Klasik Osmanlı toplum düzeni şöyle özetlenebilir
YÖNETENLER “ULEMALAR VE YÖNETİLENLER “KULLAR”
Bu dönemde iki ana sınıf vardı: yönetenler, yönetilenler; kimlerin bu sınıflara dahil oldukları, ne zaman ve hangi şartlarda öbür sınıfa geçecekleri devlet tarafından belirlenirdi.
Yönetenler, askerlikle doğrudan ya da dolaylı bir ilgileri olmasa da (örneğin ulema), askeri sayılırdı, zira devlet bir fetih ve savaş makinesi olarak örgütlenmişti. Bunlara, yönetilenlere oranla yüksek bir yaşama düzeyi sağlanırdı.
Kural olarak ülkenin en zengini padişah olurdu. Tüccardan çok zenginleşen biri olursa, müsadere yoluyla durumun “icabına” bakılır, hizaya getirilirdi. Yönetenlerin ikinci bir ayrıcalıkları, vergi ödemekle yükümlü olmamalarıydı. Başı padişah olan askeri sınıfa ulema ile icrai (yürütme ile ilgili) işler gören ve kul statüsündeki askeriler dahildi. Sözü edilen icrai işlerin başlıcaları yönetim ve askerliktir. Yeniçerisinden, sipahisinden
sadrazamına kadar bu işleri görürlerdi. Bunların kul statüsünde olmaları boyunlarının kıldan ince olması anlamına geliyordu. Bu, muhakeme edilmeden padişahın buyruğu ile “siyaseten katledilebilmeleri” demekti.
(siyaseten katil). Kul olmanın ikinci bir sonucu, kulların ölümünde miraslarına el konmasıydı ki buna, müsadere denirdi. Herhalde müsadere daha çok, müsadereye değer serveti olan yüksek görevlilere uygulanıyor olmalıydı. Fakat bunların, ölümlerinden sonra vârislerini gözetmek için kullanabilecekleri bir imkân vardı.
Cami, medrese vb gibi hayır kurumları yapıp, bunların faaliyetlerinin sürdürülmesi için vakıf kurduklarında, vârislerini vakıf mütevellisi atayıp onları bu yoldan gelir sahibi kılabilirlerdi. Zira vakıflar müsadere edilemezdi.
Yönetenler sınıfının ikinci kolu ulema idi. Âlimler devletin din, yargı, eğitim işlerini görürler, icrai işlere fazla karışamazlardı. Askeri sınıfın ayrıcalıklarından yararlanırlardı, yani yüksek gelir sahibiydiler ve vergi ödemezlerdi. Bununla birlikte, icrai askeri sınıf üyeleri gibi kul statüsünde olmadıkları için, muhakeme edilmeden cezalandırıldıklarına pek rastlanmazdı, yani örneğin siyaseten katledilemezlerdi ve malları müsadere
edilemezdi.
Âlimler, mahalle mektebinden sonra medreselerde okuyarak yetişen Müslüman çocuklarıydı. Oysa kullar çok kez devşirme idiler, yani çocukluklarında Hıristiyan olan kişilerdi. Yüksek ulema büyük servet sahibi olabildiği gibi, bu serveti çocuklarına intikal ettirebiliyordu. Yüksek ulemanın çocukları da ulema oldukları takdirde ki genellikle böyle olmuştur ortaya bir ulema aristokrasisi ya da soyluluğu (zadegânlık)çıkıyordu. Yüksek ulemanın çocuklarını kayırmak için daha çocukluklarında rütbe verilmeye başlanır, böylece kolayca yükselmeleri sağlanırdı.