldaki kazandan gelen basınçlı su buharıyla dezenfekte edilirdi. Diğer odadaki görevliler etüvün kapağını açıp eşyayı alırlar ve ait olduğu eve götürürlerdi (İ.Ü. Nadir Eserler Ktp. Albüm: 90921/2).
Ölüler yıkanmadan, cenaze namazları kılınmadan gömülüyor…
1893 salgınında İstanbul’daki her belediye dairesinde Hıfzısıhha-i Umumiye Komisyonu’na bağlı olarak faaliyete geçirilen sağlık heyetleri genel sağlığı koruma yanında ölülerin muayene edildikten sonra gömülmeleri ile de yükümlüydü. Bu tedbir İstanbul’da yaşayan Müslim ve gayrimüslimlerde definlerin dini vecibeler yerine getirilemeden yapılıyor endişesini yaratmıştı. Koleradan ölen Müslümanların yıkanmadan ve cenaze namazları kılınmadan gömüldükleri yolunda rivayetler yayılmaya başladı. Sıhhiye Nezareti yaptığı inceleme sonunda; tahaffuzhanelerde koleradan ölen Müslümanların özel olarak bulundurulan imam marifetiyle yıkanıp kefenlenerek namazlarının eda edilmekte olduğu, evlerde ölenlerin müsait yer varsa evlerinde yoksa belediye dairelerinin kolera hastanelerinde, bir imamla sıhhiye heyeti ve belediye memurları huzurunda yıkanıp kefenlenip fenni kurallara uygun olarak mezarlığa gönderildikleri ve cenaze namazları eda edilerek gömüldükleri, şeriata göre yapılması icap eden işlemlerin hiçbirisinin ihmal edilmediği ortaya çıktı. Gayrimüslimlere de kendi dinleri ve mezhepleri icabına göre muamele edilmekte olduğu bildirildi. Rivayetlerin uydurma olduğu anlaşılınca Padişah’ın isteği üzerine Şehremaneti’nin hazırladığı bir ilân gazetelerde yayınlanarak halk bu konuda aydınlatıldı
Hekimler ilaçlar ve termometreyle hastaları öldürüyor…
İzmir’de 1893 yılında çıkan kolera salgınında halk, koleralıları tedavi etmeye çalışan hekimleri, hastalarını ilaçlarla hatta termometreyle zehirlemekle suçlamıştı. Ayrıca içme sularına zararlı maddeler atıldığı dedikodusu da kulaktan kulağa dolaşıyordu.

Solda, dezenfeksiyon görevlileri resmi ve iş kıyafetleriyle, 1911 (Müessesat-ı Hayriye-i Sıhhiye Müdüriyeti. İstanbul 1327 /1911, 91). Sağda, Darülaceze’deki büyük boy sabit etüv makinesi. İ.Ü. Nadir Eserler Ktp. Albüm: 90692/37)
Hekimler hastalarımızı öldürüyor
1895 Yılında Tarsus’ta hekimlere güvenmeyen halk, koleralılara verilen ilaçları kullanmadığı gibi kolera hastalarını da saklıyordu. Halk arasında, “Hekimler hastalarımızı özellikle öldürüyor! Bir ruh veriyorlar, sürdükçe hasta morarıp kıvrılıyor” söylentileri yayılıyor, ölümlerden hekimler ve kullandıkları ilaçlar sorumlu tutuluyordu. Oysa “ruh” dedikleri “kâfurlu ispirto” idi. Mor ispirtolu karışımların sancıları hafifletmek için karın bölgesine sürülmesi oldukça eski bir uygulamaydı.
Hekim-hasta ilişkisinde yeni kurallar
Bu olaylar karşısında II. Abdülhamid derhal yeni kurallar koydu.
Tedavi edilenlere verilen reçeteler eczanelerde muhafaza edilecek, reçetelerdeki ilaçların nerede, hangi hastaya, hangi tabip tarafından verilmiş olduğunu içeren bir defter tutulacaktı.
Hastaya bakan hekim, hasta ailesinden veya yakınlarından tedavi ve davranışından hoşnut olduklarına dair bir yazı alacaktı.
Koleralıların yüzlerine ve gözlerine ilaç sürülmek gibi uygunsuzluklara meydan verilmeyecekti.
Hastanın elbisesiyle bulunduğu yer fenni kurallara göre dezenfekte ettirilecek, vefat edenlerin teçhiz ve tekfininde hastalık bulaşacak korkusuyla dini vecibelerin yerine getirilmesinde kusur yapılmayacak, Müslüman olmayanlara kendi dinleri ve mezheplerine göre muamele edilip şikayete sebep olacak hal ve hareketlerin meydana gelmemesine fevkalade dikkat ve itina edilecekti.
Koleralı hastalara zorla ilaç verilmeyecek ve aşağılayıcı bir biçimde davranılmayacaktı. Bu davranışlarda bulunanların cezalandırılacakları açıklandı.
Boğaz sularına kolera bulaşmış, kayığa binmeyin!
1893 kolera salgınından sonra çıkan kolera salgınlarında da ortalıkta yalan haberler ve bunlardan kaynaklanan dedikodular dolaşıp durdu.
16 Ekim 1907-27 Ocak 1908 tarihleri arasında İstanbul’da görülen kolera vakalarının Rus hacılardan kaynaklandığı anlaşılınca Rusya’dan ve diğer koleralı ülkelerden gelen hacı adaylarını taşıyan vapurların İstanbul’a uğramaları yasaklandı. Çok geçmeden vapurlarda koleradan ölenlerin cesetlerinin denize atıldığı, bu gemilerin koleralıların dışkılarını içeren atık sularını denize bıraktıkları ve Boğaz sularına kolera bulaştığı söylentileri çıktı. Boğaz’ın iki yakası arasındaki ulaşım kayıklarla yapıldığından, kayıkçı küreklerinden sıçrayan su damlalarıyla koleranın İstanbul’a yayılacağı iddia ediliyordu. Bu yüzden birçok kişi Boğaziçi’nde ne kayığa biniyor ne de balık yemeğe cesaret ediyordu.
Ya kedi ölseydi…
1910’da Trabzon’da günlük ölümlerin 15-20’ye çıktığı günlerde koleralıların evleri kordon altına alınıyor ve kapılarına jandarma dikiliyordu. 26 Eylül 1910 günü kordon altındaki bir evin kapısında bekleyen jandarma eri çevresine, “Belediye doktoru Leon Efendi’nin evdeki hastaya verdiği ilaç kediye içirildi ve kedi öldü” deyince bu haber bir anda şehre yayılmış, halk galeyana gelmişti. Vali, ilacı derhal askeri doktorlara tahlil ettireceğini ve çıkacak sonuca göre hareket edileceğini anlatınca sakinleşen kalabalık jandarma tarafından dağıtılmıştı. Ancak şehir halkı yer yer toplaşıp, “hastalar koleradan değil doktorların verdiği zehirli ilaçlardan ölüyor” diye gösteriler yapmaya başlamıştı. Bir iki gün sonra 28 Eylül 1910 günü saldırıya uğrayan Dr. Leon, öldürülmesine ramak kalmışken zabıta güçleri tarafından kurtarılmıştı. 4 Ekim’de zehirli olduğu iddia edilen ilaç ile eczaneden getirtilen reçetenin muhafaza edildiği zarf, Vali ve iddia sahibi bazı kişiler ile Belediye Meclisi üyeleri huzurunda açılmış, önce reçete incelenmiş ve ilacın kolera tedavisinde kullanılan “limonat laktik” yani süt asiti limonatası olduğu anlaşılmıştı. İlacı kontrol eden doktorlar reçeteye uygun yapıldığını söyleyerek herkesin huzurunda birer fincan içmişlerdi. Ayrıca ilaç içirilen bir kedi kafeste gözetim altına alınmış ve birkaç gün sonra kedinin ölmediği resmi beyannameyle halka duyurulmuştu. Bu galeyana sebep ve ön ayak olanlar adliyeye sevk edilmişse de bu hareket suç kapsamına girmediği için serbest bırakılmışlardı.
Ya kedi ölseydi…

KAYNAKLAR
Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri 
A.MKT. MHM. 593/8, 9 CA. 1311[18 Kasım 1893]
DH. İD. 51/9, 15 L. 1328 [20 Ekim 1910]
İ. DH. 30, 14 CA. 1311 [23 Kasım 1893]
İ.HUS. 1311/RA-75, 6 RA. 1311 [17 Ekim 1893]
İ. HUS. 19, 8 CA. 1311 [17 Kasım 1893]
İ.ŞE, 1311/RA-010, 8 RA. 1311 [19 Eylül 1893]
Y. PRK. BŞK. 34/2, 19 CA. 1311 [28 Kasım 1893]
Diğer Kaynaklar
Çakıroğlu, M. : L’épidémie cholérique de Smyrne en 1893. İzmir 1894, 24.
Osman Nuri: Abdülhamid-i Sani Devr-i Saltanatı, Hayat-ı Hususiye ve Siyasiyesi. İstanbul 1327 [1911], 530.
Sabah Gazetesi, 17 Eylül 1893 ve  20 Eylül 1893.
Süleyman Numan: Tıp Fakültesi Seririyat-ı Tıbbiye Derslerinden: Kolera. Kostantiniye 1328 [1912], 31-32, 47-49, 146.
Şerafeddin Mağmumi: Bir Osmanlı Doktorunun Anıları.Yüzyıl Önce Anadolu ve Suriye. İstanbul 2001, 179.

EDİTÖRÜN NOTU:
Okuduğunuz yazı, Nuran Yıldırım’ın Herkese Sağlık dergisinde 10 yıl önce yayımlanan “Bir Salgın Nasıl Efsaneye Dönüşür” başlıklı yazısının gözden geçirilmiş halidir. (Herkese Sağlık, Sayı. 4, Şubat 2010, s. 53-54.)

https://t24.com.tr/k24/yazi/yeni-kolera-onlemleri-ve-yalan-haberler-ya-kedi-olseydi,2638
This entry was posted in EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, GEÇMİŞİN İÇİNDEN YAŞAM, Saglik. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *