ÜLKELER “DEMOKRASİ İLE” NASIL İŞGAL EDİLİYOR * Bölüm 4/5 * SESSİZ SAVAŞ * ABD VE AVRUPA SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİ (NGO) KULLANARAK BAĞIMSIZ ÜLKELERİ NASIL YÖNETİYOR

SESSİZ SAVAŞ ABD VE AVRUPA SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİ
(NGO)  KULLANARAK BAĞIMSIZ ÜLKELERİ  NASIL YÖNETİYOR

Yazan Dr. Ali Nazmi Çora
Özet  Naci Kaptan / 11 Ocak 2022

BÖLÜM I                              https://nacikaptan.com/?p=96088
BÖLÜM II*III                      https://nacikaptan.com/?p=96139
BÖLÜM IV*V                       https://nacikaptan.com/?p=96215
BÖLÜM VI*VII                    https://nacikaptan.com/?p=96422
BÖLÜM VIII*IX*X             https://nacikaptan.com/?p=96575
BÖLÜM XI*XII*XIII          https://nacikaptan.com/?p=96984

BÖLÜM IV
“THINK TANK” (DÜŞÜNCE, STRATEJİK ARAŞTIRMA)
DENİLEN “GİZLI VE GÜVENLİ ODA” ÇALIŞMA GRUBU

Her ülkede olduğu gibi, şirketler için esas olan devlet politikaları­na ve kararlarına yön vermektir. Yön verilecek olan devlet yönetimi ve yasama organları olunca, yönlendirici elemanların niteliği de önem kazanır. Bu elemanların büyük çoğunluğu, devlet deneyimine sahip eski ve yeni görevlilerden seçilir. İkinci eleman kaynağıysa, yine devlet organlarıyla içli dışlı olmuş akademisyenleri barındıran üniversitelerdir.

AB-D, bu türden kaynaklar bakımından oldukça zengindir. Dış ül­kelerde izlenecek AB-D çıkarlarına uygun ayarlama işlerine denk dü­şen araştırma, inceleme, değerlendirme çalışmalarını gerçekleştirecek olan dernek, vakıf, enstitü adı altında kurulan, eski memurları, aka­demisyenleri, şirketlerin seçkin yöneticilerini bir araya getiren örgüt­lenmeler “think tank” adı altında toplanıyorlar.

Türkiye’ye “düşünce topluluğu” çevirisiyle ithal edilen, ya da da­ha batıcı sivillerce, yabancıya tapınma gösterisiyle kullandıkları “think tank” II. Dünya savaşından kalma askeri bir oluşumdur. ABD ordusunda, planların ve stratejilerin değerlendirildiği güvenliği sağ­lanmış, gizli ve özel odaya “think tank” denilmiştir. “Think tank” adı, ordu dışında ilk kez, 1950’lerde, yine orduyla bağlantılı olarak kuruldu.

Dünyadaki ülkelerin AB-D egemenliğine boyun eğmeleri için aşağıdaki konularda doktrinlerin geliştirildi, ve bu uygulamaların gerçekleştirilmesi için konusunda uzmanlaşmış kişiler den oluşan “Think Tank” adlı kuruluşlar teşkil edildi.

Çok da işe yaradı. Zira bu uygulamalar o ülkedeki Diktatör lere veya o devleti yönetenlere sürekli rüşvet vermekten veya asker kullanmaktan çok daha ucuza mal oluyordu.  Dünyadaki ülkelerin AB-D egemenliğine boyun eğmeleri için takip edilecek doktrinler;

-Silahlı gücün zayıflatılması: İktisadi bunalımı bahane ederek top­rak bütünlüğünü koruyan ulusal ordunun, silah donanımlarında, komuta kontrol ve iletişim sistemlerinde yenilenme alımlarının kısıtla­narak, ulusal gücün zayıflatılması.

-Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbe siyle egemen devletin ele geçirilmesi. Merkezi direniş olursa, yaygın ve sü­rekli kitle gösterileri düzenlenmesi. Bu sürecin hızlandırılması için halkı ikna edici etnik çatışmaların düzenlenmesi, ölümle sonuçlanan kışkırtmalarla etnik ya da mezhepsel kimliklerin kemikleştirilmesi.

-Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devredilmesi: Yerel yö­netimi güçlendirme adı altında, toplumsal hizmetlerin “kârlılık” esası­na oturan şirketlere devredilmesi, su-elektrik gibi kentsel işletmelerin yabancı şirketlere devredilmesi için gerekli düşünsel alt yapının oluş­turulması.

-Kültürel kaynaşmanın yıkımı: “Çok kültürlülük” propagandasıyla toplumsal ortak kültürün temellerinin yıkılması. Din kültürünün par­çalanmasıyla geleneksel akışın kesilmesi; ulusal dayanışmayı pekiştiri­ci etkisinin yok edilmesi için, “medeniyetler arası diyalog” progra­mıyla, Batı’nın dinsel kurumlarının güdümünde eritilmesi. Böylece azınlık din kurumlarıyla, ulusal egemenliğin karşısında ortak, dinsel cephe oluşturulması.

-Ülke yasalarının ve anayasalarının çok etnikli, federatif bir yapı oluşturacak biçimde yeniden düzenlenmesi, operasyo nun temel aşa­maları arasında, küçük ya da büyük, kanlı ya da kansız olaylarla testler yapılarak, oluşumun düzeyi ölçülerek hız ayarlanması ve kü­çük program değişikliklerinin gerçekleştirilmesi. Zaten testler, eski tür, örtülü “dirty work/ pis işler”de olduğu gibi uygulanır.

Aşamalar birer birer geçilirken, ülke dışında da paralel süreç yü­rütülür. Çok kültürlülük propagandasıyla etnik ayrıştırma ve çatıştır­ma sürecinin güçlendirilmesi için, insan hakları raporları giderek et­nik azınlık hakları raporlarına dönüştürülür

Avrupa ve Amerika’da etnik ve dinsel ayrılıkçı “diaspora”ya parasal ve siyasal destek veri­lir. Küllenmiş tarihsel çatış malar, acılar yeniden ateşlenir. Ülkede özgüveni sarsılmış halkın, gün geçtikçe, yabancı kültüre, yabancı düzene özen me eğilimleri kışkırttılar.

ABD’de akademik görünüşlü “Institute” ile ideolojik görünüşlü “Heritage Foundation” gibi tutucuların örgütlediği vakıflar ile CFR, Carnegie Endowment, Woodrow Wilson Centre gibi, dış siyaseti te­peden yönlendirici seçkinler kulüplerinin yanı sıra, devlet tarafından kurulmuş CSIS gibi raporcu şirketler, IRFC gibi doğrudan Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bürolar, Middle East Forum, Washington Institute, Freedom House, CMCU, USIP gibi yan resmi merkezler de “think tank” olarak niteleniyorlar.

Hatta bunlara, Unification Church, Professors World Peace Academy ve Religious Youth Service gibi Sun Myung Moon’un tari­kat örgütleriyle, ISNA (Islamic Society of North America), CAIR (Council on American Islamic Relations), Minaret gibi, İslam dünya­sını yönlendirerek ABD’nin iktisadi egemenliğine uygun politikaları destekleyecek ve toplum üstünde baskı kuracak olan cemaat örgütle­ri de katılıyor.

AB-D’de bu tanıma uyan, binlerce “think tank” örgütü bulu­nuyor. Bu örgütler, emekli dışişleri ve istihbarat elemanları, AB-D’ye yerleşmiş üçüncü dünya elemanları, operasyonlarda dünya deneyimli CIA veya AB İstihbarat eski istasyon şefleri ve akademisyenler için önemli bir ekmek kapısıdır.

“Think tank” örgütlerinin en önemli yararı, AB-D yönetiminin so­rumluluktan kurtarmalarıdır. AB-D resmi organlarının başka ülkelerde araştırma ve incelemeler yapması, o ülkelerce, şimdilerde pek kulla­nılmayan eski deyimle “casusluk” etkinliği olarak değerlendirilebilir ve devletlerarası anlaşmazlıklara neden olabilir. Teslim edilen rapor­lar, AB-D resmi belgeleri olarak ele alınıp, casusluk suçlamalarına yol aça bilir.

İnsanlık yararına çalışır görünen vakıfların, derneklerin hazırladık­ları “entelektüel” ürün görünümlü “project” rapor ları, ABD ya da Av­rupa devletlerinin yönetimlerini bağlama yacaktır.

Üstelik “think tank” örgütlerinin masrafları da, ilgili şirket ve vakıflarca karşılanırsa, devlet bütçelerine fasıllar eklemek, ABD Kongresi’nden onay almak gibi, güçlükler de kolayca aşılmış olacaktır.

Daha da önemlisi, dış ülkele­rin akademisyenlerine, eski diplomatlarına hazırlatılacak raporlara kaynak aktarılırken akademik bir görünüm verilmekle kalınmayıp, “işbirlikçi” ya da “kökü dışarda” gibi rahatsız edici ulusal suçlamala­ra, karalamalara karşı bir korunma örtüsü de sağlanmış olacak tır.

Bunların dışında, belki de en önemli yarar şudur; Bir yabancı devletin kurumuyla ilişki kurmaktan çekinen kişiler “thinktank” deni­len kuruluşlara rahatça girip çıkabilecek, “think tank” denilen kuruluş da çok sayıda kişiyle daha kolay bağlantı oluşturabilecek ve hatta kitlelere ulaşabilecektir.

YABANCI PARTİLERLE ÖRGÜTLER

Siyasal partilerin yabancı ülkelerin siyasal partileriyle görüş alışve­rişinde bulunmaları, konferanslar düzenlemeleri olağan karşılanabilir.

Ne var ki, yabancı bir siyasal partinin bir ülkeye gelip, bir yerel partiyi desteklemek, belediye seçimlerini yönlendirmek üzere etkinliklerde bulunması egemenlik alanına saldırı olarak değerlendirilir.

İşin içine “enstitü” ve “stiftung” ya da “foundation” kılıklı örgütler girerse, yakınlaşmalar “think tank” ile siyasal parti arasında kurulan bir tür derin düşünce ilişkisine dönüşecek; “fikir alışverişi” ya da “bilimsel yardım” ya da “teknik destek” ve her ne olarak nitelenirse nitelensin, kitabına uygun olacaktır.

Bu örgütlerin kendi anavatanlarında (ABD-Batı Avrupa) siya sal çalışma yapmaları yasaktır. Örneğin Türkiye’de demokrasiye büyük katkı( !) koymak üzere, dışardan parayla ya da eleman masrafları kar­şılanarak desteklenmiş olan bir “sivil” örgütün kalkıp, Amerika’ya gitmesi ve orada Amerikan demokrasisine katkıda bulunması kesin­likle yasaktır.

Örneğin, Türkiye’deki İnsan Hakları Derneği, Helsinki Vatandaşlık Cemiyeti, 11 Eylül 2001’deki ikiz kule saldırısından sonra “milli gü­venlik” gerekçesiyle, basına konulan yasakların “demokrasi ve insan haklarına aykırılığı”nı anlatmak üzere ABD’de bırakın bir yayın yapmayı, az katılımlı bir bilimsel konferans dahi düzenleyemez.

Bu yasak, yalnızca bu tür “think tank” denilenler için değil, tüm yabancı ülke yurttaşları için geçerlidir. NED kaynakların tüm yabancı ülke yurttaşları için geçerlidir. NED kaynakların dan destek alanlara ise tümüyle yasaklıdır.

Bu durum, NED’den parasal destek alacak olan­ların uyması gereken sözleşmelerde, şu satırlarda açıkça belirtilmiştir:

“NED yardımlarında izin verilmeyen durumlar: Birleşik Devletler kitlelerini, herhangi bir parti politikası ya da (politika) uygulan­ması, ya da (senatör-temsilci) adayı hakkında eğitim, yetiştirme ya da bilgilendirmeyle ilgili masraflar.”

Operatörler ve özellikle Türkiye’deki ortakları, üçüncü ülkeler de iç siyaseti doğrudan yönlendiren bu örgütlerin, parti bağları bulunma­dığını sıkça belirtmektedirler.

Oysa, NED öncülüğünde oluşturulan ve Amerika-Avrupa ağını İşleten örgütleri yan yana getiren WMD (World Movement for Democracy/Demokrasi için Dünya Hareketi) örgütünün “Demokrasiye Yardımcı Vakıflar Şebekesi” adlı tanıtım sayfalarında, bu ‘sivil’ örgütlerin, siyasal parti bağları, açıkça belirtil­mektedir. Bu sayfalarda sayılan örgütlerden birkaçına bakmak yeterlidir:

“IRI, Cumhuriyetçi Parti’ye bağlıdır ve Birleşik Devletler Hükümeti’nden (NED ve AID kanalıyla) katkılar alır. NDI, Uluslararası İşler için Ulusal Demokrasi Enstitüsü, De­mokratik Parti’ye bağlı bağımsız bir örgüttür. Friedrich Ebert Stiftung: Alman Sosyal demokrat Partisi’ne bağlı bir politik parti vakfıdır.

Heinnch Böll Foundation: Alman Yeşiller Partisi ile birlikte­dir.

Hans Seidel Stiftung: (Alman) Hıristiyan Demokratik Birlik Partisi’ne bağlı bir politik parti vakfıdır.

Konrad Adenauer Stiftung: (Alman) Hıristiyan Demokrat ha­reketiyle ilişkilidir.

Olaf Palme Uluslararası Merkezi: İsveç Sosyal demokrat Parti Sendikalar Konfederasyonu ve Kooperatifler Birliği tarafın­dan kurulmuştur.

Jaures: Fransız Sosyalist Parti’ye bağlıdır..

Alfred Mozer Foundation: 1990’lann başında, Hollanda İsçi Partisi (Puda), Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde ‘kontaklar sağ­lamak ve kurmak’ amacıyla bir vakıf kurmuştur.”

Bu alıntıda görülen “bağlı” ama “bağımsız bir örgüttür” gibi, Amerikan türü yazı sürçmelerini bir yana bırakırsak, siyasal partilere bağlı olduğu açıklanan bu örgütlerin ve onlarla, kendi yayınlarındaki anlatımla “işbirlik” yapanların, siyasal partilerin organı olmadıklarını ileri sürmelerinin, karşılarında kileri aptal yerine koymalarından başka­ca bir anlamı yoktur.

Bu aptallığa kendilerini kaptırmış çevreler ve ki­şiler, bu örgüt lerin salt siyasal parti bağlarının da ötesinde, dışişleri ve istihbarat deneyimine sahip memur ve operatörlerce yönetildikle­rini, etkinlik raporlarının tümünün dışişleri bakanlıklarına, ABD kong­resine sunulduğunu görebilirlerse, “bağımsız” ve “bilimsel” ortaklıkla­rının değerini daha da iyi anlayabilirler.

ABD Dışişleri ile ‘sivil’ eşgüdüm:

Yabancı ülkelerdeki “sivil’ örgüt” ve “demokrasiyi geliştirme” diye yürütülen işlerin, ABD Dışişleri’nin bilgisi dışında

yürütülmesini bek­lemek, saflık olur. ABD’nin dünya eylemleriyle ilgili tüm girişimle­rinin, ilişkili yasalarının, ABD ulusal güvenliğine ve ABD ulusal çıkar­larına uygunluğu değişmez bir kuraldır. Bu öylesine bağlayıcı bir hükümdür ki, ABD onca serbest piyasacılığına karşın, gerek görürse, ulusal güvenliğine aykırılık ilan ederek ticari kısıtlamalar koyabilir ve askeri müdahalelerde bulunabilir.

Bu durumda, NED’in “project” denilen etkinliklerinin, ABD Dışişleri Ba­kanlığı ve yabancı ülkelerdeki ABD misyonları ve istihbarat kurumuy­la birlikte yürütülmesi kaçınılmazdır. NED yasasında bu eşgüdümle ilgili açık bir hüküm yoksa da, NED raporları uygulamanın niteliğini belirliyor:

“..hem Washington’da, hem de sahada (Türkiye gibi ülkelerde diye okuyun) belirli bir koordinasyon gerçekleştirilmiştir. En bü­yük eşgüdüm de. sonuncusunu (saha koordinasyonu), (yani) bağış yapılan işçi örgütlenmesiyle eşgüdümü kapsamaktadır. (..) çünkü işçi (örgütlenmesi) yerinde yapılanmayı ve ABD elçilikleriyle uzun dönemli olarak kurulmuş (ilişkiler) gerektirmektedir.[9] NED ile (ABD) Dışişleri Bakanlığı, şu konularda anlaşmışlardır:

(1) NED herhangi bir “project” işine girişip para vermeden önce ABD Dışişleri’ne bilgi verecektir.

(2) NED yönetim Kurulu’nun onayına sunulan tüm ‘project’ önerilerinin bir kopyası, ABD Dı­şişleri Bakanlığı Siyasi İşler Yardımcılığı’na verilecektir.”

Türkiye’deki “Sayıştay” benzeri, ABD denetim organı GAO (Ge­neral Accounting Office)’in raporundan anlaşıldığına göre; yabancı ülkelerdeki, örneğin Türkiye’deki, bir kurum ya da kuruluş, yani “va­kıf” ya da “enstitü” adı verilen dernek, yani genel adıyla bir örgüt, “Ben ülkemde, şu “project” işini, örneğin “İslam ve demokrasi” ya da “kimlik sorunu” ya da “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, otonomlaştırılması” gibi projelerle ilgili “workshop” çalışmaları yapacağım. Bu iş ya da işleri bitirince bir rapor, bir kitap, radyo yayını, televizyon bel­geseli, hatta bir roman hazırlayıp, size (IRI, NDI, CİPE, ACILS’e) sunacağım; şu tür bir ekiple çalışacağım ve paraları şöyle harcayaca­ğım; bu işler için, sizden şu denli dolar/sterlin/mark/euro istiyorum” diyerek, başvuru özet-raporu hazırladığında, bu ön rapor bir yabancı devletin Dışişleri Bakanlığı’na, hem de siyasi isler bölümüne, yeril­mektedir.

Gerisi artık, NED ile ABD Dışişleri Siyasi Bölümü arasın­daki eşgüdümün öngöreceği ‘ferasete’ kalmış oluyor.

Bir kurgu yapılırsa, yerli ‘sivil’ in, para karşılığında, T.C. devleti­nin, güvenlik kurumları dahil, ilgili makamlarına rapor hazırladıkları görülse, ‘sivil’ adından devletle ilişiksiz olmayı anlayanlar, hâlâ ken­dilerine “sivil” diyebilirler miydi? Ne yazık ki, bu soruyu “Elbette ha­yır!” diye yanıtlamak olanak sız.

Para verilmeden önce, ABD Dışişleri’ne ön rapor sunulması nın öteki yüzünde, ABD Dışişleri’nin ya da; Başkan, Dışişleri, Milli Sa­vunma bakanları ile Genel Kurmay Başkanı, CIA, FBI direktörlerin­den oluşan NSC (Milli Güvenlik Kurulu)’nın isteği doğrultusunda, ‘project’ hazırlanması olasılığıdır.


BÖLÜM 5

WEB – ÖRÜMCEK AĞI

ABD Başkanı Reagan’ın 1982’de yönetime gelir gelmez, kendisine doğrudan bağlı bir çekirdek kadro oluşturuldu. Bu kadro eliyle biçimlendirilen yeni demokrasi modeli, iki temel düşünceye dayanıyordu: Ülke bağımsızlıkları için örgütlenen her siyasi hareket komünisttir ve ülke bağımsızlığı için savaşan, silahlı olsun olmasın her oluşum teröristtir. Onlara göre bağımsızlık örgütleri nerede olursa olsun terörist olmakla kalmaz, aynı zamanda kesinlikle KGB tarafından kurulmuştur.

Reagan’ın çevresine topladığı bu kadroya göre, diktayla yönetilen ülkelerde yapılan toplu kıyımlar, baskı ve zulümler, “terörizm” olarak adlandırılamaz. Çünkü bu dikta yönetim leri, komünizme karşı sa­vaşmaktadırlar. Bu ilginç teoriye, ABD’deki kimi siyaset yazarlarınca Reagan Demokrasisi adı verildi. Oysa Reagan yaklaşımı, onların gösterdiği denli basit ve hafife alınacak türden değildi. Aslında, Reagan Demokrasi si yalnızca, sert anti-komünist mücadele dönemin­den ‘Yeni Dünya Düzeni’ne geçişin bir safhasıydı.

Asıl amaç, NATO-Varşova Paktı çekişmesinin, NATO lehine çö­zülmesi ve ardından oluşacak yeni devletlerarası düzeni, uydu siya­setçi ve uydu askerlerle ya da elemanları güderek, uzaktan yönlen­dirmek yerine, ülke halklarının da canı gönül den onayıyla yerinden ve doğrudan yönetmekti.

Uzun dönemli amaçlara yönelik etkinliklerin kalıcı olması için, ye­ni kuşakların bu işin önemli bir ayağı örgütlü akademisyenler tabanı oluşturmaktır. Zaten yıllardır, özellikle dünyanın doğusundan ve gü­neyinden Amerika’ya çekilen genç insanlara yaptırılan akademik ça­lışmalarda, onların kendi öz ülkelerinin etnik oluşumu, dinsel-mezhepsel bileşimi, iktisadi ve siyasal yapılanması ayrıntılarıyla işle­niyordu.

Bu gençlerin bir bölümü, Amerika’da yerleşip öz ülkelerine yöne­lik grup çalışmalarını sürdürürken, geri kalanları da öz yurtlarındaki üniversitelerde genç kuşağın eğitimini üstleniyor ve onları kendilerine benzetiyorlardı. Avrupa’nın doğusundan Asya’da okyanus kıyılarına, Hindiçini’den Afrika’ nın Atlas okyanusu kıyılarına, Orta Amerika’dan Antarktika’ ya uzanan anakaralarda, bağlı bürolarla, vakıf – NGO -parti bağlarıyla, devlet yöneticileri ve ticaret-sanayi odaları ilişkileriy­le, yayın dünyası dostluklarıyla yürütülen bu operasyona, 1982’de ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından ‘project democracy’ adı ve­rildi.

James Petras, bu operasyonun arkasındaki gücün -Türkiye’ de her nedense “sivil” olarak adlandırılan örgütlenmenin- bir başka boyutu­nu ortaya koyarken, ‘neo-liberal’ sınıfların uygulanmakta olan siyaset sonucu, toplumda kutuplaşma yarattığını; bu durumun toplumsal ça­tışmaları kışkırttığının

anlaşıldığını, dipten taban örgütlenmesiyle bir­biriyle zıtlaşacak olan sınıflar arasında bir tür tampon örgütlenme ya­rattıklarını belirtiyor ve ekliyor:

“Bu örgütler neo-liberal kaynaklara bağımlıdır ve sosyo-politik hareketlerle yerel önderler ve eylemci çevreleri ele geçirmek üzere rekabet etmektedir. Bu örgütler 1990’lara dek ‘non-governmental’ olarak adlandırılmakta ve sayılan binleri bulmak­ta; dünya ölçeğinde dört milyar dolara yakın para almaktadır­lar,”

Saf demokrasi işleri her zaman bilimsellikle sürmez. 2004 yılında NED’in Irak işlerine ayırdığı ve ABD Dışişleri Bakanlığı’ ndan aldığı resmi para 30 milyon dolardır.[15] Irak’ın etnik, mezhepsel parçalanışı­na bu dolarların katkısı kuşkusuz salt Irak içindeki örgütlenmeyle sı­nırlı olamaz. Irak’ta kan dökerek sürdürülen işgale demokratik (î) katkının elemanları arasında Türkleri de bulabileceğinizi rahatlıkla düşünebilirsiniz.

Kuşkusuz para her şeyi çözmeye yetmez ve açıktan yapılanla da yetinilemez. Örtülü ya da yarı örtülü etkinlikler aynı anda sürdürül­mekte, resmi ile ‘sivil’ görünümlü araçlar birlikte kullanılmaktadır.

Bu işler aynı zamanda yüksek beceri, örgütleme ve bilgi top lama deneyimi ister. İşte bu nedenle NED, IRI, NDI ve CIPE’nin yönetim kademelerinde, istihbarat kurumlarından ve CIA’dan emekli uzmanlar ile ABD savunma ve dışişlerinden emekli üst düzey memurlar görev aldı. Bunlara kartellerde uzun yıllar görev yapanlar, Afganistan, Orta ve Güney Amerika ülkelerine yönelik operasyonları doğrudan yönetmiş ve Doğu Avrupa ile Sovyetler Birliği’nde ince işler kotarmış olan ünlüler de katıldı. ABD’nin ünlü yöneticilerinden CIA eski direktörü Colby, “Project democracy” adı altında sürdürülen bu operasyonu özlü bir biçimde açık yüreklilikle ilan ediyordu:

“CIA’nın örtülü olarak yaptıklarını açıktan yapıyoruz.”

Toplumla devlet arasına giren yeni örgütlenmelerden beklenen şey, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulması dır. Dünyanın hiçbir ülkesinde, hiçbir devlet bunu kabul edemez. Çünkü, paralel egemenlik demek, o ülkede yeni bir güç odağı oluşturarak, yeni ve etkili bir ortak yaratmak, icrayı anayasal sorumluluk taşımayanlara devretmek anlamını taşır.

Yurttaşlar bu iki başlılık arasında sıkışıp kalır. Hukuksal eşitliğin yerini paraleldeki örgütün sunacağı ayrıcalıklar alır. Yeni egemenlik merkezinin güdümüne girenler, devletin egemenlik alanından ayrılır­lar.

Bu ayrılış, ilk bakışta “özgürlük” gibi algılanırsa da, ülkedeki yurttaşların arasındaki geleneksel ve yasal ilişkileri parçalar. Giderek bir tür cemaat, dernek, vakıf derebeylikleri oluşur.

‘Derebeylik’ deyince bunun ille de, şatolarda oturan, köylüleri köleleştiren eski zaman beyleri akla gelmemeli. Bu paralel devleti bir dinsel öbeğin şeyhi, dedesi, babası da kurabilir. Büyük boyutlu bir şirkete sahip bir aile, kendi içinde cemaatleşmiş, adı “sivil” bir örgüt ya da bir mafya ailesinden birkaç kişi de kurabilir. Zaten demokrasi­nin ve Cumhuriyetin erdemi de bu tür olasılıkları ortadan kaldırma­sında, yurttaşları kökenine, toplumsal konumuna bakmaksızın eşit kılmasındadır. Demokrasi ve cumhuriyetin yaşatılması da bu temel ilkenin titizlikle korunmasına bağlıdır.

Bir ülkede, devlete paralel egemenlik odağı kurulması sakıncalı olduğuna göre, herhangi bir devletin, bir başka devletin egemen top­raklarında paralel bir egemenlik ağı kurmasının kabul edilmesi, o devletin kendini inkar etmesi anlamını taşır.

“Buna izin verilmeli mi­dir?” sorusunun ilk yanıtı elbette “Kesinlikle hayır!” olacaktır. Çünkü uluslararası alanda egemenlik, hem devletlerarası hukuk ve hem de Birleşmiş Milletler gibi uluslararası uzlaşıya dayalı kurumların huku­kuna yaslanır. Bunun dışındaki her girişim, devletleri yıkmaya ya da uzaktan yönetmeye yöneliktir. Kağıt üstünde bugüne dek böyle de yürümüştür bu kural.

Ne var ki, son elli yıldır, ülkelerin içişlerine, ittifak anlaşma larıyla yön veren egemen devlet yönetimi, kendisine rakip gördüğü sosyalist dü­zenler yıkılmaya yüz tutunca, artık kimliği ve yapısı ne olursa olsun devletlerin egemenlik alanı içinde, açıktan paralel egemenlikler ya­ratmakta bir sakınca görmemektedir.

Bu tutum, halkın şu ya da bu demokratik ve bağımsız örgütlenmesiyle ya da demokratik örgütlere verilen uluslararası destekle ka­rıştırılmamalı. Yabancı devletin, bir ülkenin içinde örgütler kurması­nın, eski örgütleri, sendikaları, odaları yönlendirmesinin, onlardan raporlar almasının, bu raporlara göre o ülkeye yön vermesinin bir tek anlamı olabilir. O da, ülkede varolan devlete paralel, merkezi dışarı da bir yönetim oluşturmak. Bunun tek sonucu da hedef devlet egemenliğinin açıkça ve alçakça yok edilmesidir.

Paralel yönetimin oluşturulma süreci, uygulamada ülkeden ülkeye küçük değişiklikler gösterse de, ana program değişmez

İçine sızılan devletin bürokratlarının da yardımıyla, yaygın bir ‘medyatik’ ve ‘en­telektüel’ yedek güç operasyonuyla, Amerikalıların “manufacturing public perception” dedikleri “Hedef devlet kamu-oyunun algılama ve anlayışının sizin istediğiniz gibi şekillendirilmesi-halkın beyninin yıkanması ve robotlaştırılması ” sürecinde, aşamalar bir bir geçiliyor.

“halkın beyninin yıkanması ve robotlaştırılması’ sonucunda” o ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünceleri ya da eylem planlarını, bizzat kendi kurum larının, kendi beyinlerinin ürünüymüş gibi algılayıp, eyleme geçiyorlar.

Bir zamanlar diktatörleri iktidara taşımak için her türlü kanlı ve örtülü operasyonu gerçekleştiren, her tür örgütlenmeyi ‘komünist ör­gütlenmesi’ olarak niteleyen bir AB-D yönetim leri, birdenbire kendilerini demok­rasinin gerçek sahibi ilan ettiler..

Gerek kendi elemanlarını ve gerekse yandaş yönetimlerin elemanlarını Gestapo istihbaratçılarınca tasar­lanmış eğitimlerden geçiren, işkence yöntemlerini öğreten aynı dev­let, birdenbire işkencenin düşmanı, insan haklarının yılmaz bekçisi, dünya dinlerinin ve kutsal inançların koruyucusu, eğitim özgürlüğü­nün biricik güdümleyicisi, kitle örgütlerinin -para kanalı oluşturmak dahil- her bakımdan kollayıcısı oldular

Söz konusu devlet ve ortakları, hükümet darbelerine ortam hazır­layarak, kendi elleriyle yönetime getirmiş oldukları dikta törleri alaşağı etmek, ya da bağımsızlık ve bütünlük duygusunu yitirmemiş toplum­ların devletlerini Batı’nın her türden iktisadi-askeri girişimine açmak için “demokrasi projesi” üretmeye başladılar.

Dönem, kan dökücü diktatörlerin, uzaktan kumandalı yöne tim düzeni olarak simgeleşen ‘Filipin Demokrasisi’ yerine Washington -Londra – Berlin – Paris – Amsterdam – Brüksel -Kopenhag – Stock­holm merkezli bir operasyonla ‘güdümlü sivil demokrasi’ rejimlerinin yerli yerine oturtulması dönemiydi.

Böylelikle egemenler, demokrasi­ye geçiş sürecini de, kendileri örgütleme olanağına kavuşuyorlardı.

Artık geçerli olan. Diktatörlerin açık egemenliği yerine, akılları liberal-enternasyonale yatmış olan siyasal partilerin ve ikna edilmiş seçkinlerin demokratik(!) egemenliğini pekiştirme yöntemiydi. Hesap her ne denli, “demokrasi” götürmeyse de, huylu hu­yundan caymaz, dedirtecek girişimler de eksik edilmiyor.

Örneğin Peru’da seçimle gelmiş devlet başkanı, para piyasaları cambazı Soros’un da milyonlarca dolar katkısıyla başlatılan iç karışıklıkların ardın­dan geliştirilen ince bir komp loyla uzaklaştırıldı.

OPEC ülkelerinin toplantı ve karar merkezi sayılan Venezuela’nın seçimle ve büyük bir oy desteğiyle iktidara gelmiş olan yönetimini, Ni­san 2002 ortalarında, ayaklandırılmış sivil(!) bir grubun yarattığı kar­gaşa ortamında, 18 kişinin ölümünden hemen sonra, işadamları, sendika ağaları ve 100’er bin dolar aldıkları sonradan ortaya çıkan iki subay komutasındaki bir bölüm askerin de katıldığı, açık bir silahlı darbeyle devirmeye çalıştılar. Şimdi ‘sivil’ sıfatlı örgütlerin alınan paraları ‘proje desteği’ olarak niteledikleri işbirliğinin tarihsel öyküsünü özetleyelim.

ÖRTÜLÜDEN YARI AÇIK İŞLEME GEÇİŞ VE WEB

“1967 Katzenbach Komisyonu”nun önerileriyle başlatılan, vakıf ya da enstitü örtüleri altına yerleştirilmiş, yeni operas yon, öncelikle sosyalist sistemin içerden çökertilmesinde denendi. İlgili ülkelerde Amerikan yanlısı örgütler oluşturmak amacıyla, daha açık ve daha güvenli bir yöntem geliştirildi.

İlk amaç, sosyalist düzenin yıkılmasının yanı sıra, yeniden kurula­cak dünya düzeninde, öncellikle Doğu Avrupa’nın çözülmesini sağ­landı. Ayrıca, blok dışı kalan ülkelerde bağım sız, başına buyruk yönetimlerin oluşmasını engellemek, kısacası “güdümlü de­mokrasiye geçişi” güvence altında tutmak amaçlandı.

Yeni yöntemin yaşama geçirilmesiyle, üçüncü dünya ülkelerinin Doğu Avrupa ülke­leriyle bütünleşmelerinin, eşitliğe ve karşılıklı yarar ilkesine dayalı, bölgesel işbirliklerini geliştir melerinin önüne geçilmeliydi.

Geçiş dönemi, Batı için kendi aleyhlerinde olmadık senaryolar gelişebileceğinden, arzu etmedikleri beklenmedik sonuçlara yol açabilirdi.

Ülkeler, karşılıklı yarara dayalı yeni ilişkiler sonunda, dünya kaynaklarının, “uluslararası denetim” adı altında, Batı kartellerinin ellerine geçmesi­nin önünü tıkayabilirlerdi. AB-D asla buna izin veremezdi.

Anti-komünist dönemde ele geçirdiği güderek yönet­me yetisi ni bir anda yitirilebilirdi. Bu durumda, AB-D, ipleri eline almalı, gelişmeleri yönlendirmeli ve yeni döneme uygun, görünürde devletten ve devletin açık-gizli kurumlarından bağımsız, bir parasal kaynak ve yönetim merkezi oluşturulmalıydı.


Yazan Dr. Ali Nazmi Çora
Özet  Naci Kaptan / 11 Ocak 2022 / Devam edecek

This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, BOP, DIŞ POLİTİKA, İSTİHBARAT KURUMLARI, KAPİTALİZM - LİBERALİZM. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *