Osmanlı’da Eşcinsellik “Sapkınlığı”
Osmanlı döneminde eşcinsellik, 600 küsur yıllık imparatorluğun neredeyse dört yüz yılında etkili bir alanı kapsıyordu. Yaygın olarak ortaya çıktığı düşünülen en eski dönem, imparatorluğun yükselme dönemi olarak biliniyor. Savaşlar bir toplum için yükselme, gelişme ve refah olurken; bir başka toplum için kölelik, sömürgeleşme, istismara uğrama ve göç anlamına geliyor. Cinsel şiddete uğrayanlar, köleleştirilenler, evlerini ve her şeylerini -ailelerini dâhi- kaybeden insanlar savaşın kaybedenlerini oluşturuyor.
Günümüzün tersine Osmanlı’da eşcinsellik daha yerleşik ve kabul gören bir kimlik olarak kendisini var ediyordu. Özellikle savaşların ardından pay-i tahta (başkent) yani günümüzün İstanbul’una dönen askerlerin ve tüccarların, işgal edilen topraklardan kaynaklarla birlikte köleleştirilen insanları da getirmesiyle yaygınlaştığı tahmin ediliyor.
Dönemin köle tüccarlarının en büyük müşterisi elbette saray. Sarayın şahsi hizmetleri ve bürokrasisi için getirilen bu devşirme köleler erkekse devlet bürokrasisinde ve kışlada, kadın ise padişah ve şehzadelerin hareminde, sarayın hizmetlerinde görev almasıyla belirlendiği her ne kadar anlatılsa da, saraya getiren oğlan köleler de paşa, şehzade ve padişahların birer seks kölesi olarak kullanılabiliyordu. Esirciler tarafından ele geçirilen topraklardan getirilen bu oğlanlar, esir pazarlarında çıplak olarak satılıyordu. Bunun kentteki en önemli merkezi de günümüzün Kapalıçarşı’sıydı.
Eşcinsellik yalnızca sarayda değil, aynı zamanda tebaa ve reaya olarak ikiye ayrılan yönetilenlerin arasında da oldukça yaygın olduğu ve kabul gördüğü biliniyor. Yasalarca reddedilmiş bu toplumsal kabulün cezası ise uyarı, ancak uyulmazsa ölüm ile sonuçlanabiliyor. Verilen ölüm cezasının bir kişinin eşcinsel olduğundan mı yoksa padişah ve devlet erkanına karşı gelmekten mi kaynaklandığını sorgulamadan geçemeyiz.
Sanat ve Edebiyatta Eşcinsellik
Eşcinsellik yalnızca dönemin sosyal yaşamı ile kalmamış, sanatta da oldukça büyük bir yer edinmiş durumdaydı. Dönemin en gelişmiş resim/görsel sanatı olan minyatürlerde eşcinselliğin resmedildiği yüzlerce minyatür çizimi bulunmaktadır.
Edebiyatta ise Şehrengiz adı verilen bir tür mevcut. Şehrengiz, Osmanlı’da erkek güzelleri yani oğlanları anlatan edebiyat türüne verilen isim. Kimi kaynaklara göre erkek esnaf güzellerini anlatan tür olarak da geçiyor. Aşağıdaki iki farklı dize iki farklı Şehrengiz’den alınmış örneklerdir:
“Gümüşüm ve altınım yok ki o güzel oğlanları avlamak için harcayaydım. Şimdi onlar parası bol olanlara av olmaktadırlar.”
“Bu oğlanlara canını versen bile onu bir pula saymazlar. Bunlar parasızla pazarlık yapmazlar.”
Osmanlı edebiyatında Hammamiye diye bir türün olması da hamamlardaki oğlancılığa denk düşüyor. Ayrıca Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bu ilişkilere dair birçok örnek bulunmaktadır. Evliya Çelebi, Seyahattaname’de bu selamlamalardan birkaç örnek verir. Örneklerden bir tanesi şu şekilde:
“Sazcı aptal pezevenklerin esnafı. 300 nefer haşa pirleri yoktur! ”
Evliya Çelebi bu grubun İstanbul’un çeşitli yerlerinde olduğu ve hayatını geçindirmek için esnafa av olduğunu söylemektedir.
“Sapkın” Değil “Mahbup”
Osmanlı’da eşcinsellik daha çok erkekler arası yapılan seks olarak aktarılırken söz konusu kadınlar olduğunda, o dönemde kadınlarının bulunduğu statü, kapanma ve baskı göz önüne alındığında kesin verilere ulaşmak pek de mümkün görünmüyor. Ancak haremde kadınlar arasında da gizli yöntemlerle geliştirilen ilişkiler mevcuttu. Kadının yok sayıldığı ve neredeyse toplumun hiçbir yerinde gözükmediği bir ortamda, erkekler arası ilişkiler çeşitli boyutlarda yaşanıyordu. İslam’ın toplumdaki tüm yaptırımları kadını yok saydığı için haremlik selamlık gibi kimi uygulamalar, kadınların da kendileri içinde farklı cinsel yöntemler geliştirmelerini sağladı. Öyle ki haremdeki kadınlar ve hizmetçi kalfalar “zıbık” adı verilen yapay penisler kullanmışlar. Bu durumun ortaya çıkması ise ölümle cezalandırılmıştır. Çok eşli olan Osmanlı toplumunun kentli tabakası içerisinde, eve kapalı kadınlarda da bunun gibi çeşitli cinsel haz yöntemleri ortaya çıkmıştır.
Günümüze kadar gelen “Oğlan” ve “Oğlancılık” terimleri de yine Osmanlı’da erkek eşcinsel ilişkilerden adını alıyor. Dönemin erkek eşcinsellerinde aktif olanlara “oğlancı” denirken, pasif olanlara ise “oğlan” adı veriliyordu. Eşcinsellerin genel adı ise o dönemde “Mahbup” olarak geçiyordu. Eşcinseller arası kimlik ayrımları da mahbuplar arasında oldukça yaygındı. Yine heteroseksüellere “Zenpare” adı verilirken, Mahbuplara ise “Kulanpare” ismi de veriliyordu.
Eşcinsellik Osmanlı yasalarında her ne kadar yasak olsa da, eşcinsellerin kendi kurdukları mahrem alanlarında oluşturdukları seks işçiliği de mevcuttu. Bunun en önemli merkezleri ise dönemin hamamları olarak bilinmektedir. “Arz-ı endam ettikleri” yer olarak tanımlanan eşcinsel hamamlarında “oğlanlar” servis edilirken ücretleri de en az 300 akçeden başlıyordu. Hamamlardaki eşcinselliği anlatan en önemli kaynak, Derviş İsmail tarafından yazılan Dellakname-i Dilkuşa (Gönül Açan Tellaklar) isimli eserdir. Eserde 17. Yüzyılın sonlarında İstanbul’da bulunan 408 hamamda 2300 tellağın çalıştığı ve bunların yarıdan fazlasının eşcinsel olduğu anlatılıyor. Günümüz TV dizileri ve filmlerde de tellak sahnelerine yansımış olan tellak ile müşteri arası homofobik senaryo ilişkilerini de göz önünde bulundurduğumuzda hiç de önemsiz bir rakam olarak görmemeliyiz… Ayrıca “hamama giren terler” sözü ile “baltayı taşa vurmak” deyimleri de o dönemlerde ortaya çıkmış, eşcinseller arasında üretilmiş deyimlerdir.
Yeniçeri Ocağı’nda Kurumsallaşmış Bir Eşcinsellik
Osmanlı’da Yeniçeri Ocağı, kurumsallaşmış eşcinselliğin kabul görüldüğü bir mekân olarak oldukça büyük bir devlet makamıydı. O dönemde askerlik çağı gelerek ocağa kaydolan oğlanların eşcinselliklerini ispatlarlarsa askerlikten muaf tutulacakları belirtilmiyor ve eşcinseller askerlikten uzak tutulmuyorlardı. Ocağa kabul edilen eşcinsellere “civelekler” adı veriliyordu ve ocakta askerlere hizmet ediyorlardı. Bu hizmetleri yalnızca ayak işleri ile kalmıyordu. Savaşta askerlerle cinsel ilişki kurmaları için “Civelekler Taburu” kurulmuştu.
Yapısı şu şekilde oluşuyordu: Her bir yeniçeri askeri bir civelek “sahipleniyor” ve askerler savaşın sonuna dek onunla ilişki kurmak zorunda kalıyordu. Bunu belirleyen bir defterdar ve ek personel bile savaş alanına atanmıştı. Tarihçi Ergun Hiçyılmaz Osmanlı’nın hamamlarını incelediği kitabında şöyle aktarıyor: “…1810 yılında, bir civelek oğlanı paylaşamadıkları için Galata’dan sorumlu 25. Orta ile 75. Orta adlı Yeniçeri birlikleri iki gün boyunca çatışır. Civeleklere sahip olmak başlı başına bir meseledir…”
Meyhaneler ve ‘Saki’ler
Günümüz muhafazakarlarının argümanlarının aksine Osmanlı’da alkol tüketimi çok yüksek safhada bulunuyordu. Meyhane ve saki kültürü de günümüze yüzlerce yıl öncesinden kalmıştır. Hem evlerde hem de meyhanelerde kabadayıların çeşitli mezelerle süslenmiş sofraları kuruluyordu. Özenle hazırlanmış bu sofralara hizmet eden sakiler erkeklerden oluşuyordu. Parlak, makyajla süslenmiş “oğlanlar” bu sofralarda hem kabadayılara sakilik hem de onlara sofrada eşlik ediyorlardı. Edebiyata ise bu mesele şu dizelerle yansımış:
“Ey saki çoktan beri gelip de kucağımda konuk olmadın
Derdime de elindeki kadehle derman olmadın.” [1]
OSMANLI SARAYINDA İÇ OĞLANLARI
10. ve 16. yüzyıllar arasında “ehl-i örf”, hükümdar adına emir verme yetkisine sahip kullar anlamına geliyordu. Kapıkulları ilk devirde güçlü uc beyleri karşısında Osmanlı padişahlarının merkezi otoritesinin kurulmasında başlıca etken olmuşlardır. Gulam sistemi Kanuni Süleyman ve ilk iki halefi zamanında tam genişliğini kazandı.
Gulamların kaynağı başlangıçta en çok pençik oğlanı idi. Savaşta rehin olarak alınanların beşte biri pençik adıyla padişaha aitti. Buna rehine olarak tutulanları, hediye edilenleri de katmak lazımdır. Büyük şehirlerde padişahın hassa harc eminleri esir pazarlarından en iyi esirleri padişah için satın alırdı. Bu kaynaklara daha Birinci Bayezid devrinde devşirmeden gelen çocuklar katılmıştır.
16 yüzyıla kadar her kaynaktan toplanan kulların toplamı yılda 7-8 bine yükseliyordu. Bunun ortalama 3 bin kadarı devşirme idi. Devşirme oğlanları İstanbul’a gelince vücut ve karakter itibarıyla en iyileri padişah için seçilir, bazı sultanlar seçimde bizzat hazır bulunurlardı. Bunlar İstanbul’da Galatasaray ve İbrahim Paşa saraylarına, taşrada Edirne ve Manisa saraylarına gönderilirler, kalanı yeniçeri olmak üzere Anadolu’da Türk köylülerinin yanına gönderilir, küçük bir kısmı padişah bahçelerinde hizmet için bostancı yapılırdı.
Saraya ayrılmış olanlara “acemioğlanı” denirdi. Keza fethedilen yerlerde soylu ailelerin çocukları seçilerek saraya gönderilirdi. 16. yüzyıl başlarında Galatasaray’da 300, Edirne sarayında 300 içoğlanı vardı. Bu oğlanlar 2 ila 7 sene bu saraylarda sıkı bir disiplin altında tahsil ve terbiye gördükten sonra “çıkma” denilen ikinci bir elemeye tabi olurlar ve en uygun görülenler seçilerek padişahın oturduğu sarayda, yani Yeni Saray’da “Büyük Oda” (Eski Oda / Hane-i Kebir) ve Küçük Oda denilen dairelere alınırlardı. (Angiolello, Fatih devri sonlarında yalnız bir odadan bahseder. De Promontorio’ya göre bütün odalarda 15-22 yaşları arasında 400 içoğlanı vardı.) Büyük Oda’dan başka bir Küçük Oda’dan ilk defa 1553 yılında Novagero bahseder. Tarihçi Ata’ya göre (Tarih-i Ata, I., s.153) Küçük Oda Fatih zamanında mevcuttu.
Saraya alınmayanlar kapıkulu sipahi bölümlerinden alt kademede bulunan ulufeciler ve garibler bölüklerine verilirdi.
Yunus Beğ’e göre padişahın sarayında 8-20 yaş arası 700 içoğlanı vardı. Ömer Lütfü Barkan’ın ortaya çıkarttığı, Kanuni dönemine ait resmi bir masraf listesinde 3 enderun ağası ile sadece 178 gılman-ı enderuni kayıtlıdır. Fakat herhalde en kalabalık olduğu zamanlarda Büyük Oda 400, Küçük Oda 250 kişi idi.
Büyük Oda ve Küçük Odalarda oğlanlar yalnız tahsil ve bedeni idmanlarla meşgul olurlardı. Dersleri saraydaki hocalar ile dışarıdan belli zamanlarda gelen ulema ve danişmendler verirlerdi. Burada başlangıçta, herkes Kur’an okumaya, İslamiyet’in esaslarını öğrenmeye ve okuyup yazmaya mecburdu. Ondan sonra her biri kendi yeteneğine göre bir alanda derinleşmek imkanına sahipti.. İlerleyenler İslami ilimler, Arapça, Farsça ve Türkçe sarf, nahiv ve edebiyat okurlardı.
İkinci Bayezid, oğlanların tahsiliyle şahsen alakadar olurdu. O, dini ilimlerde derinleşenlerin ilmiyyeye girmelerine izin vermişti.. Odalarda her türlü fenler ; yani hüsn-i hat, inşa, siyakat, hesap ve musiki de öğretilirdi. Bu kişiler ileride katip sınıfına geçebilirlerdi. Yerli ve yabancı yazarların ortaklaşa işaret ettikleri bir nokta da bu odalarda oğlanlara beden kuvvetini geliştirmek, binicilik ve silahşörlükte beceri kazandırmak konusuna önem verilmesidir. Başlıca sporlar ; ağırlık taşımak ve çekmek, güreş, kemankeşlik, cündilik yani ata binme, sinanbazlık (kılıç kullanma), tomak ve cirit oyunlarıdır. Bunun dışında her içoğlanı, bir hizmette veya sanatta beceri kazanmak zorunda idi..
Ali’nin “Menakib-i Hünerveran” adlı eserinde bahsettiği üzere ; Enderunda minyatür, nakış, ciltçilik ve hattatlıkta birçok üstat yetişmiştir. Bu bilgilerin yanı sıra saraydaki terbiyenin en mühim nedeni oğlanın padişahın hizmetinde ona mutlak bağlılık ve itaat duyguları kazanmasıdır. Oğlan, her istediği zaman konuşamaz. Dışarısı ve ailesi ile münasebette bulunamaz. Saraydan çıkıncaya kadar adeta bir manastır hayatı yaşar, kadın yüzü göremezdi. Menavino, enderunda verilen terbiyeden güdülen gayeyi şöyle özetler : Tam bir Müslüman, kibar konuşmasını ve hareket etmesini bilen, edebiyata aşina, namuslu, nefsine hakim çelebiler, centilmenler yetiştirmek.
Odalarda oğlanlar onar kişilik gruplara ayrılmış olup her grubun başında yetişkin bir oğlan lala unvanı ile arkadaşları arasındaki disiplinden sorumludur. Oğlanlar birbirlerine laladaş derler. Fakat odaların asıl gözetimi kapıoğlanı kethüdasına verilmiştir. O kendi emrindeki, sayıları 16 ile 30 arasında değişen, hadımlarla bu görevi yerine getirirdi..
Sarayda daimi personeli hadımlar oluşturur. Bunlar bu maksatla hadım edilmiş kölelerdir. Disiplini koruyan ve oğlanları terbiye eden onlardır. Bu hadımlar veya akağalar, Angiolello’ya göre Fatih devrinde 20 kişi, Ata’ya göre Yavuz Sultan Selim devrinde ise 40 kişiydiler.
Bütün bu hadımların başı ve sarayın umumi amiri kapıağası veya Babüssaade ağasıdır. Onun altında sırayla 3 odabaşı ; yani sırasıyla has odabaşı, hazinedarbaşı, kilerci gelirdi. Has odabaşı içoğlanları, padişahın şahsının korunmasıyla görevli olup dışarıda ve içeride daima yanında bulunur, gece nöbet tutarlardı. Onlar padişaha doğrudan doğruya arzda bulunmak yetkisine sahiptiler. Fatih kanunnamesine göre arzda bulunmak yetkisine sahip olan ağalar ; kapıağası, odabaşı, hazinedarbaşı, kilercibaşı ve saray ağasıdır.. Saray ağası aynı zamanda sarayın temizliğine ve tamiratına bakar..
Bu ağalar altında en kıdemli beş tanesi sonradan köşebaşı diye anılmaya başladı. Kapıağası, padişah adına sarayın mutlak amiridir. Angiolello, “O, sarayda sultandan başka herkesin amiridir” der. Padişah yalnız saray işlerinde değil, dışarıya ait devlet işlerinde de onun fikrini alırdı.
Hazinedarbaşı terfi edince kapıağası olurdu. Üçüncü Ahmed, sonradan veziriazam olan Silahdar Ali Ağa’yı sarayın umumi amiri tayin ettikten sonra kapıağaları ikinci dereceye düşmüşlerdir. Kapıağaları “çıkma”da vezirlikle beylerbeyliği, daha sonraları, 10.-16. yüzyıllarda vezirlikle Mısır valiliği görevine tayin edilegelmişlerdir..
Has odabaşı, hazinedarbaşı ve kilercibaşı padişahın özel hizmetlerine bakan Yukarı Odalar’ın amiridirler. Oğlanlar Büyük Oda ve Küçük Oda’da normal olarak dört yıl tahsil ve terbiyeden sonra yeni bir elemeye tabi tutulurlar. Bu çıkma’da en uygun görülenler hazine ve kiler odalarına alınırlar, kalanlar kapıkulu süvari bölüklerinden sipahioğulları ve silahdarlar bölüklerine verilir. Giydikleri elbiseden ötürü yukarı bölüklerdeki içoğlanlarına kaftanlı, Büyük Oda ve Küçük Odadakilere ise dolamalı denir. Bu Yukarı Odalar arasında en yükseği, padişahın şahsi güvenliği ve doğrudan doğruya şahsi hizmetlerine bakan Has Oda’dır. Yavuz Selim’den sonra bu odanın başlıca görevi, Peygamber’e ait eşyanın korunduğu Hırka-i Şerif Dairesi’ne bakmaktı.
Fatih kanunnamesine göre Has Oda’da 32 oda oğlanı ile padişahın silahını taşıyan bir silahdar , ayakkabılarına bakan bir rikabdar, dış elbiselerine bakan bir çokadar, iç çamaşırlarını saklayan bir dülbendoğlanı vardır. Bu sonuncular arasına sonraları miftah (anahtar) ağası katılmıştır. Bu beş ağaya zülüflü ağalar da denirdi.
Oğlanlara ait terfi, nakil gibi işlemler kapıağasının veya has odabaşının arzı üzerine padişah tarafından bir hatt-ı hümayun ile yapılırdı. Padişahlar zaman zaman odaları ziyaret ederler, yarışmalarda hazır bulunurlar ve oğlanları ödüllendirip teşvik ederlerdi. Her odanın kadrosuna gedik denirdi. Normal terfiler ve tayinler kıdeme göre olur, buna ocak yoluyla terfi denirdi. Özel bir yetenek isteyen hizmetler için ocak yoluna bakmadan tayin yapılırdı.
Her odanın bir hamamı, imamı, müezzini vardı. İçoğlanlarına mahsus saray kütüphaneleri mevcuttu. Haberleşme kollukçular vasıtasıyla yapılırdı. İçoğlanların yiyecek ve giyecekleri sarayda padişah tarafından sağlanırdı. Derecesine göre her birinin ulufesi, elbise istihkakı ( senede dört nöbet) vardı. Bütün terfi ve mükafatlar liyakat başarı ve hizmette kıdeme göre ayarlanmıştı..
Gulam (kul) sistemine dayanan klasik Osmanlı yönetim sistemi 16. yüzyılın ikinci yarısında çok gelişti. Kapıkulu 80 bini aştı. Bu devirde, padişahın otoritesi zayıfladığından onlar sarayda , hükumette ve eyalet idaresinde hakim oldular. Dirlikleri ve devletin diğer gelir kaynaklarını tekelleri altına geçirmeye çalıştılar. Kapıkulu askeri, padişahları indirip çıkarmaya, hatta katletmeye (II.Osman) kadar zorbalıklarını ileri götürdüler.
Osmanlı tarihçileri ve siyaset-nüvisleri (Katip Çelebi, Hasan Beğzade, Naima, Koçi Bey) anarşiyi başlıca gulam sisteminin bozulmasına bağlarlar..
Gulam sisteminin son büyük temsilcisi Hüsrev Paşa’dır. Tanzimat’tan önce, kendi konağında satın almış olduğu 50 kadar köleyi özel hocalar vasıtasıyla okutup yetiştirmiş, devlet kapısında önemli mevkilere yerleştirmiş ve bunlardan birçoğu paşalığa yükselmişlerdir..
Sultan II. Mahmud, Batı Avrupa saraylarını taklit ederek eski Osmanlı saray teşkilatını esasından değiştirdi. 1831’de Enderun Nazırlığı, 1832’de Mabeyn Müşirliği kuruldu ve 1833 yılında odalar tamamıyla kaldırıldı.. [2]
HALİL İNALCIK’ın “Osmanlı ve Modern Türkiye” adlı kitabından derlenmiştir…