Naci Kaptan
Türkiye’mizde ekonominin bozulması, enflasyon ve işsizliğin çok yükselmesi, yoksulluğun yurdun dört bir yanını sarmasının ardından planlı ve sistematik yolsuzluklarla ülkenin milli gelirinin nerede ise yarısı siyasetçiler, yandaş işadamları arasında paylaşıldı. Toplumun içine düştüğü işsizlik, yoksulluk, pahalılık sarmalında, AKP’li/Erdoğan’lı yıllarda ülkeyi büyük ve karanlık bir umutsuzluk dalgası sardı.
Bu sisteme başkaldıran Yurtsever muhalifler, gazeteciler, yazarlar, aydınlar, çizerler, sanatçılar, siyasetçiler, askerler ve hatta öğrenciler ve dahi 80’lik amcalar, teyzeler tutuklanmaya başlandı. Tutuklanmayan muhalifler ise egemen güç/ler tarafından linçe uğradı, dövüldü, öldürülmek istendi, darp edildi. Bu suçları işleyenler yakalandığında iktidar egemen mahkemelerin savcıları, yargıçları tarafından serbest bırakıldı.
Tüm muhaliflere göz dağı veriliyordu.Sanki Hitler’in, Mussolini’nin faşist grupları Türkiye’de tekrar dünyaya geldiler!!! Sanki cani ruhlu, faşist ABD’li senatör McCarthy ile iş birliği başlamıştı. Bu kez eylem sahaları Türkiye idi…Demokrasi ve Anayasa, fırındaki ekmek gibi askıda idi. Anayasal hak olan demokratik eylemlerde bile kadın erkek yaşlı demeden insanlar dövülüyor, gazlanıyor, tutuklanıyordu.
Bazı savcı ve yargıçların ise, siyasi veya terör suçuna karışmış ve hatta karışmamış olan varlıklı iş adamlarını tutuklama ile tehdit ederek, veya tutuklayıp pazarlıktan sonra tahliye ederek milyonlarca dolar rüşvet aldıkları bilgileri yazılıp söyleniyordu. Hatta bu kirli işlere bulaşan yargıç/savcılar hakkında soruşturmalar açılanlar da vardı. Ama Asya Bank’a kiracısı olduğu evin kirasını yatıran öğretmen karı-koca KHK ile meslekten ve hatta kamudan ihraç ediliyordu. Zengin arabasını dağdan aşırıyordu…Yoksul düz yolda şaşırıyordu…
Bu gelişmeler, eskinin kabadayılarının, külhan beylerinin mutasyona uğramış olan günümüz Mafyalarını, reislerini ortaya çıkardı. İktidarla çıkar birliği bozulan ve Mafya olarak nitelenen bir suçlu ise işbirlikçi siyasetçiler tarafından yarı yolda bırakıldığı için itiraflara başladı ve üst düzey bir çok siyasetçinin, bürokratın akıl almaz bir ölçüde suç işledikleri, uyuşturucu kaçakçılığına bulaştıkları, varlıklı insanların büyük tesislerine, marinalarına, otellerine, fabrikalarına, banka hesaplarına, hukuku baskı aracı olarak kullanıp el koydukları bilgileri ortalıklara saçıldı. Lâğım patlamıştı…
Toplum dehşet ve hayret içinde ülkelerinin siyasetçiler, bürokratlar ve Mafya iş birliği ile ne kadar kirlenmiş olduklarını izliyor. Bu kokuşmuşluğun üstesinden gelebilecek hukuk, savcı ve yargıçlar ise parlamento ile birlikte tasfiye edilmişti. Çağımızda mafya da politize oldu diğer bir deyişle siyasetçiler de MAFYALAŞTI… İşbirliği yapıyorlar. Diyelim ki; Balık baştan kokuyor…Ve buna “Turkish başkanlık sistemi” diyorlar…
Aşağıda Külhan beylerinden Mafyaya kadar bilgi içeren TÜRKİYE’DE BABALAR VE MAFYA” isimli bir kitaptan bölüm sunuyorum.
Naci Kaptan / 03.09.2021
TÜRKİYE’DE BABALAR VE MAFYA
Kabadayı, Külhanbey, Baba derken: Mafya!..
Türk toplumu geçmiş süreç içinde “Şaki”, “Haydut”, “Eşkıya”, “Kabadayı”, “Külhanbey” derken “Baba” ve “Mafya” kavramlarıyla da tanıştı.
Bu tanışma, elbette ki birdenbire değil, belli bir süreç içinde, etap etap oldu… İçinde bulunduğumuz günlerde ise “Mafya” yaşantımızın gündemine tabiri caizse “lök gibi oturdu”… “Mafya”, ‘Otopark mafyası”, “Gece-kondu. mafyası”, “Arazi mafyası,”, Siyaset-Bürokrat-Mafya Üçgeni’, TV’lerde artık biri bir para olan “Mafya dizileri” ile insanımız bu kavram ile adamakıllı “yüz-göz” oldu, çıktı işin içinden!
NE DEMEK MAFYA?
Ne demek “Mafya”?Ya da Frenk dillerindeki yazılışı ile “Mafia”? Şu demek:
“Mafya” ya da “Mafia” aslında ‘gizli örgüt’ anlamında kullanılan ve İtalyancanın Sicilya lehçesinde yer alan ve ordan bütün dünya dillerine geçmiş bir sözcük.
Mafyanın geniş tanımı ise şöyle: “Adaleti kendileri gerçekleştiren böylelikle de “hiçbir şey görmemiş, işitmemiş” tanıkların ölümcül suskunluğu ile resmi adalet organlarının işleyişini kendi istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendiren, gerekirse engellemeye çalışan Sicilyalı azılı gizli birlikler şebekesi”…
Mafya, ilk olarak Sicilya’da 1820 -1840 tarihleri arasında, belirli bir düzeni sürdürmeye kararlı büyük toprak sahiplerinin girişimiyle ortaya çıktı.
MAFYA ELEMANLARI KİMLERDİ?
İlk mafya elemanları, eski asker, polis ve yerel örgütlerde yuvalanmış haydutların bir örgüt (tabii gizli) içinde bir araya gelmeleriyle oluştuğundan, ilk mafya elemanları bu gibi kişilerdi.
Sicilya’daki Mafya, hızla bu büyük adadaki büyük toprakların yönetimini ele geçirdi. Köylüler üzerinde çok sıkı zorba ve gaddarca bir baskı ve egemenlik kurarak kısa süre sonra mülk sahiplerini ciddi bir biçimde kaygılandırmaya başladı.
Ana merkezi “Polermo”da olan Mafya, derin bir sessizlik içinde kurmayı başarıp sürdürdüğü suç ortaklığı ve ilişkiler şebekesiyle, ülkenin ekonomik ve toplumsal yaşamını etkin bir biçimde etkiledi.
Mafya, aslında yerleşik düzene saygılı görünüyor ve onu akla gelebilecek her türde köylü hareketlerine karşı koruyordu.
İtalya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne toplu göç hareketi, 19’uncu yüzyılda ve özellikle bu yüzyılın sonlarında Mafya ‘da ABD’deki çeşitli suç örgütleri ile ortaklık kurma fırsatı verdi. 20. yüzyılın ortalarından sonra, kentsel niteliği ağır basan bir Mafya, ağır ağır eski kırsal mafyaya egemen oldu… Oldu ama, Mafya, yapı ve öz olarak Sicilyalılığını yitirmemiş olmakla birlikte artık “Amerikanvari” bir kimlik kazanmıştı…
Sanırım bizim insanımız için “Mafyayı daha fazla ve ayrıntılı olarak anlatmaya gerek de yok… Zira, son günlerde TRT l kanalında gösterilen, “Morio Puzzo’nun ünlü “Godfather: Baba” romanından uyarlanmış film dizileri milyonlarca insanımız tarafından ilgiyle izlendi. Bu nedenle Türk insanının çok büyük kesimi artık “Mafya”nın ne olup ne olmadığı hakkında adamakıllı bir fikir sahibi.”
ÜNLÜ “BABA” FİLMİ!
“Mafya” kavramının ne olduğunu tüm dünyaya ayrıntılarıyla anlatmayı başaran şu ünlü “Baba” filmleri (I, I, III) oldu…
The Godfather (Baba), ünlü rejisör Francis F. Coppolla tarafından yönetildi. Filmin senaryosu, Mario Puzzo’nun aynı addaki romanına dayandırıldı…
Filmde ABD’ye göç eden İtalyanlar arasında filiz veren Mafya örgütü ele alınır. Mafyanın üst düzey yöneticilerinden Don Carlaone (Marlon Brando) ile oğullarının yeni toplumla uyum çatışma evrelerini içeren konu, çeteler arasındaki sokak savaşlarını da yansıtır.
Üç saat uzunluğundaki film, gösterildiği her ülkede büyük bir beğeni ve ilgiyle izlendi, 1972 Akademi Ödülü’nü kazandı. Marlon Brando’ya Oscar getirdi… Brondo’suz (İlk filmde ölmüştür) ekip iki yıl sonra Godfather Part II (Baba Bölüm II) adlı üç saat 20 dakikalık filmi oluşturdu. Burada Don Carlaone’nin gençliği (Roberto de Niro) ile işini sürdüren oğlu (Al Pacino) serüveni sürdürüyorlardı “Yılın En İyi Filmi” ödülüyle birlikte Copolla’ya da yönetmenlik Oscar’ını kazandırdı. İtalyan besteci Nino Kota’nın müzikleri başarıda etkin rol oynadı. Baba III de aynı ilgiyi gördü ve basan sağladı.
GELELİM “BABA” KAVRAMINA…
Dünyanın her yerinde ve de dilinde “Baba”, kendi dölünden çocuğu olan erkekleri anlatan bir isim… Ama bunun dışında da bir dolu anlamları var baba’nın… Bunlardan bir tanesi de şu: “Yasa dışı, karanlık ve çoğu kirli işler yapan örgütlerin basma verilen ad”…
Morio Puzzo’nun “Mafya”yı konu alan romanına verdiği “Godfather’in anlamı ise “Vaftiz babası”… Ama, Puzzo, sanırım sözcüğü bu anlamda değil “Babaların babası” gibi bir anlamda kullandı…
Ancak, Mafya örgütlerinin başına neden “Baba” dendiğini daha iyi anlayabilmek için bu örgütlerin yeşerdiği ülkenin. İtalya’nın tarihi geçmişine gözatmakta yarar var…
Roma İmparatorluğu döneminde, imparatorlara özgü unvanlardan biri de “Vatanın Babası” idi. Bu onursal unvan, İsa’dan önce 2 yılında Senato ve halk tarafından ilk olarak İmparator Augustonus’a verildi. Onun ardından gelenler, Tiberius, Galba, Otto ve Vitellias dışındakiler de bu unvanı benimsediler. İmparator Domitianus ile birlikte imparatorlara özgü bir takım unvanlar ile birlikte “Vatanın Babası” unvanı da kaldırıldı ve haliyle artık kullanılmaz oldu…
KÜLHANBEY YADA KÜLHANBEYİ ÜZERİNE
“Mafya”. “Mafya Babası” ya da doğrudan “Baba” kavramlarından çok önceleri, daha doğrusu bu tür kavramlar toplumumuza, yaşantımıza, konuştuğumuz dile girmeden çok önceleri, bu kavramlara benzer, bunlarla paralel başka kavramlarımız da vardı…
Şöyle ki: ‘Külhanbey – Kabadayı – Kopuk – Tulumbacılar…
Bunlardan, önce şu “Külhanbey – Külhan-beyi” kavramı üzerinde kısaca bir duralım; bakalım neymiş?
İşin kolayına gitmek isteyenler ‘Külhanbeyi”ni “Osmanlı döneminde sokak serserilerine verilen ad” şeklinde tanımlar. Oysa, böylesi bir tanım eksik, eksikliği bir yana yanlıştır. “Külhanbeyi”nin asıl ve gerçeğe uygun tanımı şöyledir:
Külhanbeylerinin bir de “Pir”leri vardı ve adı ‘Layhar”dı. Buna ilişkin efsane söylenceye göre, bir hamamın külhanında, şarap tortuları içen bir adam yasamaktaydı. Üzüm tortularını içtiği için (Lay-har) = (İçki tortusu içen) adı verilen bu adam, bir gün “Hoca Senai’ ve onun çamura gömülen katırı onuruna kadeh kaldırdı. İşte tam o sırada Hoca Senai’nin katırı çamura adamakıllı gömüldü. Ve onun olacakları önceden bildiğini duyup Öğrenen Hoca Senai, içeri girdi, Layhar’ın hürmetle elini öpüp hayır duasını aldı. Ve bundan sonra da Layhar, tüm külhanbeylerin “Piri” olarak kabul edildi.
Osmanlılar’da İstanbul Külhanbeylerinin ilk mekânı, fetihten (1453) sonra yapılan ilk hamam olan “Gedikpaşa Hamamı’ydı. Hamamın külhan bölümü çok sayıda kişiyi barındırabilmeye elverişliydi. Yatacak yeri olmayan, kimsesiz kişiler, özellikle soğuk günlerde ve de kış aylarında burada yatıp kalkarlar, bu yüzden de bunlara “külhanbeyi’ denilirdi. Onlara bu adın verilişinde elbette ki gizli ama çok güçlü bir ironi mevcuttu…
Daha sonraları başka hamamların külhanları da başıboş, yersiz yurtsuz kişilerin barınak yeri oldu.
NASIL KÜLHANBEYİ OLUNURDU?
Önüne gelen, her isteyen Öyle pat diye, birkaç gece külhanda yatıp kalkmakla külhanbeyi olamazdı. Külhanbeyi olmanın bazı koşulları vardı… Şöyle ki: Bir külhana girebilmek için kimsesiz olmak ve bir “sınav”dan geçmek gerekiyordu.
Külhanbeyleri’nin en eskilerine, en kıdemlilerine “Destebaşı” adı verilirdi. Destebaşı’nın görevi külhanbeyliğe giriş sınavını düzenleyip yönetmekti. Sınav, külhanbeyi adayının eline verilen torbayı en kısa zamanda pirinç, yağ, bulgur, un ve şeker ile doldurmasından ibaretti.
Külhandan ayrılmadan önce külhanbeyi adayının giysileri çıkartılır, üzerine yırtık pırtık, eski elbiseler giydirilir. Çarşı pazar dolaşıp torbayı doldurarak külhana dönen aday. sınavı kazanmış sayılır, topladığı malzemelerle “pilav” ve “helva” hazırlanırdı. Yemek zamanında ortaya çıkartılan külhanın demirbaş eşyası üç lengerden ikisine pilav ve helva konur ve hep birlikte yenirdi.
Külhanbey olacak adaylar ise isteyenlere su getirmek ve hizmet etmek için ayakta beklerlerdi. Onların yiyecekleri ayrı bir tahta kaba konulurdu.
Pilav ve helva yenildikten sonra külhancı, destebaşı ve öteki külhanbeyler, bir lokma ekmeği tuza batırarak üç parmaklan arasında tutar ve külhanın kimsesizlerin barınağı olduğuna buradan birçok yiğit yetiştiğini ve Loy-hor’ın ruhuna “Hu” çekerek onu anmak gerektiğine ilişkin bir dua okurlar, dua bittikten sonra tuzlu ekmek lokmaları yenilir ve burada barınanların tümü “tuz – ekmek hakkı için” artık “kardeş” sayılırlardı.
KARDEŞLİK MERASİMİ
Külhanbeyliğe kabulün ikinci aşaması da “kardeşlik merasimi” idi…
Kardeş alınacak iki çocuk ortaya getirilip giysileri çıkartılır, ikisine birlikte Layhar’ın kefeni olarak kabul edilen simgesel, büyük bir beyaz gömlek giydirilir. Destebaşı, çocukların başından gömleğin yakasını, bunlardan daha önce kabul edilmiş olan sağ, öteki de sol kolunu gömlekten geçirir, böylece gömleğin dışında iki baş ve iki kol görünürdü.
Külhancı ağa, ocağa doğru iki dizi üzerine oturarak şöyle derdi:
Ey Leyhar’ın evlatları!
Burası baba yurdudur!
Burada senin-benim yoktur!
Burada herkes kardeştir!
Layhar’ın evlatları birbirlerini tek vücut bilirler!
Bu kefene sağlığında girenler ölünceye kadar birbirlerini ayrı görmezler!
Bu, ikilikte birliktir!
Bu, senin sağ elindir, sen de bunun sol elisin!
Biriniz sağınızı görürsünüz, biriniz solunuzu görürsünüz!
Bir elin nesi var, iki elin sesi var!
Ömrünüzün sonuna kadar birbirinizi görür, gözetirsiniz!
Her gün kazancınızı buraya getirirsiniz!
Burada bu senindir, bu benimdir yoktur!
Az, çoğu aratır, çok hepimizi besler!
Kazan birdir, hepimizi doyurur/ Hu Layhar hu! Hu Layhar hu!
Bu “Konuşma” bittikten sonra Layhar’ın ruhuna bir Fatiha okunur ve artık aday kül-hanbeylerin kardeşliği de kabul edilmiş sayılırdı…
KENDİ HALİNDE BİR ÇOCUK!
Ankara…Yıl 1946…
Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçildiği. Demokrat Parti’nin kurulduğu, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Büyükelçisi Münir Ertegûn’ün tabutunu taşıyan Missouri savaş gemisinin İstanbul’a geldiği, Türkiye’de muhalefetin de katıldığı ilk tek dereceli seçimlerin yapıldığı, Ankara’da Sakarya Sokağı’nda “Missouri” adlı bir meyhanenin açıldığı yıl…
Aynı yıl, şu anda “Cebeci Lisesi” olan okul bir ortaokuldur… O zamanların ünlü “4. Ortaokul”u… Okulun müdürü, sonradan tarih kitaplarından İsmet İnönü’nün adını çıkartmakla ünlenen ve eleştirilen tarihçi Zuhuri Danışman, spor öğretmeni ise ünlü tasarruf bonolarının mucidi Maliye Bakanı Kemal Kurdaş’ın ağabeyi Turgut Kurdaş’tır… Dördüncü Ortaokul sabahlan kızlara, öğleden sonraları ise erkek çocuklara eğitim vermektedir. Ne tuhaftır ki, bu yüzden Özellikle l. sınıflarda A’dan Z’ye kadar tüm şubeler mevcuttur… Örneğin l-Z bodrum katta öğrenim veren “Almanca Şubesi”dir… Okulda Fransızca yabancı dil öğreten birkaç sınıf olmasına karşılık özellikle ilk sınıfların hepsi “İngilizce” yabancı dil eğitimi vermektedir… Zira, o yıllarda Türkiye hemen her şeyi ile “Amerika’ya yönelmiştir… Bu yüzden orta öğretimde artık “Fransızca” ve “Almanca” “Out”, “İngilizce” ise “IN”dir!
İşte, bu sınıflardan Dördüncü Ortaokul’da ingilizce yabancı dil öğrenimi verilen birinci sınıflardan birinde kendi halinde, tam 13 yaşında sakin, uslu bir çocuk okumaktadır… Bu kendi halinde, 13 yaşında, sakin uslu çocuğun adı Dündar, soyadı ise Kılıç’tır
Yıllar sonra namı tüm Türkiye’yi kaplayacak olan, ünlü kabadayılardan ya da babalardan Dündar KILIÇ
1946’daki kendi halinde bir çocuk olan Dündar’ın tek yaramazlığı, şimdi üzerinde kocaman bir stadyum bulunan, o zamanki o dümdüz “Cebeci Çayın”da, üzerindeki tüyleri tamamen dökülmüş bir tenis topunun arkasında koşarak sabahlan arkadaşlarıyla top oynaması ve bu yüzden okula geç kalıp birkaç kez spor öğretmeni Turgut Kurdaş tarafından kulağının çekilerek cezalandırılmasından ibarettir…
Dündar, 1946’da, küçük yaştan itibaren doğduğu Trabzon’un Sürmene ilçesinden gelerek yerleştiği Ankara’dadır, altı erkek kardeşten biridir. Babasının adı İshak, annesinin adı ise Fatma Kılıçtır. Aslında Kılıç ailesini çekip çeviren, yöneten baba İshak ile birlikte tam bir “Karadeniz Kadını” olan annesi “Fatma” Hanım’dır…
YIL 1951 YAŞ 18 VE İLK VUKUAT!
Trabzon Sürmene’den ailesiyle gelip Başkente gelen Dündar Kılıç, ilk delikanlılık yıllarında cesareti ve zekâsıyla arkadaştan arasında saygı uyandıran bir kişilik sergilemişti… Haksızlığa tahammülü yoktu, daima zayıftan, yoksuldan, garip – garibandan yanaydı, arkadaş canlısıydı…
Bu karakteri onu 1951 yılında, 18 yaşındayken bir yaralama olayına karışmasına sürükledi ve hayatında ilk kez “maphus damı”na düştü… Yıllar sonra, yani Dündar Kılıç ünlü bir “Baba” ya da yanında çalışanların ve yakınlarının tabiriyle “Ağa” olduğu günlerde bu konuyu şu mealde anlattı:
“19 yaşlarımda filandım o yıllar… Bir kavga, yaralama ve mahkeme filan derken kendimi cezaevinde buldum… İçeri ilk girdiğimde son derecede müteessir olmuş, kahretmiştim bu duruma… Ancak, gün geçtikçe anlayıp oflamanın pek işe yaramadığı gibi, yararlı olmadığı idrakine de vardım… Kendimi bir yandan çeşitli kitaplar okumaya verdikleri bir yandan da gözümü dört açıp hapishane raconunun inceliklerini öğrenmeye çalıştım… İlk mapusluğumda öğrendiklerim, ileriki yaşamımda benim için çok Önemli bir deneyim birikimi olmuştu…”
İLK BİTİRİMHANE!
Dündar Kılıç ilk vukuatının ardından ilk cezaevi günlerini tamamladıktan sonra cezaevinden çıkarçıkmaz Başkent Ankara’da üç isimli meydan (Hergele, İtfaiye, Opera Meydanı) yakınlarında bir kahvehane açtı…
Kahvehane, aslında âlemde “bitirimhane” denilen ve gizli gizli kumar da oynatılan bir mekândı… Dündar, kısa sürede bu işi tutturdu… Mekânından iyi paralar kazanmaya başladı… Doğal olarak da “nâmı yürüdü” ve adı öteki kabadayılar, semt delikanlıları, eski mahpushaneciler tarafından duyuldu… Kimdi bu daha yirmili yaşların başlarındaki Dündar Kılıç?.. Nasıl oluyor da bu kadar kısa sürede nâmı yürüyor, mekânı para kırıp duruyordu?..
O dönemde Çavdaroğlu adıyla ün yapmış bir kabadayı, Dündar’ın kumarhanesinden elde ettiği kazançtan (mano), pay almayı aklına koydu… Bir gece yarısı Çavdaroğlu ve adamları Kılıç’ın bitirimhanesini bastılar… Anında silahlı bir çatışma çıktı… Çatışma sonunda Dündar Kılıç hafif yaralanırken, karşı tarafın Çavdaroğlu başta tüm adamları ağır şekilde yaralanmış, kumarhaneye yapılan baskın tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı…
Olay, kısa sürede duyuldu…
Dündar Kılıç’ı bu son olay yüzünden artık “alem” içinde tanımayan hiçbir “delikanlı”, hiçbir “kabadayı” kalmamıştı… Dündar’ın nâmı dalga dalga yayılmış gitmişti…
Dündar bitirimhanesini işletmeye devam ederken, hiçbir kabadayının yapmadığı bir şeyi yapıyor, bir yandan da Türk ve dünya edebiyatının ünlü şair ve yazarlarının yapıtlarını yutar gibi okuyor ve mekânının gramofonuna sık sık o yıllar Safiye Ayla’nın söylediği şu eski İstanbul kabadayı türküsünü koyup dinliyordu:
“Aksaray’a gider iken Çevirdiler yolumu, yolumu Beş on polis bağladılar Kolumu, kolumu… Tutman beni, ben bilirim Mahpushane yolu, yolunu… Balat uğramaz, doğru Fener… On paraya, nane şeker… Heeey aman aman!”
Yazar Hasan Cem’in “TÜRKİYE’DE BABALAR VE MAFYA” kitabından
https://kitapozeti.de/mafyababa-kabadayi-kulhan-beyi/