Reichstag yangını, şok doktrini ve 15 Temmuz
Osman Oğuz- Yeni Özgür Politika, Temmuz 2016
Reichstag yangınının hemen ardından Hitler’i mutlak iktidara taşıyan Reichstag yangını, 15 Temmuz’daki darbe girişiminden bu yana çok konuşulan konulardan biri. Birçok kişi, başarısız girişimin Erdoğan’a Hitler’in kullandığı olanakları sağladığını düşündü; hatta bazıları, yaşananın zaten baştan beri bu uğurda düzenlenmiş bir “tezgah” olabileceğini dahi iddia etti.
Kapsamı, olaylar dizisi ve failleri göz önünde bulundurulduğunda darbe girişiminin böyle basit bir “tezgah” olma iddiası gülünçleşiyor, ortadan kalkıyor elbette fakat 15 Temmuz günü yaşananların Erdoğan için yeni rejimin inşasında dönüm noktası olarak “değerlendirilmek isteneceği” su götürmez bir gerçek. Hatta yaşananın tezgah olmasa dahi
önceden haberi alınıp yeni rejimin inşasındaki olası işlevselliği için yolu açılan bir darbe girişimi olduğu iddiası da yeterince muteber.
Bu haliyle 15 Temmuz darbe girişimi, icrası açısından değil ama sonuçları açısından “Erdoğan’ın Reichstag yangını” olarak tanımlanabilir. Girişimin hemen ardından başlatılan büyük operasyonlar, binlerce gözaltı, on binlerce işten atma ve nihayetinde olağanüstü hal ilânı, bunu söylemek için gayet yeterli.
O halde hatırlayalım: Reichstag nasıl yanmıştı?
Hitler, yangından nasıl çıkmıştı?
Komünist tehdit!
1932 yılının Kasım ayında yapılan seçimlerde Adolf Hitler’in başında olduğu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) yüzde 37, Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) yüzde 21, Almanya Komünist Partisi ise yüzde 14 oy aldı. Seçimler ardından Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, hükümeti kurma görevini Hitler’e verdi; fakat
NSDAP, parlamento çoğunluğunu sağlayamamıştı, ufukta koalisyon görünüyordu.
Hitler, söyleminin bir yanını krizlerle boğuşan halkın iş ve ekmek talebinin, diğer yanını ise ülkedeki güçlü komünist hareketin büyüttüğü “tehdidin” üzerine kurmuştu. Cumhurbaşkanı da Hitler’in “komünist tehdit” söylemine katılıyor ancak demokratik teamüllerde de ısrar ediyordu. Demokratik yollardan mutlak hakim olamayan Hitler’e bir
“gerekçe” gerekiyordu ve bu gerekçeyi kendisinin yaratmasından daha etkili bir çözüm yolu da yoktu.
Takvimler 27 Şubat 1933’ü gösterdiğinde Almanya Parlamentosundan (Reichstag) kara dumanlar yükselmeye başladı. Milli iradenin temsilgâhı alev almıştı! Hükümet kurma görevini “henüz yerine getirememiş” olan Hitler ve kurmayları hemen harekete geçti: Komünistlerin ayaklanması başlıyordu, acilen tedbir alınmalıydı, hemen bir şeyler yapılmazsa Almanya kızıl eşkıyaların pençesine düşecekti!
Yazının girişindeki konuşmayı Hitler, daha o gece yaptı. Soruşturma hızla sonuca doğru gitti. Marinus van der Lubbe isimli Hollandalı bir komünist, yangını bir başına çıkarmakla itham edilerek derdest edildi.
Hitler’in manipüle ettiği basın, Lubbe’nin yangını itiraf ettiğini, hatta “eylem talimatı” mahiyetindeki mektup kartlarının bulunduğunu yazıyordu. Oysa Reichstag, aynı anda birkaç noktadan birden alev almıştı ve Lubbe’nin bu eylemi tek başına gerçekleştirmesine imkan yoktu; daha sonra yangınla ilgili tutuklananları ise Lubbe, uzaktan yakından tanımıyordu.
Ardından Lubbe’nin inançlı ve akıl sağlığı bir ölçüde yerinde olmayan bir komünist olduğu, NSDAP tarafından manipüle edildiği ortaya çıktı; halen memleketi Hollanda’da bir milli kahraman gibi adına anıtlar bulunuyor.
Adolf Hitler ise yangın ardından istediğini elde etmişti. Önce Cumhurbaşkanı Hindenburg’a bir kararname imzalattı: Komünist tehdide karşı bütün güvenlik tedbirlerini alacak, “inlerine girecekti.” Operasyonlar büyük bir hızla başladı. Binlerce kişi tutuklandı, görevden alındı veya öldürüldü. Parlamentodaki 181 komünist milletvekilinin de tutuklanmasıyla birlikte Hitler, ülkeyi 4 yıllığına yalnız kendisinin yönetmesini sağlayan “olağanüstü hal” uygulaması için gerekli oy oranına ulaşmış oldu.
O, yasa çıkaran ve bu yasaları yürütendi. Söylediği her söz, “kanun hükmünde kararname” haline gelmişti. O dört yıl, elbette, 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bir şekilde uzayacaktı.
Şok doktrini
Hitler Almanyasının ve daha birçok devletin tarihte defalarca kez uyguladığı bu “yönetim metodu”, yıllar sonra Naomi Klein tarafından formüle edildi: Şok doktrini. Bu tanım, sermayenin kitleleri yönetmek için kullandığı “felaketlere” işaret ediyordu: Şoka uğramış bir toplum, normalde kabul edemeyeceği yaptırımlara rıza gösterebilirdi. (Türkçede
“rıza” ile “arıza” sözcükleri arasındaki fonetik benzerlik, belki de kaderin cilvesi.)
Bu şok, “tertiplenmiş” felaketler ardından gelişebileceği gibi bir doğal afet sayesinde de “kullanışlı” hale gelebilirdi. Sözgelimi Sri Lanka’da yıllarca eylemlerden dolayı gerçekleştirilemeyen özelleştirmeler, tsunami felaketi ardından toplumun içine düştüğü şok halinde kotarılabilmişti.
ABD, 11 Eylül felaketini bir dizi “güvenlikçi” politikanın ve işgalin gerekçesi saymış, cılız bazı sesler ortaya çıkmışsa da gerçek bir “meşruiyet” tartışmasını kimse açamamıştı. 7 Haziran sonrası AKP, önce kitle konsolidasyonu, ardından ise “şokla yönetme” konusunda Türkiye’ye çağ atlattı.
Manipülasyon ve dezenformasyon, 2003’ten bu yana merkezi bir politika doğrultusunda hayata geçirildi ve buna yalnızca “karşıt söylem” ile müdahale etmeye çalışan muhalefetin “kurucu siyaset” yapamaması ya da Wilhelm Reich’ın deyişiyle “iktidarın karşısına yaşam süreçlerinin nesnel, objektif/pratik bilgisiyle dikilmemesi”, AKP’yi “siyaset yapma tekeline” dönüştürdü.