27 Mayıs neden oldu
odatv.com – 27 Mayıs Çarşamba 2015 – Gökhan Cebeci
27 Mayıs 1960’a giden gelişmeler…
Ayrıca, Cumhuriyet’in ilk ‘tek parti iktidarı’ yıllardır masaya yatırılırken, ikinci ‘tek parti iktidarı’nı konuşmamak da olmazdı doğrusu. Hele bir de bu iktidar sırf askeri bir darbe ile indirilmesi nedeni ile -yanlış bir şekilde- demokrat kabul ediliyorsa…
Niyetimiz askeri müdahalenin haklılığını ya da haksızlığını kanıtlamak değil, 27 Mayıs’a giden sürecin nedenlerini yalın bir şekilde ortaya koymaktır. On yıllardır ‘konuşulan olay’ın –ister geçerli görün ister geçersiz- ‘konuşulmayan nedenleri’ni irdelemektir.
Demokrat Parti nasıl kuruldu, öncelikle buna bakmak da fayda var.
1945 yılında Meclis’te kabul edilen ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ büyük toprak sahibi olan milletvekillerini rahatsız etmişti. Bu milletvekillerinden biri de Menderes’ti. Meclis’te yaptığı ateşli konuşmalar ile kanunu eleştiren Menderes’in hoşnutsuzluğu daha sonra ‘Dörtlü Takrir’deki imzası ile resmi bir hal kazanmıştı.
Toprak reformuna karşı çıkan ‘Toprak ağası’ Menderes ile birlikte Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Celal Bayar, bir dizi isteklerini sıralayan takrir (önerge) verdiler. Önerge sonrası muhalif politikalara devam eden bu dört milletvekilinden önce Menderes ve Köprülü, sonra Koraltan partiden ihraç edildi. Celal Bayar ise istifa edecekti.
Kısa bir süre sonra ise bu dörtlü başı çekecek ve 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kurulacaktı.
Menderes, Aydın’da çiftlik sahibi bir ailenin çocuğu olarak 1899’da doğmuş, İzmir Koleji’nde okumuş, Ankara Hukuk Mektebi’ni bitirmiş, 4 dönem (15 yıl) CHP milletvekilliği yapmıştı. (1) ‘Zulüm dönemi’ diyerek yerden yere vurduğu 27 yıllık tek parti iktidarının yarısından fazlasında CHP içerisinde kendisi de yer almıştı. Celal Bayar ise 23 yıl siyaset yaptığı CHP’de 15 yıl bakanlık yapmış ve Atatürk’ün son Başbakanı olmuştu. (2)
1945 sonbaharına kadar CHP’nin hiçbir politikası Demokrat Parti’nin kurucuları, özellikle de Menderes için eleştiri konusu olmamıştı. Ne ilginçtir ki, Menderes, İş Bankası Müdür Yardımcılığı yapmış ve 1950-1960 yılları arasında İş Bankası’ndaki kişisel hesabını yönetmiş olan Zekeriya Akçalı’ya, ‘CHP’nin kendisine çok istediği ve yararlı olacağından emin olduğu Tarım Bakanlığını bir türlü vermediğini; şayet verseydi, ne DP’nin kurulacağını ne de kendisinin ayrı bir siyasi partiye katılacağını’ anlatacaktı. (3)
Ancak DP iktidarında, kendilerinin de yer aldığı CHP dönemini, sanki kendileri o dönemde CHP’de değillermiş, evden gelip Demokrat Parti’yi kurmuşlar gibi yerden yere vurmakta hiçbir sakınca görmeyeceklerdi.
Cumhuriyet’i ve CHP’yi kuranları eleştirebilme adına Adnan Menderes bazen imkansızı savunacak, “İstiklal Savaşı diyorsunuz, pekala üç ayda bitebilirdi” bile diyebilecekti. (4)
Daha önce, 1924 ve 1930’da iki kez çok partili hayata geçiş denemesi yaşanmış ancak Cumhuriyet karşıtlarının bu partilerde yuvalanmaları ve rejim için tehdit oluşturmaları nedeni ile başarısız olunmuştu. Atatürk’ün vefatı sonrası bu ilk denemede bu sefer sahnede Demokrat Parti vardı. Büyük ölçüde Menderes’in kaleme aldığı DP tüzüğünde bir sözcükle de olsun Atatürk’ün ve devrimlerinin adının geçmemesi bu açıdan bir hayal kırıklığıydı. (5)
‘Şaibeli seçim’ olarak anılan 1946 seçimleri Demokrat Parti’nin ilk sınavıydı. Çok partili hayatla birlikte ilk kez birden fazla partinin katılımı ile gerçekleşen bu seçimde 465 milletvekili seçilmişti. Ancak hiçbir şaibe olmasa ve bütün adayları seçilse dahi Demokrat Parti’nin iktidar olma şansı yoktu. (6) Baskın seçim nedeni ile DP hazırlıksız yakalanmış ve iktidarı elde edebilecek sayıda aday çıkaramamıştı. Ama matematiksel olarak imkansız olan bu olasılığı Adnan Menderes ‘mağduriyet’ siyaseti olarak her fırsatta kullanacaktı.
14 Mayıs 1950 yılında yapılan seçimlerde ise Demokrat Parti rüzgarı esecek ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez iktidar el değiştirecekti. Artık Türkiye’nin yeni bir hükümeti, yeni bir heyecanı vardı.
Seçim zaferinden 15 gün sonra, 29 Mayıs 1950’de, DP hükümetinin programını Meclis’te okurken Adnan Menderes’in dudaklarından şu sözler dökülecekti: “Millete mal olmuş devrimlerimiz saklı kalacaktır.” (7) Mal olmayanlar ise ortadan kaldırılacaktı. Böylelikle merakla beklenen yeni hükümet Atatürk Devrimleri’nde gedik açacağını daha ilk günden haberdar ediyordu. Zaten hükümet programında Atatürk’ün adı da bir kez bile geçmiyordu. (8)
Hükümet programının okunmasından sadece 7 gün sonra, Zafer gazetesine Arapça ezan ile ilgili verdiği demeçte Menderes, ‘Vaktiyle zaruri görülen bu tedbire artık ihtiyaç kalmadıktan sonra bunda ısrar, bu sefer vicdan hürriyetine karşı bir taassup teşkil eder’ (9) sözleri ile ortadan kaldıracağı ilk devrimin işaretini de verecekti. Bu demeçten 11 gün sonra Arapça ezan yasağı kaldırılacak, böylece 18 yıldır okunan Türkçe ezan, DP iktidarında, 18 günde yerini Arapça ezana bırakacaktı.
3 Aralık 1950’de Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırılacak ve böylece Kur’an kurslarına yeşil ışık yakılacaktı. (10)
Menderes’in, 1951 yılında DP İzmir İl Kongresi’nde söylediği: “Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devlettir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir.” (11) sözleri işin burada kalmayacağının habercisi olacaktı.
Devrimlerin yara alması, irticanın ise palazlanması bundan sonra hız kazanacaktı.
Radyoda Kur’an ve mevlit okutulmaya başlanmış, 1951’de 1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun’un 1. maddesi değiştirilerek 19 türbenin açılmasına izin verilmişti. 1930’larda öğrenci yetersizliği nedeni ile kapatılan, 1949’da kurs şeklinde açılan imam-hatipler 1951’de okula dönüştürüldü. (12)
DP Konya Kadınhanı ilçe kongresinde dile getirilen; fes ve sarık giyimine izin verilmesi, tekke ve zaviyelerin açılması, birden fazla evlenmeye izin verilmesi gibi laiklik ve Cumhuriyet karşıtı istekler daha iktidarın ilk yılında diğer il ve ilçe kongrelerinde de seslendirilmeye başlandı. (13)
Nisan 1951’de, Menderes’in de konuşma yaptığı Aydın İl Kongresi’nde, bazı delegeler, ‘Anayasaya devlet dininin İslam olduğu ifadesinin yeniden koyulmasını, kadınların çalıştırılmamasını, kızların ilköğretimden sonra okutulmamasını’ isteyeceklerdi. Afyon milletvekili Kemal Özçoban delegelerin isteklerinin birer birer yerine getirileceğine dair namus sözü verecekti. (14)
DP Samsun Milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu, 3 Ekim 1952 tarihli Büyük Cihad adlı gazetede, ‘Kurtuluş Savaşı’nın ulemanın önderliğinde ve İslam için yapıldığını’ yazacak, yazısında devrimlerin zararlı olduğunu savunacaktı. (15)
Yine bir Devlet Bakanı’nın katıldığı Çorum İl Kongresi’nde bazı delegeler kadın resimlerinin yasaklanmasını, kadın memurların işten çıkarılmasını önerecek, bu öneriler kongrece kabul edilecekti. (16)
Menderes ise bu isteklerin büyütülmesinin, ‘memlekette irtica var’ diye heyecan uyandırılarak vicdan hürriyetine karşı baskı oluşturmak amacı taşıdığını söyleyecekti. (17)
Atatürk büst ve heykellerine saldırılar yine bu dönemde başlayacaktı.
22 Kasım 1952’de, gazeteci Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Üzmez tarafından Malatya’da silahla vurulacak ve yaralı olarak kurtulacaktı.
Öncesinde, çocuğunun din dersi almasını isteyen veli okula bir dilekçe yazarken, 1952’de bu DP tarafından değiştirilecekti. Artık çocuğunun din dersi almasını istemeyen veliye, çocuğunun bu dersten muaf olabilmesi için dilekçe yazma zorunluluğu getirildi. (18) ‘Dinsiz’ damgası yememek adına bir velinin böylesi bir dilekçe yazması güç olduğundan din dersi bir anlamda ‘zorunlu’ hale getirilmiş oluyordu.
1945 yılında dili sadeleştirilmiş olan Anayasa, 1952 yılında, DP iktidarında, Fuat Köprülü ve arkadaşlarının verdikleri kanun teklifinin yasalaşması ile yeniden 1924’teki haline sokulacaktı. Örnek vermek gerekirse; Genelkurmay’ın önüne yeniden ‘Erkanı Harbiyei Umumiye Riyaseti’, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın önüne ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti’ yazılacak, milletvekilinin adı ‘mebus’, bakanın adı da yeniden ‘vekil’ olacaktı. (19)
1954’te DP Maraş Milletvekili Abdullah Aytemiz, Medeni Kanun yerine Mecelle’yi isteyecek, Ekim 1958’de Diyanet İşleri Bakanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, ‘Kura’an-ı Kerim Türkçe yazılamaz’ diyecek, Aralık 1958’de DP Trabzon Milletvekili Osman Nuri Nerminoğlu, erkeklere bazı durumlarda ikinci evlilik hakkı tanıyan bir kanun teklifinde bulunacaktı. Nisan 1959’da Karabük, Akşehir, Tire ve Ödemiş’te hocalar, Atatürk, İnönü ve CHP aleyhine vaaz verecek, Kasım 1959’da DP Manisa delegesi hilafet isteyecekti. (20)
Gericilik 10 yıllık DP iktidarının değişmez parçası olacaktı.
Dış politikada, DP hükümetinin tercihi batı güdümlü bir siyasetti.
Demokrat Parti’nin ana hatlarıyla nasıl bir politika izleyeceğini 27 Temmuz 1948 tarihinde İzmir’de yaptığı konuşmada Menderes: “Milli veya bağımsız diye adlandırılan dış siyaset gerçekte Birleşmiş Milletler’deki demokrasi anlayışından uzaklaşmak demektir” sözleri ile belirtmişti. (21)
25 Temmuz 1950’de, Kore’ye 4.500 kişilik bir tugay gönderme kararı alındı. Ertesi gün CHP’nin bu kararın Anayasa’nın ihlali olduğunu belirten açıklaması yayınlandı. Anayasa’ya göre bu tür bir karar hükümetin değil, Meclis’in onayı ile verilebilirdi. Ancak bütün itirazlara karşın hükümet kararından dönmeyecek ve Meclis onayı almayı da gerekli görmeyecekti. (22)
NATO’ya girebilme adına, Kore Savaşı’nda ABD’ye askeri destek veren hükümet, yine aynı ülkeye Türkiye’de istediği üsleri kurma izni vermekte de tereddüt etmeyecekti. (23)
Yine DP hükümeti benzer şekilde meclis onayı almayı gerekli görmeden, ABD ile, karşı tarafa birçok siyasal, ekonomik ve askeri ayrıcalık tanıyan 54 ikili antlaşma imzalayacaktı. (24)
7 Mart 1954’te çıkarılan Petrol Yasası ile yabancı şirketlere Türkiye’de petrol çıkarma ve elde edilen karın yarısına sahip olma hakkı tanınıyordu. Böylece petrolü millileştirmişken bundan vazgeçen ilk ülke Türkiye oluyordu. (25)
Adnan Menderes Ortadoğu’ya komünizmin sızma olasılığından son derece irkilmekteydi. Mısır ile birlikte anti-emperyalist çizgide Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kuran Suriye’ye karşı saldırgan tutum sergiliyordu. ABD ve İngiltere bu tutumdan rahatsızlık duymuş ve Sovyet saldırısını tahrik ederek iki süper gücün bölgede çatışmasına yol açabileceğinden çekinmişti. (26)
Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamalarda, bağımsızlık mücadelesi veren Cezayir’in değil de emperyalist Fransa’nın yanında yer alan, Arap ülkelerinin iç işlerine karışarak yaşanan buhranlarda batı yanlılarını destekleyen Türkiye, batı aleyhtarlığının bölgede artması sonucu bölge ülkeleri tarafından da dışlanacaktı.
İç politikada ise ara ara gerçekleşen ve çok kısa süren bahar havalarının oluşmasına karşın genelde tartışmalı, bol kavgalı, olaylı günler yaşanacaktı. Başta Menderes olmak üzere, Demokrat Partililerin hedefindeki bir numaralı isim de İsmet İnönü’ydü.
Cumhuriyet’in ilk 15 yılı da dahil olmak üzere CHP politikaları yerden yere vurulurken, iktidar tarafından sorumlu olarak İsmet İnönü gösterilecek ancak tıpkı bugün olduğu gibi yandaş basın ve çevreler İnönü ile birlikte Atatürk’e de saldıracaktı.
Belki de gerçekleşen ilk somut olay DP Bolu Milletvekili ve Tarih öğretmeni Zuhuri Danışman’ın yazdığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca yardımcı ders kitabı olarak kabul edilen tarih kitabında İsmet İnönü’ye hiç yer vermemesiydi. Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı olan, Kurtuluş Savaşı komutanlarından İnönü’nün adı kitapta yoktu. İnönü Savaşları bile kitapta yer almamıştı. (27) Sanki İsmet İnönü diye biri yaşamamıştı.
DP’li İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal, İsmet İnönü’nün yurtdışına sürgüne gönderilmesini isteyecek, yine DP’li bir ilçe başkanı ise daha da ileri giderek İnönü’nün idam edilmesi gerektiğini söyleyecekti. (28)
8 Ağustos 1951 tarihinde DP Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver Meclis’te yaptığı konuşmada vites yükseltecek, ‘Atatürk diktatördür’ diyecekti. (29)
İktidarın el değiştirmesinden çok kısa bir süre sonra DP Tokat milletvekili Ahmet Gürkan ise, 5 yıl önce İstanbul’da gerçekleşen ölümlü bir trafik kazası ile ilgili İçişleri Bakanlığı’na soru önergesi verecekti. Faili bulunmuş, fail kusurunu itiraf etmiş ve dava kapanmışken, yalancı şahit ve sahte mektuplarla önce Meclis’e ve sonrasında da yeniden yargıya taşınan bu olayda İsmet İnönü’nün oğlu Ömer İnönü cinayetle suçlanacaktı. 14 ay boyunca basında her türlü suçlama ve iftiraya maruz kalan Ömer İnönü dava sonunda suçsuz bulunarak beraat edecekti. (30) İnönü’ye yapılan saldırıların belki de en çirkini, oğlu üzerinden gerçekleşen bu karalama kampanyası olmuştu.
5 Ekim 1952’de İzmir’de yapılan CHP mitinginde, İnönü, partileri kapatma konusunda yapılan hazırlık ile ilgili hükümeti eleştirmişti. Menderes’in buna yanıtı sert oldu: “İsmet İnönü’nün bu nutku bir ihtilal beyannamesine benzemektedir. Dünkü diktatör böyle konuşmaya başlarsa buna nifak çıkarmak ve tehlike yaratmak isteğinden başka bir mana verilemez.” (31) Benzetme çok ağırdı.
Menderes, daha sonraları İnönü’ye, ‘tiyatrocu’, ‘yalancı’, ‘vatandaş düşmanı’ gibi sıfatlar kullanmaktan çekinmeyecek, (32) yine İnönü için ‘baykuş’ ve hatta ‘profesyonel bir cani’ yakıştırmalarında bulunacaktı. ‘Çişini tutamayan İsmet Paşa’yı bu millet hiçbir zaman iktidara getirmez’ diyecekti. (33)
İzmir mitingi sonrası gerçekleşecek olan Balıkesir mitingi ise, valiliğin aynı meydanı DP’ye tahsis etmesi, CHP’nin mitingini de iptal etmesi üzerine gerçekleşememişti. Ancak miting alanında her iki partinin yandaşları karşı karşıya gelecek, birbirlerine girecek ve yaralananlar olacaktı. Ne acı ki, Devlet Bakanı Yunus Muammer Alakant gerek basına verdiği demeçte gerek de meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada, olaylara karışan ‘Demokrat kardeşleri’ni kutlayacak, “Bu mukaddes milli galeyan Halk Partisi’nin İnönü hizbine, ‘milli irade’ye hürmet etmek lüzum ve zaruretini öğretmiştir” diyecekti. (34)
Ne var ki ihtilalcilikle suçladıkları İnönü haklı çıkacak, hükümet, dini ön plana çıkaran politikalarda kendisine rakip olarak gördüğü Millet Partisi’nin kapatılmasını sağlayacaktı. CHP’nin karşı durması yeterli olmayacak, o zamanki yasalar gereği tek hakimli Sulh Ceza Mahkemesi Millet Partisi’ni feshedecekti. (35)
Artık çanlar CHP için çalıyordu.
DP iktidarı, halk iktidarı olarak adlandırılmasına karşın, halkın eğitiminde ve gelişiminde önem sahibi olan kurumları yok etmekte tereddüt etmedi.
4 Mayıs 1951’de Menderes, Meclis’te yaptığı konuşmada “Halkevleri, Halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür. Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gereksiz, boş, geri ve yabancı unsurlardır” diyecekti. Oysa Halkevleri, Atatürk’ün ölümüne dek geçen ilk sekiz yıl içinde dahi 23.750 konferans, 12.350 temsil, 9.050 konser, 7.850 film gösterisi ve 970 sergi gerçekleştirmişti. Aynı dönem içinde 2.557.853 yurttaş Halkevleri kütüphanelerinden yararlanmış, 48 bin yurttaş çeşitli kurslara katılmış, 50 dergi yayımlanmıştı. (36)
Atatürk tarafından kurulan; müzik, şiir, resim, tiyatro dahil çeşitli kültür ve sanat çalışmalarından spora kadar birçok etkinliğe ev sahipliği yapan Halkevleri DP iktidarı tarafından 1951’de kapatıldı. (37) Kapatan iktidarın başındaki isim olan Menderes, ne ilginçtir ki, eski Aydın Halkevi Başkanı’ydı. (38)
CHP’ye ilk darbe olarak düşündükleri ‘Halkevlerinin kapatılması’ sonrası hedef büyütüldü. 1953 yılı biterken, el konmak istenen artık CHP’nin tüm mallarıydı. Meclis’te tamamı DP’li milletvekillerinden oluşan bir geçici komisyon kuruldu. Komisyon, CHP’nin parti örgüt binalarına, eşya ve araçlarına, Ulus gazetesi ve matbaasına, kısacası parti ile ilgili tüm varlığa el konulması ve bunların hazineye devredilmesi ile ilgili kanun teklifini kabul ederek Genel Kurul’a gönderdi. (39) Teklif Meclis’te de kabul edildi. CHP, malı, mülkü ve hatta beş kuruş parası olmayan bir partiydi artık. Ve genel seçimlere sadece 4.5 ay kalmıştı.
DP hükümetinin ise hız kesmeye niyeti yoktu.
Yeni yılın ilk ayında, 27 Ocak 1954’te, 6234 sayılı yasayla aydınlanmanın kaleleri, Köy Enstitüleri kapatıldı. Köy Enstitülerini kapatma sürecini ilk başlatan aslında CHP olmuştu. DP tarafından daha hızlı bir biçimde içleri boşaltıldı ve nihayet kapılarına kilit vuruldu. Kapatıldıklarında, o güne kadar yetiştirmiş oldukları insan sayısı, 16 bin 400 öğretmen, 7 bin 300 sağlık memuru, 8 bin 756 eğitmendi. (40)
Bütün bunların elbette bir bedeli olacaktı. Demokrat Parti’nin aydınlanmaya ve eğitime yönelik bu tür olumsuz tutumları sonrası Cumhuriyet döneminde okuma yazma oranının düştüğü tek dönem yaşanacaktı. 1960 yılının 23 Ekim günü yapılacak olan nüfus sayımı ile Cumhuriyet dönemimizde okur-yazar oranının 1955-60 döneminde gerilediği, 1955’te % 41 iken 1960’da % 39,5 e düştüğü görülecekti. (41)
Menderes, basının eleştirilerine hiçbir zaman hoşgörü ile yaklaşamamıştı: “Her gün kalemi alıyorlar ellerine, bir Derviş Vahdeti edebiyatıyla bu memleketi baştan başa zehirliyorlar” (42) sözleri onun özgür basına bakış açısını gösterir nitelikteydi.
İktidar, devlet kontrolü altındaki kağıt ve resmi ilan tahsisi ile kredi açma olanaklarını kullanarak kendisini destekleyen gazeteleri teşvik ederken, muhalif olanları baskı altına alıyor ve yayın politikalarını değiştirmeye çalışıyordu. (43) Tirajları çok düşük ama devletin ilan ve kağıt olanaklarından sorunsuzca yararlanabilen iktidar destekçisi ‘besleme basın’ yaratılmıştı.
Yine de hükümet için bu tedbirler yeterli değildi.
1954 seçimleri öncesi basını baskı altında tutacak olan kanun değişiklikleri yapıldı. Bu değişikliklerde en çok tartışmalara neden olacak olan ‘ispat hakkının ortadan kaldırılmasıydı.’ Örneğin gazetenizde, bir Bakan hakkında yolsuzluk haberi yaptınız. O Bakanın itibarını zedelediğinizi öne sürerek savcı hakkınızda dava açabilirdi. Ancak haberiniz yüzde yüz doğru ve Bakanı ömür boyu hapse mahkum edecek dahi olsa elinizdeki belgeleri mahkemede ortaya koyarak haberinizin gerçekliğini ispat etme hakkınız yoktu. Üstelik bir de üstüne siz suç işlemiş sayılıp hapis ve para cezası alıyordunuz. Konu edilen Bakan da meclis çoğunluğu kararıyla bir soruşturma açılıp Yüce Divan’a sevk edilmediği takdirde kurtuluyordu. (44)
Bu kanun DP içerisinde çalkantılara neden oldu ve yasaya karşı çıkan 19 DP milletvekili partisinden istifa etti. Bu vekiller daha sonra Hürriyet Partisi’ni kuracaklardı.
1954 seçimleri öncesi Halkevleri, Köy Enstitüleri, Millet Partisi kapatılmış, CHP’nin bütün mal varlığına el konulmuştu. Basın iyice baskı altına alınmıştı.
İktidarın 1954 genel seçim kampanyasına, tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katılımı da eklenince (45) Türkiye eşit koşulların olmadığı seçimlere bir hayli sıkıntılı bir şekilde gidiyordu.
1954 seçimlerinden büyük zaferle çıkan Demokrat Parti, halkın onayı ve desteğini aldığı düşüncesi ile biraz daha dozu artırıyor; yüksek yargıçlar ve üniversite hocalarını, yaş sınırı getirip bu bahane ile emekliye sevk edebilmek için yasa değişikliği yapıyordu. DP Seyhan milletvekili Sinan Tekelioğlu, mahkemelerin ‘Meclis’e bağlı bir teşekkül’ olması gerektiğini söylüyordu. (46)
Yargıtay Başkanı dahil, tüm yüksek yargıçları görevden alma yetkisi doğrudan doğruya Adalet Bakanı’na verilmişti. Aynı şekilde üniversite öğretim üyelerini görevden alma yetkisi ise artık Milli Eğitim Bakanı’ndaydı. (47)
İktidar için kuvvetler ayrılığının bir önemi de anlamı da yoktu artık. Yargı bağımsızlığı, hukuk devleti, basın özgürlüğü… Bütün bunlar, iktidar ne kadar izin verir, nasıl uygun görürse o şekilde olabilirdi. Demokrat Parti için ‘demokrasi’ demek sadece ‘sandık’ demekti. Sandıkta da halk Demokrat Parti’yi seçmiş ve politikalarına onay vermişti. Kendilerine muhalefet eden her kim olursa, milleti karşısına alıyor demekti. Milli iradenin seçtiği iktidar eleştirilemezdi.
O yılların tanığı olan gazeteci Altan Öymen DP iktidarının demokrasi anlayışını şöyle tanımlıyordu: ‘Seçimi kazanırsam her istediğimi yaparım. Hukukun ilkeleriymiş, Anayasa’nın kurallarıymış, bunların anlamını ben belirlerim. Yanlış yapsam bile, gene seçilirsem gene yaparım. Çünkü seçmen bana bu hakkı vermiştir’ (48)
Kendisine bu hakkı vermeyen seçmen için ise artık ceza vaktiydi.
1954 seçimlerinde Cumhuriyetçi Millet Parti’li Osman Bölükbaşı’nı seçen Kırşehir il olmaktan çıkarılacaktı. (49) Kırşehir cezalandırılırken, muhalefete destek veren ya da verecek olan tüm illere de gözdağı veriliyordu.
İnönü’nün memleketi olan ve CHP’nin birinci geldiği Malatya ise ikiye bölünüyor , Adıyaman il oluyordu.
Muhalefetin sesini radyodan duyurması da bundan sonra imkansız olacak, 1954’ten 1961’e kadar muhalefet radyodan uzak tutulacaktı. (50)
Seçim sonrası antidemokratik uygulamalar tam gaz devam ederken yapılan yanlış iktisat politikaları nedeni ile ekonomik sıkıntılar baş göstermeye başlayacaktı.
Plansız yapılan yatırımlar ve uygulanan liberal ekonomi sonrası yokluk ve pahalılık baş göstermişti. Önce nal çivisini, fiyatı 4 katına çıkmış olmasına karşın, piyasada bulmak imkansızlaşmıştı. Sonra, kahve, otomobil ve kamyon lastiği, ilaç, şeker, röntgen filmi vs. nal çivisini izleyecekti. (51)
İkinci Dünya Savaşı koşulları olmasına nedeni ile ülkede yokluk yaşanmasını ve bazı gıda maddelerinin karneye bağlanmış olmasını her fırsatta dile getirerek CHP yi yerden yere vurmuştu DP. Şimdi ortada bir savaş olmamasına karşın, kahve, şeker gibi gıda maddeleri aile ya da kişi başına belli miktarlarda veriliyordu.
5 Ekim 1954’te piyasada nal çivisi bulunamamaktaydı. 14 Mart 1955’te kişi başına 250 gram şeker dağıtımına başlandı. 18 Nisan 1956’da İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, ‘Her gün et yemeyin, yumurta da faydalıdır’ dedi. Eylül 1956’da kahve karneye bağlandı. Ocak 1957’de İstanbul’da et ve ekmek sıkıntısı baş gösterdi, akaryakıt dağıtımı karneye bağlandı. Kasım 1957’de Brezilya’dan 300 ton kahve getirildi, kişi başı 12 gram kahve dağıtıldı. Haziran 1958’de Tabipler Odası ilaç sıkıntısından yakındı. Temmuz 1958’de Ankara’da benzin, İstanbul’da şeker ve gazyağı sıkıntısı başladı. Aralık 1958’de gazinolarda zamlarla ilgili espri yapmak yasaklandı. (52)
Avrupa’nın başlıca buğday ihracatçısı olarak görülen Türkiye, 1954’te buğday ithal etmeye başladı. (53)
Menderes döneminde demiryolu politikasından vazgeçilip, karayolu yapımına ağırlık verilirken, uçak fabrikaları da bir bir kapatıldı. (54)
Bütün bunlar yaşanırken, hükümet ana muhalefet partisi ile uğraşmaktan ve baskı altına almaya çalışmaktan da asla geri durmayacaktı.
20 Temmuz 1955’te polis CHP Isparta İl Kongresini dağıttı. Genel Sekreter Kasım Gülek kürsüden indirildi. (55)
1955 Ağustos’unda, yine Kasım Gülek, Zonguldak’ta yaptığı bir konuşma nedeni ile Sinop’ta tutuklandı, elleri bağlı bir şekilde İstanbul’a getirildi ve Bayrampaşa’da cezaevine kondu, bir gün hapiste kaldı. (56) Ertesi yıl benzer bir geziye kalkışması ve Rize’de dükkân sahiplerinin elini sıkması, gösteri yürüyüşü sayılacak, 6 ay hapse mahkûm olacaktı. (57)
Gazetecilerden sonra muhalefet politikacıları hakkında soruşturmalar ve tutuklamalar da böylece gerçekleşmeye başlamıştı.
Bir önceki sene geçirilen kanun sayesinde Yargıtay Başkanı, Yargıtay İkinci Başkanı ve Yargıtay Savcısı’nı da içeren bir çok yüksek yargı mensubu tasfiye edildi. Suçları, çıkarılan bazı yasalar ile ilgili öneri ve eleştirilerini Adalet Bakanı’na iletmek istemeleriydi. Böylece geride kalan yüksek yargıçlar için de gözdağı verilmiş oluyordu. (58)
Benzer uygulama üniversite hocaları için de geçerliydi. Fakültenin açılış gününde öğrencilerine, ‘Nabza göre şerbet vermeyin’ öğüdünde bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu vekalet emrine alınacaktı. ( Yani yeni bir emre kadar işine son verilmişti. ) Aynı durum, derste öğrencilerine, ‘Devletin olağanüstü durumlarda bile hukukun dışına çıkamayacağını’ anlatan Anayasa Hukuku hocası Prof. Dr. Hüseyin Naili Kubalı için de gerçekleşecekti. (59) 1958 yılında, pasaport verilmediği için, Kubalı uluslararası hukuk kongresine de katılamayacaktı. (60)
1955 sonbaharında çok üzücü toplumsal olaylar da yaşandı.
Bugün de utanç içerisinde hatırlanan, 6-7 Eylül 1955’te azınlıkların can ve mallarına yapılan saldırılar toplumda kapanması mümkün olmayan derin yaralar açacaktı.
Kışkırtma sonucu yaşanan bu vahim olaylar sonrası hükümet yetkililerden bilgi istemişti. Emniyet müfettişinin olayları ‘milli galeyan’ olarak nitelemesine Fuat Köprülü karşı çıkacak, Adnan Menderes ve kendisinin, bu olayların sorumlularının komünistler olduğunu düşündüklerini söyleyecekti. Bunun üzerine İstanbul Emniyet Müdürü, İstanbul Başsavcısı ve Milli Emniyet Şefi operasyon başlatacak ancak komünistlerin suçlu olduğuna dair hiçbir kanıt elde edemeyeceklerdi. Yine de değişen bir şey olmayacak, Aziz Nesin’den Kemal Tahir’e, 40 kadar ‘komünistlik şüphelisi’, 6-7 Eylül Olayları’nın da şüphelisi olarak Harbiye Askeri Cezaevi’nde yatmaktan kurtulamayacaklardı. (61) DP Burdur Milletvekili Mehmet Özbey bu komünistlerin yıktıkları (!) mağazaların önünde asılmalarını isteyecekti. (62) Ancak gelin görün ki Yassıada yargılamalarında bu olaylar ile ilgili yargılananlar DP’liler olacaktı.
Ülkede yükselen tansiyon ve yaşanan tatsız olaylar Meclis’teki DP Grubu’nu da etkileyecek, Adnan Menderes yeni bakanlardan oluşan bir kabine kurmak zorunda kalacaktı.
29 Kasım 1955 günü DP grup toplantısında zor durumda kalan Adnan Menderes, partisinin milletvekillerine hitaben, ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz’ diyecekti. (63)
1956 yılına gelindiğinde, iki sene önce kabul edilen ‘Neşir yoluyla veya radyo ile işlenecek bazı cürümler hakkındaki kanun’ hükümet için artık yetersiz gelmekteydi. Önce, ‘Bir kısım basın’ın ne kadar yalancı ve yıkıcı olduğu besleme basın tarafından işlendi ve yeni tedbirlerin gerektiği yazılıp çizildi. (64) Sonrasında ise hükümet sazı eline aldı ve basını ilgilendiren yasalar, 1956 Haziran’ında, iki yıl öncesine göre daha da ağırlaştırıldı.
Nitekim bu yasalar sonucu basın üzerindeki baskıda son nokta denebilecek bir olay yaşanacak, 15 yaşında bir gazete satıcısı çocuk, istifa eden bir bakana ait haberin başlığını bağırarak gazete satması nedeni ile yargılanacaktı. (65)
Bu dönemin bir başka can alıcı yasa değişikliği ise ‘Milli Koruma Kanunu’nda yapıldı. İkinci Dünya Savaşı döneminden kalan bu kanunun bazı maddeleri yürürlükteydi. Savaş sırasında ekonomi ile ilgili kontrol mekanizmaları o kanuna göre oluşturulmuştu. Ekmeğin karneye bağlanması, ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının kontrol altına alınması gibi tedbirler bu kanuna göre yapılmıştı. Şimdi ise savaş olmamasına karşın birçok maddenin yokluğu baş göstermiş ve karaborsa fiyatları alıp başını gitmişti. Bunun sorumlularını basın ve muhalefet ile birlikte işadamları olarak gören hükümet, atıl durumdaki Milli Koruma Kanunu’nu 10 yıl önceki halinden daha ağır önlemler ve cezalar içerecek şekilde yeniden yürürlüğe koydu. Öyle ki ‘ekonomi suçları’ işleyenler için, savaş yıllarındaki Milli Koruma Kanunu’na göre, yeni yasa 10 kata kadar daha fazla cezalar içeriyordu. (66)
Tedbirler öylesine sertti ki, Ankara’da 21 kuruşluk düğmeyi 25 kuruşa sattığı gerekçesiyle bir esnaf 1 yıl hapis, 3 yıl ticaretten uzaklaştırma ve 1.000 lira para cezası alacaktı. (67)
(İkinci Dünya Savaşı zamanı başta ABD ve İngiltere olmak üzere birçok ülkede tüketim maddeleri karneye bağlanmışken Türkiye’de de bunun yaşanması çok ayıplanamazdı. Ama Menderes’in mirasçısı olduklarını söyleyen politikacılar İnönü’yü bu konuda yerden yere vururken, savaşın bitiminden 11 yıl geçmiş olmasına karşın DP iktidarında uygulanan Milli Koruma Kanunu’ndan bugüne dek hiç bahsetmediler.)
Üç düşmandan, basın ve iş dünyası gerekli ayarlamalar ile hizaya getirilmişti. Şimdi sıra yine yeni yeniden muhalefetteydi. 1956 Haziran ayı bitmeden muhalefetin de icabına bakılacaktı.
Çünkü Başbakan Adnan Menderes’e göre muhalefet, ‘Siyasi sapıklık, sahte ihtilalcilik, inkarcılık, adi ve alçak iftiracılık, sahte hürriyetçilik ve tedhişçilik’ yapmaktaydı. (68)
Toplantı ve gösteri yürüyüşlerini düzenleyen kanun ile artık siyasi partiler bu tür etkinliklerini seçimler öncesindeki propaganda günleri dışında yapamayacaktı. Sivil Toplum Kuruluşları için ise durum daha kötüydü. Yapacakları her türlü toplantıyı kapalı yerlerde yapmak zorundaydılar. Üstelik kanuna aykırı sayılan bir toplantıda, güvenlik kuvvetlerine önce ihtar etme, sonra havaya üç el ateş ettikten sonra hedef gözetmeksizin silahlarını ateşleyebilme yetkileri verilmişti. (69)
İnönü: “Aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakiyetten bugüne geldik, siz bugünden mutlakiyete gidiyorsunuz.” diyecekti. (70)
Yeni yasa ile muhalefetin seçim dönemi dışında yapacağı toplantılar, vatandaşlar arasına nifak sokma gayreti olarak görülüp yasaklanmıştı. Ancak bu yasak iktidar için geçerli değildi. Onların yaptıkları, hükümet adına vatandaşa bilgi vermek olarak kabul edilecek ve yasağa takılmayacaktı. (71)
Yasa muhalefet üzerindeki etkisini hemen gösterdi.
1956 Ağustosunda Cumhuriyetçi Millet Partisi Giresun İl Kongresi savcının kararı üzerine sıcakta kapı ve pencereler kapatıldı, alkış yasaklandı. Osman Bölükbaşı’yı alkışlayan delegeler karakola götürüldü. (72)
Cumhuriyetçi Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı dokunulmazlığı kaldırılarak tutuklandı. ( 1957 seçimlerinde yeniden milletvekili seçilmesi üzerine tahliye olabilecek ve yeniden meclise dönecekti. ) (73)
Menderes ise ‘hükümet adına vatandaşa bilgi vermeye’ devam ediyordu. 20 Ekim 1957’de Adana’da yaptığı konuşmada, ‘İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiini de ikinci bir Kabe yapacağız’ diyecekti. (74)
Toplumsal desteği azalan, ancak azaldıkça da hırçınlaşan DP iktidarında Türkiye 1957 seçimlerine bir önceki seçime nazaran daha gergin gidiyordu.
1957 seçimlerinde Demokrat Parti’nin çok ilginç üç adayı vardı. Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri komutanları ordudan istifa ederek DP’den milletvekili adayı olmuşlardı. (75) Bu bile CHP’nin kaderini değiştiremeyecek, o günlerden bugünlere, yıllardan beridir ihtilalcilikle, ordu ile içli dışlı olmakla suçlanan hep CHP olacaktı.
Seçim günü Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri olmayan bir olay yaşandı.
1957 genel seçimlerinde seçim günü oy verme sürerken saat 14: 30’da radyodan DP’nin önde olduğu sandık sonuçları verilmeye başlanacak, bütün itirazlara karşın yayın sandıklar kapanana kadar da sürecekti. DP’li kimi belediyelerce belediye hoparlörlerinden bu yayın halka dinletilecekti. Böylece seçmen üzerinde baskı oluşturulmuş ve yine DP iktidara geliyor algısı ile seçmen tercihi değiştirilmeye çalışılmıştı. Kimi DP’li yöneticiler tarafından seçmenlere, ‘Öğleden sonra radyoda ilan edilecek seçim sonuçlarını bekleyin, ondan sonra karar verin’ denmişti. (76)
Yaşananlar bununla sınırlı kalmadı.
Seçmen kütükleri hazırlanırken, CHP’li seçmenler ‘kütük’ten yok ediliverdi! Yerlerine DP’li seçmenlerin adı, hem de birkaç kütükte, yer aldı. Yani bir DP’li birkaç sandıkta oy kullandı. DP kurduğu seyyar ekiplerle bu seçmenlerini sandık sandık taşıdı. CHP’li kimi seçmenler kütükte isimlerini göremeyince oy kullanamadan evlerine döndüler. (77)
Oy kullanımında olduğu gibi sayımında da usulsüzlükler ve olaylar eksik olmadı.
Gaziantep’te 27 Ekim gecesi seçimi CHP’nin 700 oy farkla kazandığı ilan edildi. Hatta DP’nin gazetesi Zafer bile bu sonucu yazdı. Fakat, ertesi gün köylerden ‘sayılmamış, unutulmuş oylar’ getirildi ve bin kadar oyla seçimi bu kez DP’nin kazandığı açıklandı.
CHP’liler haklı olarak il seçim kuruluna itiraz etti. İtirazları kabul edildi. Oylar, tutanaklar, gerekli belgeler adliye binasına götürüldü; pazartesi inceleme başlayacaktı. O gece adliye binası yandı! Bütün oylar yok oldu! DP’nin galibiyeti resmiyet kazandı! Şehirde gergin bir hava oluştu. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreninde Gaziantepliler belediyeye yürüyüp seçimleri protesto etti. Vali kitlenin üzerine itfaiye araçlarıyla su sıktırınca olaylar çıktı. Belediye tahrip edildi. Polisin halkı dağıtmak için ateş açmasıyla, DP binasından da kitleye mermiler yağdırıldı. Olaylarda bir komiser muavini ile bir çocuk yaşamını yitirdi; çok sayıda kişi yaralandı. Zırhlı askeri birliklerin şehre girmesiyle olaylar yatıştı. Ardından şehirde “
‘CHP’li cadı avı’ başladı. Gazeteci Mehmet Barlas’ın babası olan CHP’li Cemil Sait Barlas ve Ali İhsan Göğüs tutuklandılar. Yozgat Cezaevi’nde 5.5 ay hapis yattılar. (78)
Mersin’de çıkan olaylarda ise CHP’li Mahmut Boytunç, DP’liler tarafından öldürüldü. Sadece Gaziantep ve Mersin’de olaylar çıkmadı. İstanbul, Ankara, Sivas, Giresun, Kütahya, Kayseri, Çanakkale, Samsun gibi birçok şehirde oyların çalındığı iddiası halkı sokağa döktü.
Olayları bastırmak için şehirlerin üzerinden uçaklar alçaktan uçuş yaptı. İsmet Paşa, “Savaşta bile askeri uçakların sivil halk üstüne dalış yapmadığını” söyledi. (79)
1957 seçimleri, 1946 seçimleri ile birlikte tarihimizin en şaibeli seçimleri oldu. Bugüne kadar hep 1946’dan bahsedilirken 1957 seçimleri ısrarla göz ardı edildi.
Seçim sonrası oyları azalmasına karşın Demokrat Parti yeniden tek başına iktidar oldu. Bu üst üste üçüncü seçim zaferleriydi. Ama kuşku yok ki en sancılısıydı. Bir sonraki seçim bir kez daha başaramama olasılıkları belirmişti.
Ancak Menderes ve arkadaşları demokrasi dışı kararlar almaktan vazgeçmeyecekti. 27 Mayıs’a giden bu son düzlükte basın, yargı, muhalefet, iş dünyası, üniversiteler, ordu… Herkes hükümetin hedef tahtasına oturtulacaktı.
Yeni hükümetin kurulması ile birlikte bir kararname yayınlandı. Buna göre, gazetelere özel kişiler tarafından verilen ilanlara da düzenleme getirildi. Artık isteyen istediği gazeteye ilan veremeyecekti. İlanını hangi gazeteye verebileceğine, hükümetin tayin edeceği bir kurul karar verecekti. Resmi ilanlar zaten hükümete yakın gazetelere gidiyordu. Artık özel ilanlar da öyle olacaktı. (80)
Basın nefes alamaz durumdaydı. 1958 yılına gelindiğinde, Adalet Bakanı, Türkiye’de son sekiz yılda basın mensuplarına açılan dava sayısını 2.324 olarak açıkladı. Bunlardan 811’i mahkumiyet ile sonuçlanmıştı. (81)
4 Ağustos 1958’de devalüasyon oldu, dolar 2.80’den 9 TL‘ye çıktı. Siyasi krize ekonomik kriz de eklendi. (82)
Hayat pahalılığı konusunda Türkiye dünyada Brezilya’dan sonra ikinci durumdaydı ve işsizlik çok ciddi boyutlara varmıştı. (83) Plansız, programsız keyfi kararlara göre yapılan çalışmalar ciddi israflara yol açarken ağır bir dış borç yükü oluşmuştu. (84)
Dış borç 1950 yılında toplam 2 milyar 450 milyon iken 1959’da tam iki katına çıkarak, 4 milyar 894 milyona yükselecekti. (85)
Siyaset ise giderek sertleşmekteydi.
6 Eylül 1958’de Başbakan Adnan Menderes, ‘İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya’ diyerek muhalefeti tehdit edecekti.
Sonradan DP’li Bakan Ethem Menderes’in günlüklerinden öğrenileceği üzere Bayar da çalışma arkadaşlarına: “Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz” (08.11.1957) “İcap ederse İsmet Paşayı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem.” diyecekti. (14.11.1957) (86)
Cumhurbaşkanı da, Başbakan da demokrasiyi askıya almaktan ve muhalifleri ölüm cezası ile cezalandırmaktan söz etmeye başlamışlardı. Ülkeyi yönetenler kontrollerini tamamen kaybetmişlerdi.
Muhalefet partilerine tahammülü kalmayan Başbakan Adnan Menderes, Ekim 1958’te, başta CHP olmak üzere tüm muhalefeti ‘nifak cephesi’ ve de ‘kin ve husumet cephesi’ olarak nitelendirecek, onlara karşı ‘Vatan Cephesi’nin kurulması gerekliliğini vurgulayacaktı. (87) Böylece DP parti teşkilatlarına bizzat başvurarak ya da mektup telgraf yolu ile Vatan Cephesi’ne katılımlar başlayacak, katılanların isimleri her gün radyoda tek tek okunacaktı.
Ocak 1959’da, Devlet Bakanı Medeni Berk işadamı Vehbi Koç’u görüşmek üzere Ankara’ya çağıracaktı. Vehbi Koç uzun yıllardır CHP üyesiydi. Vatan Cephesi oluşumu ile birlikte baskıyı artıran iktidarın Bakanı Medeni Berk, DP’ye geçmesini istediği Vehbi Koç’a şunları söyleyecekti: “Bütün İktisadi Devlet Teşekkülleri’ndeki müdür ve idare meclisi azaları partiye girmeye davet edilecekler ve girmedikleri takdirde girmeyenlerin not edilmesi kararlaştırıldı. Şimdi hamle yapıyoruz. Birçok tüccar da DP’ye girecektir. Eğer düşündüğümüz gibi birçok tüccar DP’ye kaydedilir ve siz de girmezseniz bankalardaki kredileriniz kesilebilir, kotalardan istifade edemeyebilirsiniz, birçok işinizde müşkülat çıkarılır, haberiniz olsun diye söylüyorum” (88)
10 Mart 1960’a kadar dayanacak olan Vehbi Koç, bu tarihte CHP’den istifa edecek ancak DP’ye üye olmayacaktı. (89)
Hükümet eliyle Atatürk Devrimleri’ni hiçe sayan uygulamalarla her zaman olduğu gibi bu dönemde de gerici kitlelere cesaret verilmeye devam edildi.
19 Ekim 1958’de Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılandı. Menderes’in Emirdağ’ı bu ziyaretini özel bir destek işareti olarak değerlendiren Said-i Nursî, bu olaydan sonra ülke içinde gezilere başladı. ( Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da talimat vermiş ve kağıt tahsisi yapmıştı) (90)
2 Mart 1959’da Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih Korur, Eyüp Sultan Cami’sinin avlusunda büyük bir iftar yemeği vermiş, Korur’un imzasıyla davetlilere gönderilen iftar çağrıları, 2 Mart 1959 değil, 2 Ramazan 1378 tarihini taşımıştı. (91)
Yurt gezileri esnasında İnönü’ye ve CHP heyetlerine saldırılar hız kazanmıştı. Ekim ayında Tokat Zile’ye gelen İnönü’yü karşılayan halkı polis cop, asker ise dipçik kullanarak dağıtacaktı. Dağılmamakta direnen CHP taraftarlarının üzerine İtfaiye su sıkacak, 45 kişi gözaltına alındıktan sonra altısı tutuklanacaktı. Bir hafta sonra benzer sahneler Çankırı’da yaşanacaktı. (92)
Mayıs 1959’da Uşak gezisi sırasında İnönü ve beraberindekiler DP’liler tarafından taşlı saldırıya uğrayacaklar, İnönü başına taş isabet etmesi üzerine yaralanacaktı. Menderes’in örtülü ödenekten 147.000 lira verdiği Necip Fazıl, ‘Büyük Doğu’ dergisinde, ‘Küçük bir çakıl taşını bu kadar büyütmeye gerek yok. Onu leş haline getirecek gülleden ne haber’ diye yazacaktı. (93)
Aynı ay yapılacak olan CHP İzmir İl Kongresi valilikçe yasaklanacaktı. (94)
Birkaç gün sonra İstanbul’a geçen İnönü, Topkapı’da arabasının camlarının kırılmasına neden olan saldırılara maruz kalacak, orada tesadüfen bulunan bir askeri birlik sayesinde linç edilmekten kurtulacaktı. Bu olayların basında yazılması yasaklanacak, Başbakan Menderes yaşananlar nedeni ile CHP’yi suçlayacak, ihtilal tahrikçiliği yapan nifak partisi olarak tanımlayacaktı. (95)
DP’nin valileri, yargıçları, polisi vs.den sonra imamları da ortaya çıkacak, Haziran 1959’da Eskişehir’de bir temel atma töreninde, imam ‘Allat muhalefeti kahretsin’ diye beddua edecekti. (96)
CHP’liler nereye gitseler fiili müdahale yaşamamaları imkansız hale gelmişti.
Yine 1959 yılı Eylül ayında CHP’li birkaç milletvekilinin Çanakkale ziyaretinde, Geyikli ilçesinde DP’li vatandaşların saldırılarına uğramaları üzerine olaylar çıkacaktı. Daha sonra çıkan bu olayları incelemek üzere CHP iki milletvekilini bölgeye gönderecek, Menderes de DP Çanakkale milletvekillerini bölgeye göndererek vapurla gelen CHP’lilerin vapurdan inişine izin vermemelerini sağlayacaktı. Ertesi gün vapurdan gizlice inen CHP milletvekillerinin olayların yaşandığı Geyikli ilçesine hareket etmeleri de engellenecekti. Kamyonlarla yollar kapatılacak, taşlı sopalı saldırılar gerçekleşecekti. İçişleri Bakanlığı’na ‘seyahat özgürlüklerinin kısıtlandığına’ dair yazı yazan CHP’li vekiller, ne acıdır ki, Bakanlıktan gelen ‘Hadiseleri siz tahrik etmişsiniz’ suçlamasına maruz kalacaklardı. (97)
1960’a gelindiğinde basının üzerindeki baskı tam anlamıyla zirve yapmıştı. ABD gazetesi Indianopolis Star’da Türk hükümetini eleştiren makaleyi aynen çevirip yayınlayan Vatan gazetesi 1 ay kapatılacak, başyazarı 15 ay, yazı işleri müdürleri ise 16 ay ağır hapis cezasına çarptırılacaktı. (98)
Mart 1960’ta İstanbul’da İnönü’yü alkışlayan 31 kişinin ifadesi alınacaktı. (99)
Bu arada Kayseri Yeşilhisar’da CHP ve DP’liler arasında süregelen gerginlikler yaşanmakta ancak kolluk kuvvetleri tarafından sadece CHP’liler gözaltına alınmaktaydı. Bu yüzden, İnönü, 3 Nisan 1960’da toplanacak olan Kayseri Kongresi sonrası Yeşilhisar’a geçip olayları yerinde inceleme kararı almıştı. Ancak Kayseri’ye hareket edeceği günün sabahı saat 4’te Kayseri Valisi’nin telgrafı İnönü’ye ulaşacak, kendisine “Kayseri’de tahrik ve tertipler sonucu hava gergindir. Bu yüzden 3 Nisan’da yapılacak CHP Kongresi yasaklanmıştır. Gelmenize gerek yoktur.” denecekti.
İnönü, Vali’ye yanıtını hemen yazacaktı: “Kayseri Kongresi’nin ertelendiğini teşkilata bildirdim. Ancak Yeşilhisar olayları Meclis’e yansımıştır. O olayları incelemek üzere Kayseri’ye geliyorum.”
İnönü ve beraberindeki heyetin Ankara’dan bindikleri tren Kayseri’ye 49 km kala Himmetdede İstasyonu’nda askerlerce durdurulacaktı. Trene binen Vali Yardımcısı İnönü’ye Kayseri’ye giremeyeceğini söyleyecek, 2 saat 55 dakika süren tartışmalar sonrası tren Kayseri’ye hareket edecek ve haberi duyan büyük bir kalabalık İnönü’yü sevgi gösterileri ile karşılayacaktı.
Fakat Kayseri’den karayolu ile Yeşilhisar’a gitmek isteyen CHP heyetine izin verilmeyecekti. Yol askeri birlikler tarafından kesilmişti. Kayseri Valisi Ahmet Kınık olay yerine gelen CHP heyetine, Ankara’dan aldığı emrin kesin olduğunu bildirecekti.
Yapılan uzlaşma sonucu Vali askeri birlikleri kaldıracak, CHP heyeti de Yeşilhisar’a gitmeyi erteleyip Ankara’ya geri dönecekti. (100)
Nisan 1960’da yaşanan bu olayların sonucunda Demokrat Parti ülke siyasetine bomba etkisi yaratacak bir önerge ile meclise geldi. Özetle ‘ihtilalcilik’ ve ‘isyancılık’ ile suçladıkları ve memleket genelinde siyasi tansiyonun yükselmesinin nedeni olarak gördükleri CHP ve bir kısım basına yönelik Tahkikat Encümeni kurulması önerisiydi bu.
7 Nisan 1960 tarihli grup konuşmasında Menderes: “Ahlaksızlar, namussuzlar sizi kapatıyoruz, diye TBMM kararı ile CHP’yi kapatmak lazımdır (…) Bunların hakkından ancak Meclis gelir. Meclis de muhalefet değil DP grubudur.” sözleri ile öncesinde işaret fişeğini yakmıştı. (101)
Şimdi Meclis’e gelen ve Anayasanın ve Millet Meclisi’nin üzerinde yetkiler ile donatılacak olan Tahkikat Encümeni önerisi tam anlamı ile hukuk dışıydı.
Öneri lehine konuşma yapan bazı DP milletvekilleri çok ağır ifadeler kullanmaktan geri durmayacaklardı.
DP Grubu’nda encümenin gerekliliği ile ilgili bir konuşma yapan Gaziantep milletvekili Bahadır Dülger: “İsmet Paşa ölür ama leşi ortada kalır. Onu da bertaraf etmeye mecbursunuz. O halde tahkikat açalım” diyecekti. (102)
Önergeye göre kurulacak olan encümen, Türkiye’de her türlü siyasi faaliyeti durdurma kararı da dahil olmak üzere lüzumlu göreceği bütün karar ve tedbirleri almaya yetkili kılınacaktı. (103)
Bu encümen hem davacı olacak, hem hükmü verecek hem de verdiği hükmü uygulayacaktı. Oysa hukukun ‘H’sinin olduğu bir ülkede böylesi bir yetki hiçbir kişi ya da zümrede olamazdı.
İhtilalcilik ve isyancılık ile suçlanan CHP’nin lideri İnönü önergeye şiddetle karşı çıkacaktı. Asıl ihtilalin, iktidarı bir defa eline geçirmiş olanlar tarafından yapıldığını belirtecek, seçimle gelen DP’nin seçimle gitmek ihtimalinin ufukta gözükmesi nedeni ile ‘ben buradan gitmem’ telaşına düştüğünü söyleyecekti. (104)
Hiçbir uyarılarının dikkate alınmaması üzerine CHP grubu meclisi terk edecek, o sırada kürsüde bulunan DP Rize milletvekili Osman Kıvrakoğlu onlara hitaben şunları söyleyecekti: “Sizin, Demokrat Parti liderine, her gittiği yerde milletçe gösterilen muhabbetten haberiniz yok mu? Yüzbinlerin nasıl akın akın koşarak, Menderes’i bağrına bastığını işitmediniz mi? Söyleyin, Amerika’da mı, Fransa’da mı, İngiltere’de mi, İtalya’da mı veya Almanya’da mı, nerede, dünyanın neresinde ve hangi partinin başında Demokrat Parti lideri gibi sevilen bir reis vardır?” (105)
18 Nisan 1960 günü meclis oturumunda yaşanan bu olaylardan sonra 15 DP milletvekilinden oluşan Tahkikat Encümeni kurulmasına karar verildi.
Ve sadece 3 saat sonra Encümen radyodan ilk bildirisini açıkladı. Buna göre bütün siyasi faaliyetler durdurulmuştu. Partilerin bırakın miting yapmasını, üye kaydı yapması dahi artık yasaktı. Ayrıca basının meclis tutanaklarını yayınlanması da, encümenin yaptığı tahkikatların basında yer alması da yasaklanmıştı. Gazeteler sadece encümenin bildirilerini yayınlayabileceklerdi. (106)
Böylece, muhalefetin siyasi faaliyetler ile de, basın yolu ile de halka düşüncelerini anlatabilmesi olanaksızlaşmış, seçmen ile bütün bağı koparılmıştı. DP’liler ise ‘hükümet faaliyeti’ adı altında hiçbir yasağa takılmadan çalışmalarını yapmaya devam edecek, ‘siyasi faaliyet’ yasağı sadece muhalefet için uygulanacaktı.
Radyoda encümenin bildirileri okunuyor, İnönü hakkında suçlayıcı ifadeler yer alıyor olmasına karşın İnönü’nün bu suçlamalara vereceği yanıt yasak olduğu için hiçbir yerde yer alamıyordu.
Yaklaşan seçimlerde iktidarı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olan Menderes’in, ‘Ben kendime sabık (eski) başbakan dedirtmem’ sözleri bütün bu yaşananlara ışık tutuyordu. (107) Amaç, CHP’nin siyasi faaliyetlerini askıya alarak kurulacak baskı rejimi ile seçimde olası bir yenilginin önüne geçmekti. Menderes, ‘demokratik’ yollarla elde ettiği iktidarı antidemokratik yöntemler kullanarak bırakmamayı tercih etmişti.
Encümen henüz çalışmalarına başlayalı iki gün olmuşken Ulus gazetesi yöneticilerini sorguya çekti. Gazetenin genel yayın yönetmen yardımcısı Erdoğan Tamer’e, encümen üyesi Bahadır Dülger’in söyledikleri tüyler ürperticiydi: “Biz Meclis’iz Erdoğan Bey. Biz temyiz tanımayız. Adama avukat tutturmayız. Hiçbir yere itiraz ettirmeyiz. Tevkif ederiz. Hapsederiz.” (108)
Dülger’in sözleri gerçek olacak, Çorum’da CHP İl Başkanı, ‘siyasi faaliyet’ yasağını ihlal ediyor diye, üstelik ‘halkı isyana teşvik ettiği’ de öne sürülerek tutuklanacaktı. Oysa yaptığı şey, Osmancık CHP İlçe Başkanı’nı ziyaret etmekten ibaretti. (109)
Tahkikat Encümeni kurulalı daha bir hafta olmuştu ki, meclise encümenin yetkilerini arttıran ‘Yetki Kanunu’ teklifi geldi. Filmin kopuşu da bundan sonra oldu.
Kanun teklifi, encümeni; savcılara, sorgu hakimlerine, sulh hakimlerine, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü Kanunu, Basın Kanunu ve diğer kanunlarla verilmiş olan yetkilerle donatıyordu. Tahkikat Encümeni; ‘göz altına alma’, ‘arama yapma’, ‘tutuklama’, ‘gazete ve dergileri toplatma ve kapatma’, ‘her türlü belgeye el koyma’ gibi kararları alabilmeye ve bu kararları ‘hükümetin bütün vasıtalarından yararlanarak’ uygulamaya yetkili oluyordu. Ayrıca Tahkikat Encümeni’nin kararları kesin olacak ve kararlara hiçbir mercide itiraz edilemeyecekti (110)
Teklifin görüşüldüğü oturumda çok sert tartışmalar oldu. Konuşması yarıda kalan İnönü’ye, verilen ara sonrası, Adnan Menderes’in talimatı ile, meclisten çıkarılma ve 12 birleşime de katılamama cezası verilecek, İnönü’nün konuşması Meclis tutanaklarından silinecekti. Sonrasında İnönü gibi meclisten çıkarılma cezası alan üç CHP milletvekili karara direnmeleri sonucu meclis genel kuruluna çağrılan polisler tarafından saldırıya uğrayacaktı. Dokunulmazlığı olan CHP Gümüşhane Milletvekili Nihat Sargınalp polisler tarafından yerde sürüklenerek kargatulumba meclis binasının dışına atılacaktı. (111)
Günün sonunda Demokrat Parti milletvekillerinin oyları ile Yetki Kanunu da kabul edildi.
Yetki Kanunun Meclis’te kabul edilmesi, ertesi gün – 28 Nisan 1960 – İstanbul Üniversitesi bahçesinde üniversite öğrencileri tarafından protesto edilmek istendi. Yetkisiz bir şekilde üniversite bahçesine giren polisin silah kullanması, üniversite rektörü Ord. Prof. Dr. Sıdık Sami Onar ve Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’i de darp etmesi sonucu olaylar çığırından çıktı. Gösteriler üniversite bahçesinden dışarı taştı, polisin müdahalesinin daha da sertleşmesi sonucu 20 yaşındaki Turan Emeksiz hayatını kaybetti, onlarca öğrenci yaralandı. (112)
Aynı gün İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi.
Ertesi gün – 29 Nisan 1960 – Ankara Üniversitesi öğrencileri protesto gösterileri yapacak, bu sefer sadece bahçeye girmekle kalmayacak olan polis, fakülte binalarında öğrencilere karşı güç kullanacaktı. Öyle ki, Siyasal Bilgiler Fakültesi verilen ‘ateş’ emri sonrası taranacak ve birçok öğrenci yaralanacaktı. (113)
30 Nisan günü bu kez liseliler sokaklardaydı. Galatasaray, İstanbul Erkek, Vefa, Kabataş Lisesi öğrencileri üniversiteli ağabey ve ablalarına destek verdi. (114)
Demokrat Parti Grubu’nda olayları değerlendiren Menderes ise ne yazık ki yangına körükle gidiyordu. ‘Bütün bu gazeteleri kapatacağız, bu adamları içeri tıkacağız. Üniversitenin temelinin altına gireceğiz. Belki bu akşam, belki yarın akşam, bir hususi mahkeme derhal kuracağız’ diyecekti. ‘Gerekirse tek başımıza silahları alır onları mahvederiz’ (115) sözleri tam bir talihsizlikti.
Aynı gün, Başbakan’ın halka hitabı radyoda tekrar tekrar yayınlanıyordu. Buna göre Menderes vatandaşlardan, ‘şüpheli gördükleri kişiler ile ilgili kurumlara haber vermelerini ve güvenlik güçlerine yardımcı olmalarını’ istiyordu. (116) Bu çok ama çok tehlikeli bir istekti.
İçişleri Bakanı Namık Gedik de 3-4 gündür uykusuz görev yaptığını söylediği – orantısız güç kullanan – polise takdir ve minnetlerini sunacaktı. (117)
Artık pim çekilmiş ve geri sayım başlamıştı. 2 Mayıs günü sıkıyönetim Komutanlığı gece sokağa çıkma yasağı getirdi. Sokakta 5 kişiden kalabalık topluluklara ateş edileceği bildirildi (118)
Aynı gün Sultanahmet’teki Adliye Sarayı’nın önünde toplanan avukatlara polis saldırdı. 20 kadar avukat gözaltına alındı. (119)
5 Mayıs günü Kızılay’da, göstericiler hükümeti istifaya davet edecek, orada bulunan Menderes yuhalanacaktı. Menderes, Bayar ve İçişleri Bakanı Namık Gedik Başbakanlıkta bir araya gelecek, Bayar Namık Gedik’e dehşet verici talimatını verecekti: “Şimdi Kızılay’a git, halkla göstericileri birbirinden ayır, sonra göstericilere ateş açtır.” Kızılay’a giden Gedik kalabalık etrafını sardığından çok şükür ki Bayar’ın emrini yerine getiremeden geri gelecekti. (120)
19 Mayıs günü kutlamaları hükümet tarafından yasaklanacak ancak halk Anıtkabir’e akın edecekti. Fakat bunun bedeli o insanlar için ağır olacak, ziyaretçiler Polis Enstitüsü civarında polisin saldırısına uğrayacaktı. Çoğu kadın birçok kişi coplanıp, yerlerde sürüklenecekti. (121)
21 Mayıs günü ise Harbiyeliler Kızılay ve Çankaya’ya doğru resmi üniformaları ile sessizce yürüyecekti. (122) Artık ihtilal bağıra bağıra gelmekteydi.
Bu arada bunca yaşanan gösteri, yaralanmalar, ölümler sansür nedeni ile vatandaşlardan gizlenmekte olduğundan, Türk halkı yaşananların çoğunu 27 Mayıs’tan sonra öğrenebilecekti.
Hükümet üyeleri sinirlerine hakim olamıyor, yangına körükle gidiyordu. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ise 22 Mayıs 1960 tarihinde yapılan son Bakanlar Kurulu toplantısında: “Tek çare vardır, Halk Partisi’ni kapatmak ve bütün mebuslarını tevkif etmektir” diyecekti. (123)
Menderes ise ‘Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm’ sözleri ile milletvekillerine… ‘Kara cüppeliler’ yakıştırması ile üniversite hocalarına… ‘Battal Gazi ordusu’ ve ‘Ben orduyu yedek subaylarla bile yönetirim’ (124) sözleri ile de askerlere olan sert tutumunda her zaman ısrar edecekti.
DP taraftarı, anayasa hukukçusu Prof. Dr. Ali Fuat Başgil olaylar nedeni ile hükümetin istifa etmesini önerecek ancak Bayar bu öneriye karşı çıkacaktı. Cumhurbaşkanı’nın, “Tenkit zamanı geçti, şimdi tenkil (ortadan kaldırma) zamanıdır” sözleri son şansın da yitirilmesine neden olacaktı. (125)
Ülke 27 Mayıs sabahı Albay Alpaslan Türkeş’in radyodaki sesi ile uyanacak ve bir grup subay, emir-komuta zinciri dışında hareket ederek yönetime el koyacaktı. 10 yıllık Demokrat Parti iktidarı sona ermişti.
Yaşanan bu 10 yıllık çok partili dönemde görüldü ki, yeni bir partinin (DP) kurulup seçimlerde kazanarak iktidarı geçmişin tek partisinden (CHP) devralması tek başına demokrasi demek değildi. Demokrasi, sadece sandık kurulması ya da seçimlere birden fazla partinin katılması da değildi. Demokrasinin olmazsa olmazı ‘özgür muhalefetti.’
Demokrat Parti hükümetinin demokratlığı ne yazık ki sadece parti isminde kaldı. ‘Halk beni seçti, öyleyse ben ne dersem o olacak’ anlayışı, en ufak eleştiriye bile hoşgörü ile yaklaşmayı bırakın sert tedbirler ile karşılık verilmesi sivil siyasete büyük darbe vurdu.
27 Mayıs askeri müdahalesi hep konuşuldu ama…
Demokrat Parti’nin otoriter bir iktidar olarak muhalefetin siyasi çalışmalarını yasaklaması, sivil toplumu, üniversiteleri, basını sürekli cezalandırması, yargıyı yürütmeye bağlamaya çalışması apaçık bir ‘sivil darbeydi.’
Gökhan Cebeci – Odatv.com