Yargı sahasında din ticareti ve Diyanet denilen ucube
Bir köy ilkokulundan mezun olduğum 1986 yılında, ortaokula devam etmenin yolu şehir merkezinde kalabilecek bir yer bulmaktı. Alternatiflerden biri de Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı, halk arasında “Vakıflar Yurdu“ olarak adlandırılan yurttu.
Yazılı sınavı geçenler arasında mülakat yapılırken bana klasik „Laiklik nedir?“ sorusu soruldu, ben de en klasik cevap olarak; „din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır“ dedim. Ancak hemen ardından gelen “yani Türkiye Cumhuriyeti müslüman değil mi?“ sorusuna ne cevap vereceğimi bilemedim.
Sınavı kazanamayınca, dayım sınav heyetinden birine sebebini sormuş, o da soruya “Türkiye Cumhuriyeti Müslümandır“ şeklinde cevap vermemin beklendiğini söylemiş.
Son 29 yılım hukukun çeşitli branşlarında geçti. 50 yaşına merdiven dayadım. Henüz ilkokul mezunuyken karşılaştığım ama cevabını veremediğim bu soru halen tartışılmaya devam ediyor. Çünkü, herkesin ayrı bir laiklik tanımı ve anlayışı var.
Laiklik gündemli son tartışma, Diyanet İşleri Başkanına adli yıl açılışında yaptırılan dini törenden kaynaklanıyor.
Her ne kadar tartışma büyük oranda laiklik alanına hapsedilse de, sorunun esas kaynağı devletin temel felsefesiyle doğrudan ilişkili. Türk ulus devleti varlığını iki baskın kimlikten almakta. Bunlar, “Türklük“ ve Diyanetin bünyesinde somutlaşan “Türk-Sünni“ anlayışı.
En temel sorunların kaynağı, dayatılan bu kimliklerdir. Bu sorunlardan bazılarının makul bir zeminde ele alınmasını önlemenin yolu da, zaman zaman laik/seküler-din(ci) ekseninde tartışmaları canlı tutmaktan geçiyor.
Hilafetin kaldırılmasından sonra halk nezdinde uzun süre “din düşmanı“ yaftasından kurtulamayan yeni ulus-devletin kurucuları, eş zamanlı iki fonksiyonu yerine getirecek bir kuruma ihtiyaç duymuşlardı.
Bu amaçla 3 Mart 1924 tarihinde kaldırılan Şer‘iye ve Evkaf Vekaleti yerine başbakanlığa bağlı Diyanet Işleri Reisliği kurulmuştu.
1961 Anayasası ile anayasal statüye kavuşan Diyanet’in güncel kuruluş ve teşkilat kanununa göre görevi “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek“ şeklinde düzenlendi.
Böylece rejimin kurucuları bir yandan imaj tazelerken, diğer yandan da gerektiğinde toplumu konsolide etmede kullanılacak çok elverişli bir aparat hazırladılar. Ne de olsa dini söylemlerle her zaman yönlendirilebilecek, kontrol altında tutulabilecek bir çoğunluk vardı.
Türk Silahlı Kuvvetleri nasıl laikliğin koruyucusu ve en makbul temsilcisi olarak konumlandırıldıysa, Diyanet de aynı şekilde dinin tek mümessili, koruyucusu olarak takdim edildi.
Laiklik ve din kavramlarının gölgesinde aslında korunan sadece hakim gücün ideolojisi olagelmiştir. Resmi ideolojinin kabul etmediği laiklik de din de meşru kabul edilmediğinden bu kavramların ortak kabul gördüğü bir zemine asla müsaade edilmedi.
Resmi söylemin taşıyıcısı olma görevini hakkıyla ifa eden Diyanet, halkın “öngörülen“ kıvamda dinle ilişkisini hep dengede tuttu. Bunu yaparken asla doğrudan sahaya çıkma ihtiyacı duymadı.
Çünkü ondan sadece biçilen role uygun davranması bekleniyordu, rolün ötesinde yanyana durmayı zaten iki taraf ta istemezdi. Bu sayede ulus devletin biçtiği „Türk-Sünniliği“ gömleği toplumun nitelikli çoğunluğuna ustaca giydirildi.
Bu durum mevcut iktidarın hüküm sürecine kadar devam etti. Ancak ortaya çıkan gelişmeler İktidar-Diyanet ilişkisini geleneklerin de dışına itti. Çünkü dinle izahı mümkün olmayan, her biri daha büyüğüyle kapatılan suçlar, politik hatalar, gizlenmeyecek yalanlar ortaya çıktı.
İktidarın politik alanı ve hukuk dünyasını şekillendirmesinin çeşitli yolları vardı. Ancak en etkili silah her zaman din oldu. Diyanetin mevcut rolüne ilaveten oynadığı yeni rol, iktidarın din ticaretine payandalık yapmaktı.
Bu nedenle konu bizatihi laiklik konusu değil, tam aksine laiklik kavramı üzerinden sergilenen bir projedir. Ortaya konulan resim de kaybedeceği çok şey olan iktidarın sadece ucuz bir oyunudur.
AKP iktidarını ayakta tutan esas tabanın hilafeti andıran türden, dini ve siyasal liderliği bir arada görme hayali herkesçe biliniyor. Bu nedenle iktidarın, karşılaştığı her önemli problem karşısında bu kesimin duygularına hitap etmesi şaşırtıcı değil.
Bu kesime önceleri sadece Cuma namazında basın açıklamasıyla, ya da her hangi bir törende Kuran okunarak “dindar lider“ mesajı yollanırken, daha sonraları Ayasofya camiinin ibadete açılması gibi büyük şovlarla hitap edilmeye başlandı.
Adli yıl açılışı bu bağlamda okunduğunda, daha büyük bir şova ihtiyaç duyulduğu rahatlıkla anlaşılıyor.
Diğer yandan yargı sahasında oynanan bu oyunun verdiği çok hayati bir mesaj var. Çünkü o sahada oynanan oyun “üst perdeden açılış“ demektir. Bunun son ve etkili örneği 16 Temmuz 2016 tarihinde görüldü. Darbe girişiminde bulunanların ellerinde silahları dururken ilk olarak üç bin civarında hakim ve savcının görevden alınması, tutuklanması devlet içi ve dışı herkese açık mesajdı. Bu mesajda açıkça; “Anayasanın en sıkı güvencelerle koruduğu kişileri Anayasa ve yasaya rağmen alıyorum. Sen de güvende değilsin“ deniliyordu.
Nitekim süreç nev’i şahsına münhasır bir otokratik rejimle sonuçlandı.
Bu son şovla da bir yandan tabanın duygularına hitap edilirken, diğer yandan mindere çekilmek istenen yeni rakiplere en üst perdeden meydan okunduğu anlaşılıyor.
Bu durum karşısında şu gerçeklere vurgu yapmak lazım:
-
- Diyanet en temel sorunların çözümüne engel olmak üzere geliştirilen bir vesayet aparatıdır.
- Yargı üzerinden gerçekleştirilen her sıradışı faaliyet köklü bir değişikliğin işaret fişeğidir.
Bu gerçekler, aklı başında insanlar tarafından kabul edilip yüksek sesle dile getirilmediği sürece kronik sorunlar çözümsüzlüğe mahkum olmaya devam edecektir. Buna karşılık, oyunun çözülmesi halinde ise, Diyanet denilen ucubenin, artık sağlıklı bir toplum için kaçınılmaz olan yeni bir Anayasa ile ortadan kaldırılması fırsatı yakalanacaktır.
https://ahvalnews-com.cdn.ampproject.org/c/s/ahvalnews.com/tr/diyanet/yargi-sahasinda-din-ticareti-ve-diyanet-denilen-ucube?amp