Mine G. Kırıkkanat – kirikkanat@mgkmedya.com
Dıgıdık, dıgıdık, uygarlık…
Şimdi bu sözler üzerine, bu satırların yazarına nefretle karışık bir tutku besleyen mürteci milliyetçi kesimin sosyal medyada “koyacakları” tepkileri görür gibiyim. Nedense tepkilerini göstermektense hep ayıp yerlere koymaya meraklı bu zevat, en terbiyeli olasılıkla “Vay, sen ulu hakan Atilla’ya nasıl çapulcu dersin!” diye naralanacaktır.
Oysa Atilla, günümüz babalarının beslediği çapulcu çetelerinden birkaç kat daha fazla harami besleyen, büyücek bir mafya babasıydı, o kadar.
GÖMLEK ÜSTÜNLÜĞÜ
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” düsturundan hareket edersek, tarihte Atilla ordularının yaptıklarıyla Alaattin Çakıcı’nın, Kürşat Yılmaz’ın, Dündar Kılıç ya da iktidarla ters düşüp itirafçı olmasaydı muhaliflerin kanını içecek Sedat Peker vb. gibi herhangi bir mafya babasının etkinlikleri arasında yalnızca çap farkı, gömlek üstünlüğü görürüz.
Nedir Atilla’nın becerileri?
Macaristan’da barbar Kral Rugas’ın yerine geçen Atilla’nın ilk işi, öz kardeşi ve rakibi Bleda’yı temizlemek olmuştur. Çevresine akın akın toplanan harami ordusuyla Balkanlar’a saldırmış, haraç veren topluluklara dokunmayıp haraç vermeyi kabul etmeyen halkları yağmalamıştır. Örneğin II. Theodosius’tan iki kez haraç alıp Konstantinopolis’in yönetimindeki Balkan topraklarına ilişmemiştir. Fransa’da Metz kentini yağmalamış, haraç ödeyen Troyes kentini rahat bırakmıştır.
MİLLİ CÜRÜM FEDERASYONU EKSİK…
İtalya’da Aquilleo, Milano, Podova bölgelerini talan edip Papa Birinci Leo’nun verdiği haracı cebe atınca, Macaristan’daki inine dönmüş, döner dönmez ölmüş, öldükten hemen sonra da kurduğu sözümona imparatorluk darmadağın olmuştur.
Yasalar mı yazdırmıştır Atilla? Kayıtlı kuyutlu, gelenekli görenekli devlet falan mı kurmaya çalışmıştır? Yok canım! Vergi bile toplamamıştır. Harami ordularıyla ayakta tuttuğu ekonomi sistemi, BAŞKASININ KURDUĞU sistemden haraç, başkasının uygarlığını yağma ve birikimini talana dayalıdır.
Bizdeki mafya babalarının birbirlerine düşmeyip bir “Milli Cürüm Federasyonu” çatısı altında birleştiğini düşünün, işte öyle bir şeydir Atilla’nın harami imparatorluğu.
Atilla, bir Hun mafyası imparatorudur. Ancak bizim tarih kitapları Atilla’nın Hunların başına geçmiş bir Türk olduğunu övünçle yazarlar.
BABALIĞIMIZ MAFYA
Batılılar uydurmuş da biz onlardan mı ithal etmişizdir Atilla’nın Türklüğünü; yoksa biz mi sahip çıkarak inandırmışızdır Batı’yı Atilla’nın Hunları yöneten bir Türk olduğuna, doğrusu bilmiyorum. Ama bildiğim ve emin olduğum tek gerçek, her Batılının bilinçaltında Türk sözünün önce Atilla’yı çağrıştırdığıdır. Atilla deyince de Avrupa’yı kasıp kavuran, yangın yerine çeviren bir yağmacı barbarı anımsarlar.
Zaten bizim ellerde doğan, yaşayan ve Orta Asya’daki etnik kökenlerle hiç ilgisi kalmayan Türklerin, niçin ve ısrarla ne kadar çekik gözlü Moğol, Hun vb. varsa hepsini atalarımız diye bağırlarına basmasını, yakıp yıkmaktan oluşan tarihlerine sahip çıkmasını, hatta övünmesini ve onun bunun malını iç etmekten oluşan cengâverlik becerileriyle böbürlenmesini asla anlayamadım.
YILANI DEĞİL, YALANI EZMEK
Aslında anlıyorum da insan olarak kabullenemiyorum anladığımı. Yoksa anlamayacak ne var? Aynı Türkiye, bugünün çetecilerine, çapulcularına, mafyacılarına, hırsızlarına ve hatta katillerine de “Türkiye seninle gurur duyuyor!” diye bağırıyor, gurur da duyuyor.
Değişen bir parametre yok dünden bugüne. Bu parametrelere ters düşen ve aykırı kalanlar, aslında böylesine açık seçik bir asalak sürüngenliğe hâlâ hayret eden bizleriz, yani bir avuç üretken ve düşüngen insan.* Şimdi durup dururken niye 1500 yıl öncesine gittim, neden Atilla’ya sardırdım, diye merak ediyor olabilirsiniz, değerli okurlarım. Çünkü yarın Kurban Bayramı. Ben de Atilla mitini kesmeye karar verdim. Yalanın başını koparıp derisini itinayla yüzeceğim.
Hepinize kansız bayramlar dilerim.
kırmızı beyazlı
küçük kareli bir masa örtüsü
bir şarap kadehi
bir demet çiğdemin kokusu
çöktüm bir iskemleye
şarapla özdeşleşti bütün geçmişim
bir güzel
bir hoştum
ne geçmiş ne gelecek
her şey boştu
kendimi hazırladım
yeni geleceklere.
Melih Ziya SEZER
Dıgıdık, dıgıdık, zorbalık
Bana her şeyden önce din sosyolojisine duyduğum ilgi ve kazandığım bilginin yollarını açan değerli hocam Prof. Dr. Cahit Tanyol, ilginç ödevler verirdi. Örneğin Türklerin, İslamlaşma sonrası korudukları ve İslami ritüele ekledikleri Şaman geleneklerini incelemek için İstanbul’un bir ucundan ötekine çaput bağlanan dilek ağaçları peşinde az koşmadım. Türbeleri dolaştım, tuhaf ayinler izledim, İslami olmayan öğelerin çetelesini tuttum, Müslüman Türklerin ibadete dahil ettiği Şamanist ritüellerin izini sürdüm. Hocamız Cahit Tanyol, beni iki yıl boyunca kimseyi çalıştırmadığı kadar sahada çalıştırdı. Mezuniyet tezi vermek zamanı geldiğinde, talebi yine özeldi: Diğerleri gibi bir ödev tezi hazırlamak yerine, René Grousset’nin “Tarihin Bilançosu” kitabındaki kallavi Orta Asya bölümünü olduğu gibi Türkçeye çevirecektim.
Çevirdim.
Bir Türk ırkı (1970’lerde ırk sözcüğü “politically incorrect”* değildi) ve Atatürk hayranı olan Grousset’nin, aziz milletimin genetik olmasa da kültürel anlamda sahiplendiği soya değgin anlattıkları, Prof. Dr. Tanyol ve sonraki öğrencilerinin ne kadar işine yaradı, bilmiyorum. Ama ben çok yararlandım!
ESNEK KİMLİK, PRAGMATİST KİŞİLİK
René Grousset, dünya tarihinin büyük macerasında geniş yer ayırdığı Türkleri, zor çevre koşullarının tavında dövülmüş, her değişime ayak uyduran zeki ve pratik bir ırk olarak tanımlar. Ancak Türkler, yerleşik ve yazılı olmayan, dolayısıyla güçlü rüzgârların erozyonuna açık bir göçebe kültürün insanlarıdır.
Öylesine zayıftır ki kültürel kimlikleri, Çin’i işgal ettikten bir süre sonra Çinli, Hindistan’da Hintli olup çıkarlar. Çin ve Hindistan yerine Arap Yarımadası’nı işgal eden Türklerin, Şamanizmi bırakıp Müslüman olmaları ise İslamiyet ve Halifelik bayrağını Haçlı ordularına karşı Araplardan daha etkin biçimde savunmalarıyla sonuçlanmıştır.
Yani Türkler, bir tür kalıp macunu gibidirler. Girdikleri yerleşik toplumların biçimini alırlar, ancak bu yeni biçimlerini önderlikte kullanacak kapasiteye sahiptirler. Ama özgün kimliklerini yitirmek pahasına…
Osmanlı, bu bukalemun yeteneğinin en parlak örneği sayılır. Arabistan çöllerinde Fars ve Arap kültürüne sahip çıktıktan sonra Türklüğü bir yana koyup, hatta yeni zenginin yoksulluk günlerini yadsıması gibi Türk adını bile anmaktan utanç duyarak bir yamalı bohça kültürü yaratmışlardır.
TÜRKÇEYİ DOĞURMAK
Yamalı bohça oluşu, yarattıkları kültürün değerini elbette düşürmez. Ama gün gelmiş ve yamalı bohça, spiral bir döngüde tekrarlanan tarihin koşulları gereği bin parçaya ayrılmıştır. Atatürk ve Atatürk’ün temsil ettiği ulusalcılık, bu bin parçanın içinde “aslolana” dönerek tu kaka edilen Türk kavramından yeni bir güç, anlam, ulus ve yurt yaratmak bahsi üzerine inşa edilmiştir.
Ancak, denize düşenin yılana sarılması gibi, sanal bir girişimdir bu. Çünkü canlandırılmak ve sırtına yeni bir toplumsal kimlik yüklenmek istenen kültür, günün kompleks yapısına yanıt verebilmekten uzak, hâlâ yoksul bir göçebe kültürüdür. Yine de işe yarar. En azından altı kaval, üstü şeşhane bir dilin, Osmanlıcanın temizlenerek az çok duru bir toplum dili yaratılmasını sağlar. Türkçeyi doğurur, söz konusu çaba. Bu girişim, aynı zamanda tarihte ilk kez Türk dilinde yazılı, yani yerleşik kültürün başlangıcıdır.
ZORBALIK HAYRANLIĞI
Yıllardır, Türk toplumunda zır cahil ya da yarı cahil, yani geniş bir tabana yaygın ve en küçük tezahürünü “Sen benim kim olduğumu biliyor musun” babalanmasına indirgeyebileceğimiz “zorbalık” eğilimi üzerine kafa yoruyorum.
Bu zorbalık eğilimi, bal tutan parmağını yalar diye başlayıp suyun başını tutanın en çok içmesini, hocanın sözde din öğrettiği çocuğa tecavüz etmesini, iktidarı ele geçirenin yurdu talan edip halkı soymasını ve daha pek çok yolsuzluğu, ahlaksızlığı normalleştiriyor. Toplumun topluma karşı işlenen suç, haksızlık, baskı ve zulmü “tepedeki tepeler” mantığıyla mazur görmesini sağlıyor.
Ve toplumsal piramitte yukarıdan aşağı, büyükten küçüğe yayılan zorbalık, elbette ki yanlış rol modelleriyle başlayıp süren bir kültür, daha doğrusu cehalet birikimi.
Her toplumun tarihi elbette barbarlıkla başlar. Ama kalıcı imar, kalıtlı sanat, yazılı hukuk kurunca yerleşik uygarlık sayılır ve ömrü yüzyılı aşabilene de devlet denir.
ÖĞRENME, DÜŞÜNME, SALDIR!
Tarihte pek çok devlet kurmuş, hukuk düzeni oturtmuş, yerleşik uygarlık yaratmış Türk boyları vardır. Yaşadığımız çağda Türkçü tanımına parmak kaldıran bir kesimin, üstelik Hun İmparatorluğu diye bilinen, ömrü zaten devlet olmaya yetmeyen, yağma ve talandan başka hiçbir becerisi olmayan göçebe haramilerin önderi Atilla’yı rol modeli olarak yüceltmesi; ancak zorbalık eğilimiyle açıklanabilir. Zaten böyle bir rol modelliği, kendisine Türkçü diyen toplumsal katmanda zorbalık eğiliminin hem yaratıcısı hem de ürünüdür.
Bazı Türkçülerin Atilla’nın yanına Atatürk’ü rol modeli koyması ise barbarla uygar, yok edenle var eden arasında ayrım yapamayacak kadar büyük bir cehalet içinde olduklarını göstermektedir.
Gelecek pazar yıkıcı Atilla’yı zorbalık hayranlarıyla yeniden kavuşturacağım, değerli okurlarım.
*Siyaseten uygunsuz
Dıgıdık, dıgıdık, aymazlık
Bizdeki tarih kitaplarının “ordu”, Fransa’dakilerin “güruh” ya da “çapulcu sürüsü” anlamına gelen “Hordes” sözcüğüyle andığı Atilla’nın yağmacı kuvvetleri Paris kapılarına dayandığında takvimler 451 yılını gösteriyordu. Başkent yarı yarıya boşalmış, ahali menkul değerlerini yüklenip kaçmıştı.
Avrupa’yı yakıp yıkan Atilla, Paris’e tereyağına giren kılıç gibi girip çıkabilirdi, ama bir süre sonra kuşatmayı kaldırıp gitti.
Acaba “Tanrı’nın gazabı” Atilla, o zamanlar da zengin ve ünlü Paris’i yağmalamaktan neden caymıştı?
Sonradan azize ve Paris’in koruyucusu ilan edilen Genevieve, varsıllığı, dindarlığı ve 29 yaşına karşın bakireliğiyle tanınan bir hanımdı. Resmi mucize tarihi, zaten Bakire Genevieve diye anılan soylu kadının iki gün, iki gece duaya durup Tanrı’ya yakarışlarıyla Atilla’nın Paris’i istilasını önlediğini anlatır. Çok daha yaygın dedikodu tarihi ise Genevieve’in söz konusu iki gün, iki geceyi dua ederek değil, düpedüz Atilla’nın çadırında geçirdiğini söyler.
ÇADIRLAR DİLE GELSE…
Sizin anlayacağınız, Atilla’nın dayandığı Paris kapılarından geri döndüğü tarihten yüzyıllar sonra, tam olarak 1711’de Prut’ta Rus ordusunu kuşatan bizim Baltacı Mehmed Paşa’nın Çariçe Katerina’yı çadırına ALDIKTAN sonra VERDİĞİ rücu kararı, aslında muktedir erkeklere musallat olan bir “Atilla Sendromu”ndan ibarettir.
Ne kadar hayret vericidir ki, Türklüğü yadsıyan Osmanlılar dahil, antik Anadolu halklarıyla karışan ve gerek morfolojik, gerekse genetik anlamda Orta Asyalı insan tipiyle hiçbir ilgisi kalmayan Türkler, “Bozkır Belleği” diyebileceğimiz göçebe kültürün doğal kural ve içgüdülerini, her ahval ve şeraitte korumuşlardır.
Bu kurallardan birincisi, güçlünün haklı olduğu ve zaten hak kavramının güç (yani iktidar) tarafından belirlendiği prensibidir.
SAYGIN ZORBALIK
Hiçbir Türk devlet ve toplum yapısında, gözeneksiz sınıflaşmalar olmamıştır. Evet, sınıflar vardır, ancak birleşik kaplar sistemi içinde alışveriştedirler. Selçuklu’dan Osmanlı’ya, en alt sınıflardan yola çıkıp en üst rütbelere erişilebilir; en üst rütbelerden en aşağılara düşülebilir, bir günde paşalık alınır, bir günde verilir, iki saatte servet sahibi olunur, iki saatte yitirilir, bu arada ve özellikle Osmanlı’da kelle de gidebilir!
Gücün güce yettiği, hakkın güç tarafından belirlendiği bu sistem, Türkiye Cumhuriyeti’nde değişmiş midir? Hayır. Hiç yoktan var olanlarla, çok varken hiç olanların halef selefliğine çok alışık ve idmanlı bir ülkedir, Türkiye.
Bozkır belleğinde taşıdığımız ve kuşaktan kuşağa aktardığımız ikinci kural ise “güçlü haklıdır” prensibinin kabulüne sıkı sıkıya bağlı, içgüdüsel bir yaklaşımdır: Gücü yeten zorbanın zorbalığı, saygındır!
DEVLET Mİ HAYDUTTAN, HAYDUT MU DEVLETTEN ÇIKAR?
Dün Atilla’nın marifetleriyle nasıl övünüyorsak, fetih de dediğimiz istila yoluyla yağma, talan ve haraç ekonomisi üzerine kurulu imparatorluğumuzun kaba güce dayalı üstünlüğüyle nasıl gurur duyuyorsak; bugün büyük çaplı hırsızlara, kalantor çapulculuğa, mafya babalığına aynı saygıyı gösteriyor, kiralık katilleri “milli değer” ilan etmekte beis görmüyoruz.
Dün Osmanlı, korsanlar arasında en başarılı korsan Barbaros’u nasıl kaptan-ı deryalığa terfi ettirdiyse, bugün devletin kiralık katili Abdullah Çatlı gibileri de milli kahraman payesine yükseltiliyor ve büyük hırsızlar, devletin en yüksek kademesindeki “aile fotoğrafı”na girebiliyorlar, tabii.
UYUMLU VE KİMLİKSİZ
Göçebeliğin yoksul kültüründen koruduğumuz en şaşırtıcı özellik ise bukalemun yeteneğimiz. Bu yetenek, hem her tür yenilik ve değişime ayak uydurmamızı sağlıyor hem de geçmişten geleceğe sürüklediğimiz bir kimliksizliği sergiliyor.
Kimisi Araplıkta arıyor kimliğini, kimi Amerikalılıkta buluyor, kimi de Türklüğü ve İslamiyet’i Ergenekon efsanesiyle buluşturmak peşinde. Gözeneksiz sınıflaşma, asıl şimdilerde oluşuyor Türk toplumunda. Eğreti kimlik katmanları kendi aralarında örgütleniyor ve ortak değer yok. Cumhuriyetin yaratmaya çalıştığı millet kavramı, İslami ümmetçilik önünde gerilemeye başladığından bu yana, toplumsal anlamda ortak değer kalmadı!
Her şeyin hiçbir şey anlamına geldiği bir dönemeçte, bakalım kimin gücü kime yetecek ve hangi muktedirin zorbalık hakkına teslim olacağız.*
ŞARK CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK
Siz değerli okurlarıma, üç hafta önce başlayıp bu makaleyle biten Atilla konulu diziyi, yirmi bir yıl önce yazıp yayımladığımı belirtmiştim.
Yukarıda okuduğunuz satırlarda, koyun Alaattin Çakıcı’nın yerine Sedat Peker’i, ulusal kahramanlarımız hiç değişmedi, zaten hiçbir şey değişmedi!
Çünkü yanlış rol modelleri peşinde hep yanlış yoldan gidilir ve daima yanlış yere varılır.
Atatürk, işte bu yağma ve talan geleneğini bitirmek için Türklerin Bozkır belleğini silip Anadolu Türklüğünü Troya’ya, Sümerlere, Etilere, yani Avrupa uygarlığının bu topraklardaki kültürel kökenine bağlamaya çalışmıştır.
Aynı çabayı 1453’ten sonra Fatih Sultan Mehmet de harcamıştı. Fatih’in minyatür sanatını bir yana itip portresini İtalyan ressam Bellini’ye yaptırması, Konstantinopolis Rum Patrikliği’ne verdiği devlet statüsü ve daha pek çok girişimi, kültürel anlamda Avrupa’yı örnek aldığını gösterir.
FATİH VE ATATÜRK’ÜN ÜLKÜ ORTAKLIĞI
Atatürk’ün Çanakkale Zaferi’ne ilişkin “(Troyalı) Hektor’un intikamını aldık!” yorumu; Fatih’in Papa II. Pius’a yazdığı mektupta Türklerin Troyalı soyundan geldiği ve Hektor’un intikamını almakla yükümlü olduğu iddiasının hem devamı hem de iki önderin aynı ülküyü paylaştıklarının kanıtıdır.
Ama ne Fatih ne de Atatürk, önderlik ettikleri toplumda zorbalığı ve soygunu yücelten o Bozkır belleğiyle başa çıkabildi.
Oysa Türkiye’nin, o bellek silinmeden, birinin ötekinin hakkını yemediği bir ülke haline gelmesi olanaksız.
*16 Ocak 2000 tarihli Radikal gazetesinde yayımlandı.