OSMANLI DÖNEMİNDE; ESKİ İSTANBUL’un MEYHANELERİ BALOZLAR VE İSTANBUL’un GECE HAYATI
Naci Kaptan / 02.12.2020
Karaköy’den Tophane’ye doğru giden caddenin sağı ve solu meyhanelerle doluydu. Sonra sonra bu ayak meyhaneleri şekil değişmiş, ve ”Baloz” adı verilen, tiyatro- bar karışımı bir hal almıştı ve işin aslında Balozlar İstanbul’da açılan ilk barlar olarak bilinmektedir. Karaköy’le Tophane arasında çalışmalarının sebebi de bu semtlerin denize yakın oluşu ve limana gelen gemicilerin kolaylıklar bulmaları içindir.
Balozlara, gemicilerin dışında ayaktakımı birçok serseri de gelir ve eğlenirdi. Ancak bazı balozlara, isteyen istediği gibi girip çıkamazdı. Mesela, Alafranga Baloz bunlardan biri, hatta birincisiydi. Alafranga Balozun müşterileri seçme, kılık kıyafeti düzgün kimselerdi. Hatta aralarında kıyafet değiştirmiş Saray adamlarına bile tesadüf edilirdi. Alafranga Balozda içeri giren müşteri, saygılı bir şekilde karşılanır ve burada çalışan garsonlar usul erkan bilen cinsten seçilirdi. Halbuki ayaktakımının devam ettiği balozlarda daha kapıdan girer girmez insana gürültüden neye uğradığını şaşırır ve her taraftan ayrı ayrı çıkan seslerden kafası kazana dönerdi.
Balozları, çoğunlukla fuhuş aleminde kendisini heder etmiş ve bu yolda geçim sağlayamayacağını anlamış yaşı geçkin fahişeler işletir, bunları külhanlardan seçilme ”yatak dostları” korur ve her türlü ihtiyaçlarını karşılayarak geçimlerini temin ederlerdi. İkinci Cihan Savaşının başlangıç tarihine kadar hayatiyetlerini devam ettiren Balozların ünlülerini şu şekilde saymak mümkün olabilir.
Zorbanın Balozu, Zorba, adı ve sanı Osmanlı hudutlarına yayılmış ünlü fahişelerden biriydi. Zamanında yakmamış can bırakmamış, nice paşazadeleri ve bir o kadar da saray beyini peşinde koşturmuş, devrinin en güzel dilrubalarından biriydi. Adına şarkılar bile beslenen zorba, yaşı ve güzelliği geçince ekmek parasının yolunu bulmak ve kaybolan eski günlerini yeniden hayal olarak da olsa, yaşamak için, işi baloz işletmeliğinde bulmuş ve tuttuğu bir kaç külhanın himayesinde bu işe başlamıştı. Bundan başka Alafranga Baloz, Yüksek Baloz ve Şerbethane Balozu ile Madam Bela’nın batakhanesi, o devrin ünlü zevk ve sefa yatakları arasındaydı.
Bu balozların dışında bir de gene Tophane’yle Karaköy arasında berduşların devam ettiği kötü meyhaneler adeta dolup taşmaktaydı. Bilhassa limana gelip giden gemi tayfalarının uğrağı olan bu meyhanelerde, her türlü rezalet yapılırdı. Esrar içilir, düşük kadınlarla aleni alem yapılır ve hatta bazılarında, yakışıklı oğlanlar zevk ehlinin sapık zevklerine hizmet ederlerdi.
Gerek balozları gerekse bu sufli meyhaneleri işletenlerin hepsi ekaliyete mensup şahıslardı. Aralarında tek müslüman bulunmazdı. Esasen bir müslümanın bu gibi işlerle uğraşması, günahların en büyüğü sayılırdı.
İKİNCİ ÜÇÜNCÜ SINIF BALOZLAR
Karaköy’le Tophane arasında sayıları hayli kabarık olan ikinci hatta üçüncü sınıf diyebileceğimiz balozların, Osmanlı devrindeki Akşamcı Meyhaneleri ile çok benzerliği vardır. Zira balozlar, adeta bir devrim halinde akşamcı meyhanesi olmaktan usul usul kurtulup Bar hüvviyetine kavuşmuşlar ama gene de asılları olan meyhane olan havasını kaybetmemişlerdir. İstanbul akşamcılarının devam ettiği bu selatin meyhanelerinin özelliği balozlardan çok daha üstündür.
Bunlar, bulundukları semtlere yahut güzelliği ile meşhur birisinin ismine göre adlandırılırdı. Bulundukları yerinde balozlar gibi mutlaka limana yakın olması gerekli değildi. Bazılarının isimleri şöyleydi. Langa’da Mermerli Meyhane, Topkapı’da Karagöz ve Tavukpazarında Saraçhanı o devrin akşamcı meyhaneleri arasında sayılırdı.
Meyhanelerin biçimleri birbirine çok benzerdi. Kapıdan girer girmez sağ ya da sol kısımda yahut da tam karşıdaki duvarın dibinde tezgah vardı. Tezgahın üzerinde akşamları şöyle uğrayarak bir-iki tek atıp gidecekleri için küçük sofracıklar devamlı şekilde hazır bulundurulurdu. Küçük sofracıkların yanında rakı kadehleri şarap bardakları yer alır ve meze olarak da tabaklara fasülye piyazı, lahana haşlaması ile leblebi konurdu.
O devirde gedikli diye isimlendirilen bu tip akşamcı meyhanelerinin müşterileri şöyle geçerken bir uğrar ve iki kadeh atıp evlerinin yolunu tutarlardı. Bunların hem durumları hemde keseleri akşamcı olmaya, uzun uzun oturup meyhane alemi yapmaya elverişli değildi. Aralarında yeni evlilerde vardı bekarlarda. Meyhanenin tezgah ötesindeki kısımlarına kısa ayaklı masalar konur ve bunların etrafına hasır alçak iskemleler yerleştirilirdi.
Çok itibarlı müşteriler içinse giriş kısmından bir kaç basamak merdivenle ayrılan ve Şirvan adı verilen yüksekçe bir yer tahsis olunurdu. Meyhanelerin bazıları ise işi daha da ileri götürerek üst katlarında zorbalar, ünlü kabadayılar için döşeli dayalı tabir edilen cinsten bir oda bulundururlar ve buralarda hususi içki sofraları kurarlardı. Hatta böyle bir çok odaya köçekler, oğlanlar kapatılır ve kabadayılar, içkili alemlerini bir de şehvet azgınlığı ile süslü hale getirirlerdi. İçkiler, duvara dayalı fıçılar içinde yahut küplerde muhafaza edilirdi. Küplerden ötürü bazı meyhanelere zamanımıza kadar intikal eden Küplü Meyhane adı verilmiştir.
Bu meyhanelerin tavanlarını geniş direkler tutardı ve bu direklerden birinde kampana bulundurulurdu. Meyhanenin kapanma saati gelince, bir çocuk ucuna ip bağlı kampanayı çalarak kapanma vaktinin geldiğini müşterilerine hatırlatır ve böylece, meyhane usul usul boşalmaya başlardı. Hiçbir kanuni mecburiyet olmadığı halde, bu meyhanelerde çok temiz malzeme kullanılır, eli yüzü düzgün Rum çocukları akşamcılara hizmet eder, rakı kadehlerinde bir toz zerresi bile bulunmazdı.
Sofraların hazırlanışı sırasında tabakların etrafına dizilen mumlar ateşlenince, meyhanenin manzarası görülmeye değer bir hal alırdı. Müşteriler gelmeye başladığı zaman, kapının önünde oturan eli yüzü düzgün bir çocuk gayet munis bir sesle onları Buyurun Paşazadem, buyurun efendim diye davet eder, sonra önlerine düşerek masalarına kadar götürürdü.
Müşteriler yerlerini aldıktan sonra meyhanenin işleticisi eline Fiske Şamdanı adı verilen küçük bir şamdan alır ve masaları dolaşarak bütün mumları alevlendirirdi. Bu işi yaparkende başını hafifçe müşterilerinin önünde eğer ve Osmanlı lisanını çok açık bir şekilde belli eden şive ile ” Hoşgeldiniz…Safalar getirdini…” derdi. O devirdeki meyhanelerin bilhassa kebap cinsi yemekleri ve balık çeşitleri, emsalsidi. Saray aşçıları bile bu meyhanelerdeki yemeklerin benzerini yapamazlardı. Hatta bazı rivayetlere göre akşamcı meyhanelerinin yemeklerine pek alışan paşazadelerin bazıları, adamlarını yollayarak gündüzden bu meyhanelere akşam için yemek siparişinde bulunurlardı.
Galata’daki balozların aksine, akşamcı meyhanelerinin müşterileri arasında sözü sohbeti yerinde, devrin edebiyatına vakıf, destan ve koşma düzmeyi beceren kişizadeler bulunur ve bunlar, içki alemiyle beraber adeta bir edebi dünya kuruverirlerdi minicik masanın başında. Bu sebeple aralarına pek serseri güruhu karışmaz, karışsa da sohbetten anlamadığı için kendiliğinden masayı terk ederdi.
Semt Meyhaneleri öyle renkli bir dünyaya sahipti ki buralara akşamcıların dışında kıyafetlerini değiştirerek ulemadan ve yüksek kademeden memurlarda gelirdi. Bu seçme insanların yanı sıra bir de garibanlar grubu vardı akşamcıların arasında. Bunlardan bazıları çalgı çalar, ney üfler ve sesleri iyi olanlar da keyiflerin tamam olduğu saatlerde gazel çekerdi. Bunlardan bazıları sanatkar oldukları için devam ettiği akşamcı meyhaneleri adeta tiryakileri ile dolardı.
Fıkraları halk diline kadar inmiş olan Bekri Mustafa da bu ayak meyhanelerinin ortaya çıkardığı değerlerden biridir. Bu meyhanelerin en renkli ve canlı tabloları kendisi de akşamcılar arasında olan Üstat Ahmet Rasim tarafından dile getirilmiş ve edebiyatımıza adeta armağan edilmiştir. [Necmi Onur- İstanbul’u Titreten Ünlü Kabadayı Arap Abdo/ Bilge Karınca Yayınları]
Ünlü Türk şairi ve tarihçisi Gelibolulu Mustafa Âli (1541-1600), Osmanlı İmparatorluğu’nun en görkemli dönemi olan Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanat yıllarda yaşamış, Sultan İkinci Selim (Sarı Selim) döneminin en şaşaalı içki âlemlerinde kadeh kaldırmıştır.
Şanı yüce cömertlerin ve unvan sahibi olarak anılan büyüklerin ve safa sahibinin sofralarında kırk-elli kadar mezelikler, fındık, fıstık ve kavrulmuş badem bol olmalı. Sofra balık yumurtası, havyar ve pastırma türünden yiyeceklerle dolup taşmalı. O mevsimde bulunan türlü meyvelerle sofra donatılmalı, hele vazolara çiçekler konmalı ve gül zamanı ise, taze gül yaprakları ile o “bezm” (rakı sofrası) süslenmelidir. İnce yaratılışlı olanların şanının büyüklüğü bu türden gerekli nesnelerin bulundurulmasını anlatır”
Aslında, İstanbul’da Fatih Sultan Mehmet’in saltanat döneminden (1451-1481) beri meyhanelerin bulunduğu ve bunların Bizans döneminden kalmış oldukları çeşitli kaynaklarda yer almaktadır. Bu kaynaklardan bazıları, o dönemlerde İstanbul meyhanelerinin dünyaca ünlü olduklarını yazar. O günlerde özellikle de Galata bölgesi serapa meyhanelerle doludur. Türk tarihçisi, şair ve toplum yazarı Lâtifi (Abdüllatif Çelebi [1491-1582]) “Risale-i Evsaf-ı İstanbul” (İstanbul’un Nitelikleri Üzerine Risale) adlı eşsiz eserinde, Galata’dan; “Sıfat-ı Belde-i Galata: Ve bu şehri âlâ vü vâlâya mukabil bir şehr-i pür timsâl ki işrethane-i dünyâ ve ismi meseldir” diye söz eder. Kısacası, Galata’nın serapa meyhanelerle dolu ayrı bir dünya olduğunu ve burasının içkili âlemlere örnek olabilecek bir diyar olduğunu dile getirir.
Lâtifi, Sultan İkinci Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanat dönemlerinde yaşamış ve o yıllardaki meyhane gerçeğini bütün ayrıntılarıyla görmüştür. Ki Fatih Sultan Mehmet’in oğlu İkinci Beyazıt döneminde artık İstanbul’un yeni sahipleriyle Bizans kökenli Rumlar iyice kaynaşmışlar, hatta mesirelerde eğlence âlemleri bile düzenler hale gelmişlerdi. Yavuz Sultan Selim’in döneminde ise Bizans’tan miras kalan meyhaneler yeniden yapılanmış, toprak zeminli ve yüksek tavanlı kemerli mekânlar olarak konuklarına hizmet vermeye başlamışlardı. Daha önceki yazılarımda da dile getirdiğim gibi, Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanat döneminde İstanbulluların içki yelpazesi insanı hayrete düşürecek kadar zengindir. Üstelik bu dönemde milli içkimiz rakı keşfedilmiş ve ilk kez seri olarak üretilmeye başlanmıştır.
Hiç kuşkusuz ki eski İstanbul meyhaneleri konusunda en ciddi kaynak eserlerin başında Evliva Çelebi’nin (1611-1682) “Seyahatname” adlı eşsiz eseri gelir. Ünlü Türk Gezgeni elli yıla yakın bir süre Orta Avrupa, Balkanlar, Anadolu, Kafkasya, Arabistan ve Mısır’ı dolaşmış, gördükleri ve yaşadıklarını kalem aldığı Seyahatname adlı eser Türk gezi edebiyatının başyapıtı olarak kabul edilmiştir. Evliya Çelebi söz konusu eserinde Sultan Dördüncü Murat’ın (1623-1640) saltanat döneminde çok şiddetli ve gaddar bir şekilde içki ve tütün yasağı uygulandığı günlerde bile İstanbul’da 600’den fazla kişinin meyhanecilik yaptığını, 300 kadar da koltuk meyhanesinin bulunduğunu dile getirmiştir. Ki bu meyhanelerin büyük bir çoğunluğu Galata semtinde bulunmaktadır.
Tanzimat döneminin, yani 19. yüzyılın ikinci yarısının Beyoğlu’su, daha doğrusu “Pera”sı, lüks otelleri, kafeşantanları, kabareleri, görkemli birahaneleri ve tiyatroları ile âdeta küçük bir Paris durumuna gelmişti. Kurtuluş’ta (o yıllardaki adıyla Tatavla’da), özellikle gazinolarda gece eğlence hayatı bütün renkliliği ve hareketliliği ile sürerken, gece âlemlerinin en hızlıları Galata’da bulunan “balozlar”da yaşanıyordu.
Ahmet Mithat Efendi “Dürdane Hanım” adlı eşsiz romanında Galata balozlarının (Buraları bazı kaynaklarda bir meyhane türü olarak gösterilir ki bu doğru değildir) ne kadar tedirgin edici ve ürkütücü, bir o kadar da tehlikeli olduğunu dile getirir. Aslında Galata’nın bir başka yüzüdür bu. Konuya böyle bakmasının nedeni ise farklı bir gerçekten kaynaklanır. Çünkü o günlerde amaca uygun olarak hizmet veren Galata meyhanelerinin bazılarında birer şirvan, bazılarında da bir-iki dayalı döşeli odalar bulunur, bu bölümler meyhanenin üst katı sayılırdı. Birkaç basamakla çıkılan üst katta itibarlı müdavimler ağırlanırdı. Ancak, bazen bu odalara İstanbul’un azılı zorbaları, gözü-pek kabadayıları tarafından gül yüzlü, ahu gözlü civanların kapatıldığı da olurdu.
Bu da işin bir başka yüzü ama ateşle barutun bir arada uslu durduğu insanlık tarihinin hangi döneminde görülmüştü ki. Ayrıca, o yıllarda bozahane ve kaymakçı dükkânlarında aşna fişne ilişkileri almış başına öylece sürüp gidiyordu. Hatta daha önceki yıllarda hanların bekâr odalarında kalan hovarda meşrep delikanlıların çamaşırcı kadınların evlerine dadandıkları da tarihi bir gerçektir. Dahası, Üstat Ahmet Rasim’in o dönemde kadınlar arasında yaşanan sıcak ilişkileri tafsilatlı olarak dile getirdiği “Hamamcı Ülfet” adlı eser, konuyla ilgili çok değerli bir belge mahiyetindedir. Bütün bunlar Tanzimat Dönemi’nin topluma sağladığı batılılaşmanın alışılmadık özgürlükleri içinde tezahür etmekteydi.
Bütün bunların yaşandığı günlerde Galata’da bir de gemici meyhaneleri vardı. Buraları gemicilerden başka İstanbul’un en sefil haytaları, kopukları ve kabadayı bozuntularının uğrak yerleriydi. Özellikle yabancı gemiciler buralara takılır, yaşananlardan olabildiğince yararlanmaya çalışırlardı. Bu nedenle de buralarda kavga dövüş hiç eksik olmaz, olaysız bir gün geçmezdi hiç, hele cumartesi akşamları. Gemici meyhanelerinin bazılarında çok itinalı ve ihtimamlı hizmet verildiğinden dolayı bu mekânlar “Kaptan Meyhanesi” olarak da anılırdı.
Ayrıca, o yıllarda Galata’nın ara sokakları pıtrak halinde kaçak olarak işletilen koltuk meyhaneleriyle doluydu. Buraları genellikle mavnacı, kayıkçı, hamal, araba sürücüsü, tellak, beygir sürücüsü gibi ayak takımının uğrak yerleriydi. 19. yüzyılın sonlarına doğru bu mekânlara Rum kabadayıları olan palikaryaların yanı sıra efemine tipli ve ay yüzlü Rum pedimular takılmaya başlayınca, gemiciler buralara da dadanır oldu. Aslında yeni ve olağan dışı bir şey değildi bu. Liman kenti olan Galata oldum olası İstanbul’un en kozmopolit ve karmaşık bir semtiydi. Yerli ve yabancı gemiciler hemen her dönemde burada diledikleri gibi borularını öttürmüş, kendilerine göre apayrı bir dünya kurmuşlardı.
Balozlar konusuna gelince… Benim şahsi kanaatime göre kimliği pek belli olmayan bu eğlence yerleri ne geleneksel meyhane türlerimizden biri, ne de barların ilklerinden biridir. Kendine özgü yerleşmiş bunlar. Ünlü yosmaların pazarlandığı, gözü dönmüş palikaryaların önüne gelene falçata çektiği, karmanyolacıların cirit attığı, yarı kafeşantan, yarı gazino, yarı kahvehane, yarı meyhane, yarı bar tarzında, batakhane zihniyetiyle işletilen ve karanlık dünya insanlarının toplanıp yuvalandığı esrarengiz mekânlarmış bunlar. Ayrıca balozlar, kadın-erkek ilişkilerinin en müptezellerinin yaşandığı balolardan esinlenilerek hizmete açılmıştır. Baloz sözcüğü de İtalyanca “balo” sözcüğünden bozularak Türkçemize girmiştir.
Bizans döneminde de eğlence, içki ve sefih yaşamın merkezi olan Karaköy ve Tophane semtlerinde, özellikle de bugünkü Necatibey Caddesi üzerinde, sağlı-sollu sıralanmış olan balozlara 25-30 basamaklı merdivenlerden çıkılırmış. Bu tür eğlence yerleri Sultan Abdülaziz’in saltanat döneminde (1861-1876) yaygınlık kazanmaya başlamış, varlıklarını 1920’li yıllara kadar sürdürmüşlerdir. Balozların bazılarında orkestra ya da saz takımı bulunur, müşterilerin masalarında onlarla hoşça vakit geçirmek bahanesiyle oturan, gerçekte onların ceplerindeki parayı içki ısmarlatmak için ya da beraberlik vaadi ile soyup soğana çeviren konsomatrisler zaman zaman raks eder, yerine göre de alafranga dansa kalkarlardı. Bu meşum mekânlar limana yakın yerlerde bulundukları için müşteri ve müdavimlerinin çoğunluğu gemiciler olurdu.
İstanbul’da 1000’den fazla meyhane vardı
“Muhteşem Yüzyıl” dizisinde Kanuni Sultan Süleyman’ın içkisine de yer verilmesi, Osmanlı’yı koyu bir din devleti sananları şaşırttı, tepkilere yol açtı. Oysa Osmanlı içkiye karşı hoşgörülüydü, sıkı içilirdi. Osmanlı şarapları, konyakları ünlüydü…
Türkiye’nin gündemini geçtiğimiz hafta iki içki tartışması işgal etti. Biri “Muhteşem Yüzyıl” dizisindeki Kanuni figürüyle ilgili “Padişahı içkici ve eğlence düşkünü göstererek atalarımıza saygısızlık yapılıyor” tartışmaları, diğeri Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu’nun yeni yönetmeliğiyle içkiye koyduğu garip sınırlamalarıydı. İkinci konuyu haftaya genişçe yazacağız ama Osmanlı’da içki ile ilgili tartışmalarda, “demiri tavında dövmek” ve bu konudaki yine “muhteşem” literatüre sıcağı sıcağına göz atmak iyi olacak…
Osmanlı’da üretilen konyaklar Paris’ten madalya almıştı
Osmanlı hayranı bazı kesimler o dönemleri katı, baskıcı ve yasakçı dönemler olarak göstermeye çalışsa da, gerçekler öyle değil. Osmanlı içki kültürünün zengin olduğu, her tür içkinin üretildiği ve belli dönemlerde ithal edildiği bir toplum olmuş. Meyhane sayısı aşırı artınca ve içki yaygınlaşınca sert yasaklar uygulansa da, kısa sürede gevşeyip eski hale dönülmüş. Dizide tartışılan Kanuni, saltanatının son yıllarında içkiye katı yasaklar getirmiş ama Baki ve Nevi gibi şairler de bundan şikâyet eden şiirler yazmış.
Padişahlar aleni içmemişler ama bir bölümü içkiyi de hayli sever ve tüketirmiş… II. Selim’in bir lâkabının da “Sarhoş Selim” olması boşuna değil; Kıbrıs’ın kehribar renkli şaraplarının tutkunuymuş. Fatih Sultan Mehmed’in “Avni” mahlasıyla yazdığı şiirlerde şarap övgülerine rastlanıyor. Şarap ve tütün içenlerin peşine hafiyeler salan IV. Murad’ın da tutkulu bir şarapsever olduğunu tarih yazıyor. II. Mahmud da şarap sevmesiyle biliniyor. Fransa’dan adından dolayı maden suyu sanılır diye fıçılarla “Carbonnieux” şarabı getirten padişahın ise ismi ne yazık ki bilinmiyor ama Bordo’daki şatonun kayıtlarında “Sultan için Constantinople’a gidecek” yazıları var…
Osmanlı’nın şarap kültürü, edebiyatına da yansımış. 1838’de vefat eden ve kabri Galata Mevlevihanesi mezarlığında bulunan şair Ayıntaplı (Antepli) Ayni Efendi’nin şu dizeleri, bu örneklerden:
*Gice gündüz içüp Erdek şarâbı
*Ola Nukl’i mezem ördek kebâbı
*Varub sofi içer papazkarası
*Olur meyhanede yüzler karası
*Sığır dili kavurma kuş kebâbı
*Söğüş büryan ile nûş it şarâbı
Birahanelere Viyana’dan trenle taze bira gelirdi
Osmanlı, şarabı önemli gelir kaynağı olarak görmüş. “Hamr” denilen şarabın getirilen her fıçısından 15 akçe vergi alınmış, “hamr emaneti” adlı bir vergi teşkilatı bile kurulmuş. Şarap ticareti, şarabın nereden nereye getirilip nasıl satılacağı fermanlarla düzenlenmiş. Şarap hayata renk katmış, kimi zaman dizeleri, kimi zaman minyatürleri süslemiş. Lâle Devri’nde şair Nedim “Testide, kadehte doyamam görmeğe bari / Ey gevher-i şeffaf senin mahzenin olsam” gibi coşkulu dizeler yazmış.
İmparatorluğun son dönemi ise, özellikle İstanbul’da içkinin yaygınlaştığı, rahatça içildiği bir dönem olmuş. Geleneksel meyhanelerin yanına Pera Palas ve Tokatlıyan gibi lüks otellerin alafranga restoranları ve Viyana’dan bile trenle taze biranın geldiği şık birahaneler eklenmiş. Bomonti Bira Fabrikası kurulmuş, bira bahçeleri yaygınlaşmış. Yurdun değişik yerlerinde rakı üretilmiş, Boğaziçi, Ruh, Âlem, Deniz Kızı gibi rakılar birbirleriyle yarışır olmuşlar. Osmanlı gazetelerinde şarap ilanları çıkmaya başlamış, Martell konyaklarının ilan tabelaları İstanbul’un birçok yerini süslemiş. Erdekli Kotroni Efendi’nin damıttığı Osmanlı konyakları ise Paris’ten bile madalyalar almış.
Bu satırlar, “Muhteşem Yüzyıl” ekibini bunaltan kesimleri öfkelendirebilir… Ancak hepsi belgeli gerçekler. Kültür Bakanlığı’nın kendi yayınlarında, kimi Osmanlı arşivlerinde, kimi de sağcı yazarların kitaplarında… Bazıları için kabullenmek -nedense?- zor gelse de…
Romculara isyan eden meyhaneciler
Yetmişiki milletten insanı barındıran Osmanlı İstanbul’unun liman ve ticaret bölgeleri olan Galata ve Karaköy civarları, rakı ve şarap satan meyhanecilerle rom satan “punççi”lerin mücadelesine bile sahne olmuş. 1800’lerde gemiciler yoluyla bu bölgelerde rom ve sıcak suyla yapılan “punch” modası türemiş. “Panç” diye okunan bu kokteyle halk arasında “punç”, bu içkiyi satanlara da “punççi” denmiş o zamanlar. Bu küçük barımsı içkicilerin sayısı hızla artmış, hatta şekerci dükkânları bile panç satmaya başlamışlar. 1850’de işleri azalan meyhaneci esnafı sadrazama başvurup, “On yılda sayısı bini aşan şekerlemeci ve punççi dükkanı açıldı. Bizi batırmak üzereler. Üstelik vergi de vermiyorlar” diye şikayette bulunmuşlar. Savaşın galibi, meyhaneciler olmuş…
Osmanlı’da meyhaneler sınıflandırılmıştı
Evliya Çelebi’nin yazdığına göre 1600’lerin ortalarında İstanbul’da binden fazla meyhane varmış. Bu meyhaneler zamanla bugünün ünlü restoranları gibi “markalaşmış”; Hançerli, Karagöz, Ormanos, Köroğlu, Sakızlı, Karanfil, Sümbüllü gibi renkli isimlerle tanınmışlar. Bugün nasıl içkili mekânlar bistro, pub, bar ve restoran gibi isimlerle ayrılıyorsa, Osmanlı’da meyhaneler de kendi içinde sınıflandırılırmış:
* Gedikli de denilen koltuk meyhaneleri herkesin uğrayıp dirseğini bir tezgaha dayayarak içki içebileceği yerlermiş.
* Selatin meyhaneler ise kibar takımının uğrak yerleriymiş.
* Küplü meyhanelerde ise şaraplar büyük küplerden maşrapalarla sunulurmuş.
Avrupa’daki bağlar hastalanınca Osmanlı Fransa’ya şarap sattı
Zaman zaman uygulanan katı yasaklı dönemler dışında hoşgörülü bir düzen kuran Osmanlı İmparatorluğu, Müslüman olmayan halkın kendi ihtiyaçları için bağcılık ve şarapçılık yapmasına ses çıkarmamış, şarapları vergilendirerek bu üretimi yasallaştırmış. Şarap çeşitleri de hayli zenginmiş; İstanbul meyhanelerinde şarapların geldikleri yerler fıçıların üzerlerine tebeşirle yazılır, “Bana bir Girit şarabı ver” diyen müşteriye meyhaneci bir de “Kaç yıllık olsun?” diye sorarmış. Arasında Ankara, Erdek, Gelibolu, Girit, Kıbrıs, Sisam, Marmara Adası, Tokat ve Trabzon şarapları pek ünlüymüş.
19’uncu yüzyılda ulaşım imkânlarının artmasıyla, Osmanlı şarapları dünyada da tanınır olmuş. Yüzyıl sonlarında, filoksera (asma biti) hastalığı Avrupa bağlarını kırıp geçirince, başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkeleri şarap ihtiyaçlarını Osmanlı’dan gidermişler. 1904’de, İmparatorluğun şarap ihracatı, tam 340 milyon litreye çıkmış!
Erenköy Cabernet’si…
Bu yıllarda batılılaşma eğilimlerinin güçlenmesiyle sayıları artan Osmanlı topraklarındaki yabancılar bağ yatırımlarına da girişmişler. Ünlü Fransız yazar Lamartine’in 1839’da Fransa’dan getirdiği bağ çubuklarıyla Ege’de tesis ettiği dev bağlardan yarım asır sonra, İstanbul’da özellikle Erenköy’de 700 dönümü bulan Cabernet Sauvignon bağları dikilmiş. Bu yıllarda Erenköy Cabernet’sinin bir fıçısı 150-160 franka alıcı bulurmuş. Yine Erenköy’de bir Alman da uçsuz bucaksız Riesling bağları kurmuş.
Sadece Marmara ve Trakya bölgesi değil, Ege bölgesi de şarapçılıkta çok canlı bir bölgeymiş o zamanlar. Bugün en büyük tarımsal ihraç ürünlerimizden olan çekirdeksiz kuru üzümlerin yetiştirildiği Ege’deki Sultaniye üzümü bağları, o dönemde şaraplık üzüm yetiştirilen bağlarmış ve Ege bölgesi bugünkü gibi üç kuruşa üzüm satmak yerine, o yıllarda Avrupa’a şarap satarmış. Sadece 1901’de ihraç edilen şarap miktarı 6.5 milyon litreymiş.
İÇKİ İÇEN PADİŞAHLAR
ADI: Osmanzade Taib Ahmed (1660-1724). Şairliği, padişah özel kátipliği ve tarihçiliği vardı. 11 kitap yazdı:
“Hadikatü’l-müluk” adlı eserinde; Sultan I. Osman’dan II. Mustafa’ya kadar 22 padişahın hayatını kaleme aldı. “Hadikatü’l-vüzera” adlı kitabında ise, ilk Osmanlı veziri Alaaddin Paşa’dan, Rami Mehmed Paşa’ya kadar 108 sadrazamının hal tercümelerini yazdı.
Bizim yararlanacağımız kitabının adı ise “Telhisü Mehasini’l-adab”.
Kitabın adından da anlaşıldığı gibi Taib Ahmed Efendi’nin bu eseri; meşhur Arap ilahiyatçı/edebiyatçı Cahiz’in (776-868) “Minhacü’s-süluk” ile tarihçi Mustafa Ali Efendi’nin (1541-1600) “Mehasinü’l-adab” isimli kitaplarının sadeleştirilmiş bir özetiydi.
Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya takdim edilen bu eser 15 bölümden oluşuyordu. 3’üncü bölümde, İslam halifeleri ve Osmanlı padişahlarının özel hayatlarına ilişkin bilgiler mevcuttu.
BAYEZİD’İ İÇKİYE EŞİ ALIŞTIRIYOR
“Telhisü Mehasini’l-adab” adlı esere göre, Osmanlı’nın ilk sultanları ağızlarına içki koymamışlardı. İlk padişah Osman Gazi, dini bütün Şeyh Edebali’nin damadı olduğundan “kadehin gül rengine rağbet etmemişti”.
Ancak: Bu eserin aksine, bazı tarihçilere göre, Osman Gazi Bizanslı beylerle (tekfur) şarap içmişti. Taib Ahmed’e göre, Osman Gazi’nin oğlu Orhan da içkiden uzaktı.
Her iki padişah da içmiyordu ama toplantılarında komutanlarına iltifat etmek maksadıyla içki/”dolu” sunmuşlardı. Bu adet, Yıldırım Bayezid, Çelebi Sultan Mehmed ve Sultan I. ve II. Murad döneminde de devam etmişti.
Taib Ahmed’e göre, “Fatih Sultan Mehmed Han ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada iyşü nuş (içki álemi) ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’yı işret (içki) sırasında katletmişti”.
Yine kitabın aksine, bir iddiaya göre, Yıldırım Bayezid içki içiyordu. Padişahın içki ve bezm (içki meclisi) düşkünlüğünün sebebi, eşi Sırp prensesi Maria Despina (Olivera) idi.
LAKABI ’SARHOŞ’ OLAN PADİŞAH
Dönelim tekrar Taib Ahmed Efendi’nin kitabına:
Yavuz Sultan Selim içki kadehine fazla iltifat etmezdi, ancak ara sıra içerdi. Heyhat, çabuk sarhoş olup şiir okurdu. Bir gün bir eğlence sırasında yine sarhoş oldu; ayağa kalktı; elindeki kadehi öne doğru uzattı ve üzümden ilk şarabı çıkardığı iddia edilen İran Şahı’nı anımsayıp şiir okudu:
“Bint-ül inebin bikrini Cem etti izale.” (Üzümün kızının bekáretini Cem yok etti!)
Kanuni Sultan Süleyman’ın, ilk zamanlarında musiki dinlerken içki içmişliği vardı. Ancak daha sonra içkiyi yasakladı. “Osmanlı’nın yasağı üç gün sürer” deyimi doğruydu. Kısa bir zaman sonra içki yasağı unutuldu, meyhaneler yeniden açıldı.
Padişahlar arasında içkiye en düşkün isim II. Selim’di. Lakabı “Sarhoş” idi. Bu dönemde sınırsız içki serbestliği vardı.
İlginçtir, II. Selim içkiye düşkün olmasına rağmen, beş vakit namazını da kaçırmazdı. Ve sonra, Halvetiyye Şeyhi Süleyman Efendi’nin telkiniyle içki içmeye tövbe etti. Hatta bir gün hastalandığında hekimlerin iyileşmesi için verdiği ilacı, “içinde içki vardır” diye içmedi.
İçkiye karşı padişahlardan biri de III. Murad’dı. İçki içmediği gibi huzurunda lafının edilmesinden bile hoşlanmazdı. Bunun altında yatan sebep ise şuydu: Şehzadeliği sırasında babası II. Selim bir gün kendisini içki sofrasına çağırdı. İçki içmesine izin verdi. Ama padişah daha önce Harem Kethüdası Hekimbaşı Kurdoğlu’na, şarap kadehinin içine baş ağrısına neden olacak bazı maddeler koymasını istemişti. Şehzade bu oyundan habersiz şarap kadehini ardı ardına içince birkaç gün baş ağrısından duramadı ve içkiye tövbe etti.
Bir diğer padişah, III. Mehmed de babasının yolundan gitti; içki içmedi. Ama onun döneminde Osmanlı kötü bir alışkanlıkla tanıştı: Tütün.
Allah’tan tütün günah değildi!
Osmanlı padişahlarının içkiyle ilişkileri hep inişli çıkışlı oldu.
İçki yasağı bazen şiddetle uygulandı, bazen ise görmezden gelindi.
Bu uygulamalarda, padişahların kişisel yaşamlarının etkisi vardı:
Örneğin, I. Ahmed çok dindardı ve onun döneminde içki yasağı çok etkiliydi.
MEYHANEYİ ÖVEN ŞEYHÜLİSLAM
Osmanlı Devleti için 17. yüzyıl, “duraklama” dönemiydi.Osmanlı savaş kaybettikçe gericileşti. İçki yasakları bu dönemde arttı. Tüm kötülüklerin sebebi bu uğursuz içkiydi!
IV. Murad kendisi içmesine rağmen halka alkol, sigara ve kahve kullanılmasını yasakladı. İçki içenler darağaçlarında sallandırılırken IV. Murad’ın Şeyhülislamı Zekeriyazade Yahya Efendi bakın şiirinde ne diyordu:
“Mescitte riyamişler etsin ko riyayı/ Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai…” (Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin riyakárlığa/ Sen meyhaneye gel ki orada ne riya var ne riyakár.) Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğiz?
Sultan İbrahim döneminde yeni keyif verici maddeler ortaya çıktı: Bunların başında, burundan çekilen enfiye (burun otu) vardı. Bir tür uyuşturucu olan enfiyeyi zamanla padişahlar ve sadrazamlar kullanacaktı.
Bir sonraki padişah IV. Mehmed, avcılığa ve eğlenceye çok düşkün olmasına rağmen içkiden uzak durdu. Hatta yasakları katılaştırdı. Ve 17. yüzyıldaki içki yasağı, Osmanlı’yı yeni bir alkol çeşidiyle tanıştırdı: Rakı.
Rakı, -görünürde sudan farklı olmadığı için-, içki yasağını delmek maksadıyla Osmanlı’ya giriverdi. Görüldüğü gibi, bize ait zannettiğimiz rakı maalesef “milli içkimiz” değildi. “Rakı” sözcüğü Türkçe değil Arapça’ydı. Arap ülkelerinde “arak” denilmekteydi. Rakıyı Osmanlı Sarayı da pek sevdi. III. Ahmed, çoğunlukla geceleri hünkár sofasında, balkonda yumuşak yastıklar içinde yarı yatmış bir halde oturur, sadrazamı, şairleri ve dalkavuklarıyla rakı içerdi.
Bir sonraki padişah I. Mahmud da içkiyi seviyordu.
İçkinin seyri 18. yüzyılda da değişmedi. Bazen yasaklandı, bazen serbest bırakıldı. Ne zaman paraya ihtiyaç duyuldu, içki içimi serbest bırakıldı. Çünkü alkolün alım satımından alınan “Zecriye Vergisi” hayli yüklüceydi!
Fındıklı Mehmed Ağa bu durumu “Silahdar Tarihi” adlı eserinde şöyle yazdı:
“Hazine çok sıkıntı içindeydi, içki yasağı kaldırıldı. Meyhanelere ve tütün içmeğe izin verildi. Tütüne de ayrıca gümrük kondu.” Aynen bugün gibi, ithal edilen içkiden alınan fon getirisi hayli iyiydi.
EN İÇKİCİ PADİŞAH: II. MAHMUD
Osmanlı Sarayı tarih boyunca ne trajedilere tanıklık etti: III. Mustafa, yemeğine zehir konularak öldürüleceği korkusu nedeniyle hep panzehirler kullandı ve bunun sonucu uyuşturucu bağımlısı oldu!
Osmanlı’da içkiye savaş açan son padişah, III. Selim oldu. Musikiye olan ilgisiyle bilinen bestekár padişah, ne kadar meyhane varsa hepsini kapattı. Yasağa rağmen içki içmekte ısrar edenleri astırdı.
Sonra ne oldu:
Son dönem Osmanlı padişahları arasında içkiye en düşkün kişi II. Mahmud, yasakları deliverdi. Tarihçi Necdet Sakaoğlu’na göre, Abdülmecid içki bağımlısıydı; bazı geceler körkütük sarhoş durumda mabeyinciler tarafından arabasına konulup saraya götürülürdü.
II. Abdülhamid’in anılarına göre, kardeşi padişah V. Murad’ı içkiye alıştıran, geceleri sık sık buluştuğu şair Namık Kemal’di.
II. Abdülhamid’in de içtiği biliniyor. Ama o ne rakı, ne şarap içiyordu. O, “şeker suyu” rom içiyordu!
“Batıcı İttihadcılar’ın Padişahı” V. Mehmed Reşad, ağzına içki koymazdı.
“Hain olup olmadığına” henüz karar verilemeyen son padişah Sultan Vahideddin de içki kullanmayanlar arasındaydı.
Gelelim sonuca: Şimdi biz meseleyi “ayık kafa” sorununa indirgeyip padişahların, şehzadelerin içki içmelerindeki temel meselelere gözümüzü kapatıp, “Osmanlı’yı büyütenler, ayık kafa ile gezmiyordu, batıranlar ise hep ayıktı” gibi absürd bir değerlendirme yapabilir miyiz?
İÇKİ İÇEN HALİFELER!
OSMANZADE Taib Ahmed’in “Telhisü Mehasini’l-adab” kitabında İslam halifelerinin içkiyle ilişkileri de yer alıyor. Halifeler fethettikleri topraklarda içkiyle tanışmışlardı. Oysa İslam’ın ilk yıllarında sert bir yasak vardı.
Hz. Ömer, hamamda vücudunu şaraplı suyla yıkayan Halid Bin Velid’e, “Şarabın içilmesi kadar vücuda sürülmesi de yasak” demişti.
Gelelim halifelere…
Tarihçi Taib Ahmed Efendi, halifeler hakkındaki bilgileri, İslam dünyasının önemli ilim adamları arasında gösterilen Cahiz’in (776-868) “Minhacü’s-süluk” adlı kitabından almıştı. Bu kitapta, içki içen Emevi ve Abbasi hükümdarları şunlardı:
“Müslümanlar arasında içkinin yayılmasının nedenlerinden biri de, Emevi halifelerinden Yezid Bin Muaviye, Abdulmülk Bin Mervan, Yezid Bin Abdulmülk, Velid Bin Yezid gibi kimselerin içki düşkünü olmalarıydı. Arap hükümdarlarından Numan ve Hişşam ile küçük emirliklerden çoğu haftada bir gün işret ederlerdi (içerlerdi).
(…) Emevi hükümdarlarından Yezid bin Velid ayyaş idi; vaktini sarhoş olup ayılmakla geçirirdi. Abdülmelik ayda bir kere; Velid Bin Abdülmelik haftada bir kere; Süleyman ve Merdan Bin Mehmed üç günde bir kere içerlerdi.
(…) Abbasiler’den zevkusefa sofralarına en ziyade rağbet eden halifeler; Hadi, Reşid, Emin, Me’mun, Mu’tasam, Vasık, Mütevekkil idi. Abbasi halifelerinden Ebul Abbas haftada bir kere salı gecesi içerdi. Hadi ve Mehdi iki günde bir kere; Harun ve Me’mun haftada iki kere içerdi. Bunlar nihayet giderek ayyaş olmuşlardır. Mu’tasım, perşembe ve cuma günlerinde ve toplantılarda içerdi. Ama Vasık, cuma gecesi ve toplantı günlerinde içmez, diğer geceler içmezse uyuyamaz, rahat edemezdi.”
Emevi ve Abbasiler’den içki düşkünleri olduğu gibi içkiye karşı hükümdarlar da vardı. Örneğin, Emeviler’den Ömer Bin Abdülaziz ve Abbasilerden Muhtedi ile Mansur gibi birçok halife de içkiye karşı mücadele vermişlerdi.
Fatimiler’den Mustansır içki sofraları kurdurmasıyla bilinirken, Hakim Biemrillah tam tersine içkiye düşmandı. İslam içkiye izin vermiyordu. (Maide Suresi 90-91 ve Bakara Suresi 219).
İslam inancına göre içkinin bir damlası bile haramdı. İçki murdardı. Bu nedenle içenlerin cezaya çaptırılması gerekiyordu.
Bin Harep, Velid Bin Akabe, Yezid Bin Muaviye, Ömer Bin Hattab vs. İslam’da içki cezası alan ilk isimlerdi. Aslında mazeretleri vardı: “Biraz ferahlamak” ve “türlü düşüncelerden kafalarını kurtarmak!” gibi.
Nedeni ne olursa olsun, yasağa, cezaya rağmen, bazı halifeler hem de konumlarını bile göz ardı ederek, haram olduğunu bile bile içki içmişlerdi. Eh ne diyelim; günahları boyunlarına!
TÜRKLERİN milli içkisi, kısrak sütünden mayalanma yoluyla yapılan kımızdır. 1960’lı yıllarda bazı Türkçü/Bozkurtçu gençler rakı, şarap değil, “milli içki” diye kımız içerlerdi. Ülkücülüğe ne zaman “Türk-İslam Sentezi” yerleşti, bu hareket içinde kımız içme geleneği son buldu.
İçki yasağı hiçbir dönemde hiçbir ülkede tam olarak uygulanamaz. Ayrıca bazı İslam düşünürleri, kimi hadislere dayanarak İslam’ın içkiye izin verdiğini ispat etmeye çalışırlar. Bunlardan biri de Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un damadı, ilahiyatçı Ömer Rıza Doğrul’dur. İslamiyet ve dinler tarihi üzerine eserler vermiş Doğrul, iyi bir içiciydi. Sirkeci’deki Konyalı Lokantası’nda hem içkisini içer, hem de yazılarını kaleme alırdı. Kuran-ı Kerim’i “Tanrının Buyruğu” adıyla Türkçe’ye çevirdi. “Çeviri parasını içkiye yatırdı” diye çok eleştirildi.
Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, 24 yaşına kadar içti, sonra bıraktı. Yakın arkadaşı Neyzen, Mehmet Akif’i içkiye başlatmak, Mehmet Akif ise Neyzen’e içkiyi bıraktırmak için çok uğraştı. İkisi de başarılı olamadı.
Türk ressamları arasında en çok içki içenlerden biri de Çallı İbrahim’di. Neyzen, bir akşam elinde rakı şişesi Çallı İbrahim’e giderken, Bakırköy Hastanesi’nin başhekimi Mazhar Osman’la karşılaştı. Mazhar Osman, daha hastaneden yeni çıkan Neyzen’i elinde şişe ile görünce çok kızdı. Hemen şişeyi kendisine vermesini istedi. Neyzen, içkinin yarısının Çallı İbrahim’e ait olduğunu söyledi. Mazhar Osman, “O halde hemen yarısını boşalt” dedi. Neyzen, “Boşaltamam, üstteki bölüm Çallı’nın” yanıtını verdi!
Türkiye’deki siyasal İslam’ın manevi lideri Necip Fazıl Kısakürek, uzun bir dönem içki içip kumar oynadı. Ama daha sonra ikisine de tövbe etti.
Şair Yahya Kemal, içki masasında en küçük bir münasebetsizliği bile hoş karşılamazdı. Yakın arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan öğrendiği Bektaşilerin, “Masaya nasıl oturdunuz ise öyle kalkınız” sözünü pek severdi.
‘‘Osmanlı şeriat devletiydi, içki bizde eskiden yasaktı, alkol alanlar en ağır cezalara çarptırılırdı ama laikleşmemizden sonra serbest oldu’’ diyenlere küçük bir hatırlatma yapayım:
Türkiye’de içki, tarih boyunca hep içildi. Bazı devirlerde yasaklandı, hattá içenler ağır cezalara bile çarptırıldılar ama içki satışı her zaman varoldu. Meyhaneler kısa dönemler için gizli, ama sonraları açık olarak faaliyet gösterdi ve devlet içkiyi yasaklamak yerine bundan gelir sağlamayı tercih etti.
GELİRİ GÜNAHINDAN ÖNEMLİ
Yasaklamaların temelinde dini değil siyasi sebepler ve genellikle de güvenlik endişeleri yatardı. Meselá Dördüncü Murad dönemindeki meşhur içki yasağı, hükümdarın o senelerde giderek artmış olan yeniçeri zorbalıklarına bir son vermek için uyguladığı baskı ve sindirme politikasının uzantısıydı. Memleketin, özellikle de İstanbul’un güvenlik içinde bulunduğu dönemlerde içki hep serbest oldu, uzun süren savaş yıllarında ise yasaklandı. Ama devletin içki konusunda asırlar boyunca devam eden temel politikası hep aynı kaldı: İçkiyi yasaklamak yerine, bundan gelir elde etmek.
Gayrımüslimlere içki zaten serbestti. Yasaklı dönemlerde içerken yakalanan Müslümanlara Dördüncü Murad iktidarının terör yıllarındaki idamlar dışında genellikle para cezaları verildi.
Eski zamanlarda ne içtiğimizi merak edenler için söyleyeyim: Biz, millet olarak şarap içerdik. Şarap bizde de yapılır, hatta dışarıya da gönderilir ama çok daha iyi kalitelileri ithal edilirdi ve Türkiye asırlar boyunca hep şarap içti. Derken, 17. asrın başlarında ‘‘arak’’ adında bir içkiyle tanışıldı. ‘‘Arak’’, Arapça’da ‘‘ter’’ demekti, imbik vasıtasıyla imal ediliyordu, yapılırken imbikte teri andıran damlalar beliriyor, bu damlalar sonra şişelere dolduruluyordu ve içkiye ‘‘arak’’ yani ‘‘ter’’ adı işte bu yüzden verilmişti. ‘‘Arak’’, zamanla ‘‘rakı’’ oldu ama şarabın hakimiyeti daha 200 sene kadar devam etti ve rakı ancak Tanzimat döneminde, yani 19. asrın ortalarında revaç buldu.
Devlet, içkiden gelir elde etme politikasını zamanla daha belirli kurallar içerisine koymaya çalıştı. Meselá, 1870’in ilk aylarında Türkiye’nin gündemini içki içenlere yılda 50 kuruş ödemeleri şartıyla ruhsat tezkeresi verilmesi konusu işgal etti. Derken bundan vazgeçilip ‘‘Müskirat Nizamnameleri’’ yani ‘‘İçki Yönetmelikleri’’ çıkartıldı. 7 Nisan 1886 tarihli yönetmelikle içkiden alınacak vergiler düzenli bir şekle getiriliyor, 14 Temmuz 1890’da ise, ihraç edilecek şarapların kalitesi ve vergileri belirleniyordu. Aynı zamanda ‘‘Halife’’ unvanını da taşıyan dönemin hükümdarı İkinci Abdülhamid, içki konusunda böyle yönetmelikler yayınlamakata bir beis görmemişti.
İSLAM KÖYDEN GELİRSE
Osmanlı arşivlerinde şarap ithali, ihracı, saray ve özellikle de padişahlar için getirtilmiş içkiler konusunda dünya kadar yazışma vardır ve arşivde ‘‘Biz eskiden dindardık, şimdi böyle olduk’’ diyenlere verilecek sandıklar dolusu belgeli cevap bulunmaktadır.
Ve sözün kısası: Beni yakından tanıyanlar öyle içki düşkünü falan olmadığımı gayet iyi bilirler. Ama seçimlere girip giremeyeceği bile tartışmalı olan bir kişinin ‘‘başbakan’’ olma hayalleri içerisinde içki konusunun hálá politik malzeme yaptığını görünce o kişinin bize başka türlü göstermeye çalıştığı geçmişimizden küçük bazı örnekler vermek istedim.
Ama şunu da unutmayalım: ‘‘Değiştik, değişiyoruz’’, ‘‘Türbanlı adayımız olmayacak’’ yahut ‘‘İçki konusunu referanduma götüreceğiz’’ şeklindeki takiyeler, daha doğrusu kıvırmalar, bizdeki geleneksel entelektüel şehir İslamı’nın yerini artık tamamiyle kırsal İslam’ın almış olduğunun göstergesidir.
900 yıl öncesinden şarap içme dersleri
Eski devirlerde, devlet adamları için devleti ne şekilde idare etmeleri konusunda öğütler veren kitaplar yazılırdı. Bu eserlere ‘‘nasihatname’’ denir ve içlerinde memleket idaresinin ayrıntılarından satranca; yemek yeme usullerinden yıkanmaya, içki ádábından yıldızlardan geleceği okumaya, kılıç kullanmaya ve tıbba kadar akla gelen her konuda tavsiyeler yer alırdı.
Bu nasihatnameler arasında en tanınmışı, İran taraflarında bundan 900 sene önce kurulan ‘‘Ziyaroğulları’’ adındaki ufak bir devletin hükümdarı olan Keykávus’un, oğlu Giylánşáh için kaleme aldığı ‘‘Kabusname’’ isimli Farsça eserdi ve Kabusname Türkçe’ye de defalarca tercüme edilmişti. Bu tercümelerden en önemlisini 1400’lü senelerin başında Mercimek Ahmed yapmış, Türk Edebiyatı’nın son álimlerinden Orhan Şaik Gökyay da 500 yıl öncesinin bu metnini 1940’larda elden geçirip yeniden yayınlamıştı.
İşte, Kabusname’de ‘‘Şarabın nasıl içileceğinin’’ anlatıldığı 11. kısmından bazı bölümler:
‘‘…Ey oğul, şarapla ilgili olarak sana ne ‘‘iç’’, ne de ‘‘içme’’ diyebilirim. Zira, gençler başkalarının sözüyle hareket etmezler ve kendilerinden başka türlü düşünenlerin dediklerini yapmazlar. Gençliğimde ben de böyleydim ve ben de söylenenleri kabul etmezdim. Tá elli yıl sonra Allah bana doğru yolu gösterdi ve tövbe ettim. Eğer içmez isen, iki cihan senin olur.
Bütün bunlardan sonra eğer şaraba başlamamış isen, ne mutlu sana! Ama bilirim ki gençsin ve bilirim ki dostların sana içireceklerdir. Eğer içersen, tövbeyi gönlünden çıkarma. Her an günahını hatırlayıp Allah’tan bağışlanmayı dile.
…İçeceksen bari yemekten sonra hemen içme ve susuzluğunu da içkiyle giderme. İkindiden önce iç, sen serhoş olduğunda akşam da gelmiş olsun ve etraftakiler seni serhoş görmesin.
…Şarap içerken birşeyler yeme ve her zaman evinde iç. İnsanın kendi mekánında içmesi, gök kubbe altında yahut bir ağaç gölgesinde içmesinden çok daha iyidir. Evin gölgesi gizleyici, ağacın gölgesi ise dört bir yana rezil edicidir.
…Ey oğul, sarhoş olduktan sonra daha fazla içmemeye alış ve hele gece serhoş bir halde yattın ise, sabah kalkınca şaraba devam etme. O vaziyette kıldığın namaz kabul olmaz, kazaya kalır. Gecenin sarhoşluğu ile gündüzün serhoşluğu biraraya gelirse, insan deli gibi olur. Allah, geceyi rahat etmek için yaratmıştır. Allah insanın başını ağırlaşmaktan, göz kapaklarını şişmekten, gövdesini titremekten, beynini zonk zonk etmekten, deli, serhoş ve hasta olmaktan korusun. Nadir de olsa sabahları içiyorsan, bunu sakın ola ki ádet haline getirme.
…Şarap içmeden bir iş yapamaz hale gelsen bile, bari cuma geceleri içme. Gerçi şarap her zaman haramdır ama cuma gecesine hürmet gösterilmesi gerekir. Böylelikle cuma namazına da mahmur bir halde gitmemiş ve içtiğin diğer gecelerin ayıbını da halkın gözünde ortadan kaldırmış olursun. Bir sene içinde 48 adet cuma gecesi vardır, bu gecelerde içmediğin takdirde 48 adet şarabın parası yanında kár kalır, aynı zamanda bünyen içtiğin diğer altı gecenin verdiği zahmetleri de o gece temizler’’
Kanuni’nin şarap kanunları bile vardı
Gayrımüslimler, içtikleri şarap için vergi vermezler ama sattıklarından alınır. Şarabı şehrin içinde sattıklarında her on ölçü için satandan ve alandan üçer akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘‘İnöz Kazası Kanunnamesi’’, madde: 5).
Meyhane açıp kendi yaptıkları şarapları satmak isteyenlerden fıçı başına beş akçe alınır. Meyhanelerini birkaç günlüğüne kapatıp yeniden açanlar yahut hiç kapatmayanlar ister az ister çok satsınlar, fıçı başına beş akçe verirler (Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘‘İnöz Kazası Kanunnamesi’’, madde: 7).
Şarap fıçısı taşıyan gemiler fıçıları Trabzon’da satarlarsa, her fıçıdan yirmi beşer akçe alınır. Eğer Trabzon’da değil de bir başka limana çıkartırlarsa, on beşer akçe alınır. ‘‘Miso fıçı’’ denilen yarım fıçılardan beşer buçuk akçe alınır. Rakı fıçısından 28, yarım rakı fıçısından da dokuz akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘‘Trabzon Sancağı Kanunnamesi’’, madde: 9).
Küçük sandallar ile yakın yerlerden fıçılarla şarap getirilirse, şarabın en iyi kalitesinden 30, orta kalitesinden 25, yarım fıçıdan da on iki buçuk akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘‘Trabzon Sancağı Kanunnamesi’’, madde: 10).
Gemiler limana şarap getirirlerse fıçı başına otuz akçe alınır ama Menekşe şarabı gelirse, her fıçıdan altmışar akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘‘Selánik Kazası Kanunnamesi’’, madde: 8).
Osmanlı’da eğlence
Millet padişahların içki merakını yabancı gelinlere bağlamıştır. Dönemin bazı yazarlarının kaleme aldıkları bugünküleri de yanıltmaya devam ediyor. Bu bakımdan Halil İnalcık’ın eseri çok önemli ve doğru bir başlangıcı işaret ediyor
Bir toplumda ziyafet, eğlence, dans ve zevk kaçınılmayan faaliyetlerdir. Zannetmeyin ki bu sadece belirgin düzeydeki bir topluma has istek ve hazdır. Ancak barbarlar bu eğlenceleri barbarca yapar, ortalık birbirine girer; medeni toplumlarda ve bilhassa yönetici çevrelerde ise eğlencenin, ziyafetin ve üzümün bulunduğu her yerde içildiği aşikâr şarabın; çok sıkı adap kuralları, tören, protokolla sınırlandığı açıktır. Sarhoşluk ve pespayeliğin bu meclislerde yeri yoktur. Hükümdar meclislerinde eğlence mutlaka musiki ve şiirle süslenir. Şark dünyasında ta firavunlardan beri bu gibi törenlerin kuralları vardır. Müslüman dünyada da bu kuralları ele alan kitaplar “Nasihatname” ve “Letâif” gibi eserler ve kullanılan fabller (Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si ) İslamiyetten çok öncesine uzanan kaynaklardan gelir. Aşk edebiyatı olduğu kadar erotik edebiyata girebilecek “Binbir Gece Masalları” veya Hind’in “Kamasutrası”ndan gelen velev bozulmuş bir gelişmeyi temsil etse de “bahnameler” bu fasıldandır. Hind ve Sasani kaynakları geleneğin başında yer alır.
Osmanlı şiirini ortaya koyuyor
Bütün bu zenginlikten kim söz edecek ve kim bunları derleyip toplayacak? Tabii ki Halil İnalcık hocamız. Fars edebiyatı ve Osmanlı şiirine vukuf konusunda yeni nesillere örnek teşkil edecek bir çalışma “Has-Bağçede ‘Ayş u Tarab” İş Bankası Yayınları’ndan çıktı. Burada Halil hocanın İrani gelenek üzerinde onlarca klasik eseri ele aldığı ve İran Selçukluları ve Anadolu Selçukluları üzerinden Osmanlı dönemine uzandığı görülüyor. Hocamız hem Türk musiki tarihini, hem İran edebiyatını ve Osmanlı şiirini bütün örnekleriyle ortaya koymaktadır.
Ta İran’da Keykaavus’un “Kaabusnamesi”nden 16. yüzyılın ironik üsluplu dahi yazarı Gelibolulu Mustafa Ali’nin “Mevaid’un nefais fi’l Kavaid’ul Mecalis/ Meclis Kaidelerinde Nefis Maddeler” başlıklı eserine kadar bir etiket ve kaide edebiyatı yorumlanıyor. Osmanlı hiç şüphe yok ki 15. yüzyılda Semerkant ve Buhara medreselerinin astronomi ile matematik ve coğrafya bilgisi gibi Timurlular dünyasının meclis kurallarını da izlemiş görünüyor. Bu tahmini delille beslemek uzun yıllar süren bir mesainin eseri olan bu kitapta görülür. Unutmayalım Hüseyin Baykara’nın meclislerindeki şiir ve edebiyat kültürü ve sıkı kurallara bağlı eğlence Osmanlı edebiyatında defaatla zikredilerek ve bir model olarak “Baykara Meclisleri” diye ele alınmıştır.
İçkiye düşkün olanlar vardı
Osmanlı padişahlarının içinde II. Bayezid gibi sofu olanlar Sultan Reşat gibi beş vakit namaz kılanlar, Sultan Abdülhamit gibi içkiye belirli bir yaştan sonra hiç iltifat etmeyenler, Kanuni Sultan Süleyman ve Yavuz Selim gibi perhizkârlar vardır. Bu bir ailedir ve insan cemiyetidir. Hiç şüphesiz ki içkiye ve işrete düşkün olanlar da vardır ama her şeyin kuralı vardır. Mesela II. Murad’ın içki ve yemek düşkünü olduğu belirtiliyor, ama emperyal etiketin en çok bu devirde Şark edebiyatından tercümeler yoluyla öğrenildiği ve dikkat edildiği de görülüyor. Bu meclislere dair pespayelik olayları pek kulağa gelmemiştir.
Halk ve dindarlar hükümdarın içki içmesinden hoşlanmazdı, Halil hocanın işaret ettiği üzere; Selçuklu devrinde Kadı Tırmızi bir ara Bizans İmparatoru Laskaris’e sığınan I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in içki meclislerini bu Bizans’a sığınma döneminde edinilen bir kötü alışkanlık olarak tenkit ederdi. Millet padişahların içki merakını yabancı gelinlere bağlamıştır.
Dönemin bazı yazarlarının kaleme aldıkları bugünküleri de yanıltmaya devam ediyor. Kimse bu işin arkasındaki edebiyat ve protokol düzenini merak edip incelemiyor. Bu bakımdan Halil İnalcık hocamızın bu eseri çok önemli ve doğru bir başlangıcı işaret ediyor. Edebiyat ve idare tarihçilerinin izlemesini umut ederim.
Bazıları ceddine kolay kolay toz konduramaz ama belgeler, padişahlar da içerdi diyor.
Osmanlı’da Alkol ve İçki Kültürü
Alkol içen herkesin bir sarhoş olma anısı vardır. Masanın güzelliği ya da ruh hali insanın sarhoş olmasını etkiler. Bazen çok az bir miktar, bazen ise şişenin dibini bulmak… Alkol pek tabii sağlığa zararlı bir şey – özellikle son dönemde bunu çok yakinen anlamayı sağlayan bazı tıbbi rahatsızlar geçirdikten sonra…
Tarihimizde alkol hep vardı. Aslında bütün toplumlarda alkol vardır. Bugün Şeriat ile yönetilen ülkelerde bile üstelik vardır. Kimi gizli, kimi açıktan toplumlarda alkol içilir. Osmanlı toplumunda da alkol her zaman vardı. Bunu açıklarken, padişahların tamamının içtiğini söylemek hata olur fakat hiç içilmedi demek de tarihi anlatmamak olur.
Alkolü saraya sokan ilk padişah
Osmanlı İmparatorluğu tarihini genel anlamında incelediğimizde, Fatih Sultan Mehmet dönemi öncesinde zorlanırız. Çünkü kaynaklar daha sınırlıdır. Fakat bazı şeyler hakkında bilgimiz var, bunlardan biri de alkolü saraya ilk sokan padişahtan. Yıldırım Bayezid, özellikle Sırp Prensesi Mileva Olivera ile evlendikten sonra şaraba başlar. Alkol tutkusu zamanla artar. Bursa Ulu Camii’ni yaptırırken eksik bir şey var mı diye sorduğunda Emir Sultan – ki döneminin çok önemli bir alimidir – “Dört tarafında meyhane eksik!” diyerek padişaha çıkışmıştır. Bayezid bunun üzerine tövbe eder fakat kısa zaman sonra alkole tekrar başlar. İşin en ironik kısmı ise rakibi Timur’un da alkole büyük merakıdır. Tarihçiler Timur’un alkolün vücuduna verdiği zararlar sonrasında öldüğünü belirtmektedir.
İşret Meclisi kavramını işte bu noktada çok iyi bilmemiz gerekiyor. İşret Meclisi, bahçelerde şarap eşliğinde yapılan şiirli sohbetlerdir. İçki içen padişahlar bahçelerde kendi kafalarına uyan kişilerle meclis kurar, gecenin ilerleyen zamanlarında açık saçık hikayeler anlatılırdı. Doğu hayatında, özellikle İslam öncesi İran’da olan bu tarz gelenekler, bazı dönemler Osmanlı sarayında da yer almıştır. Doğu toplumlarında bu tarz şeylerin yapıldığını İskendername ya da Babürname gibi eserlerde görebiliriz.
Osmanlı’da Alkol ve İçki Kültürü – Türkiye’nin ilk alkol üretim merkezi
Osmanlı döneminde içki gayet tabii yasaktı. Sadece gayrimüslimlere serbest olan alkol içme ve satma izni vergilere tâbiydi. Belgelerde bunun izini rahatlıkla görebiliriz. Örneğin Mora Benefşe 30 akçe vergi uygulanırken, diğer şaraplardan 10 akçe vergi alınırdı. Osmanlı’da alkol alındığını, satıldığını, hatta içen Müslümanların da olduğunu İslam Ansiklopedisi’nin şeriye sicillerinde (mahkeme kaydı) görebiliriz. Üstelik bu belgeler bize bu topraklarda ilk alkol üretim merkezlerinin Cumhuriyet döneminde değil, 16-17. yüzyılda olduğunu göstermektedir. Bu, oldukça önemli bir detay. Şeriye sicillerinde kocasından boşanan kadınlar, kavgalar, Yeniçerilerin içki içerken yaptığı taşkınlıklara kadar alkol içenlerin yarattığı kavgalar detaylıca anlatılmıştır.
Osmanlı hayatında alkol, II. Meşrutiyet sonrasında serbest hale gelmiştir. Özellikle Müslüman olanlar, gizli yaptıkları bu eylemi aleni şekilde yapmaya başlamışlardır. İstanbul’da alkolün ve eğlencenin mekanı Galata’dır. Bunu Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde rahatlıkla görebiliriz. Şarap, Osmanlı ekonomisinde önemli bir unsurdur. Öyle ki Kanuni devrinde şarap ithal edilmiştir ve bundan büyük bir gelir toplanmıştır. Milli içkimiz tartışması konusunda gidebildiğimiz en uç noktada şarap olmasa da alkolün mevcut olduğu konusunda kaynaklarda bir hayli belge vardır.
Osmanlı’da Alkol ve İçki Kültürü – Halk şarap içer de padişahlar içmez mi?
Yıldırım Bayezid sonrasında II. Murat da alkole düşkündü. Oğlunun ölümü sonrası alkol içmeyi artıran II. Murat, halktan oldukça tepki çekti. Rahmetli Halil İnalcık’a göre tahtan çekilmesinde alkol içmesinin halkta yarattığı rahatsızlık öne sürülmektedir. Osmanlı devlet yaşantısında sadece alkol olmamıştır. II. Bayezid Amasya’da şehzadeyken afyona merak salar. Burada ayrıca zevk verici macunlar kullanır. Bu durumu öğrenen Fatih Sultan Mehmet, Bayezid’in lalasına (öğretmeni) çok sert bir mektup yazar ve şöyle bitirir:
“O bedbahtların kirli vücutlarını oğlumun muhabbet dairesinden uzaklaştırın.”
Şehzade Bayezid’i afyona alıştıran iki kişi, bu mektup sonrasında idam edilir. Osmanlı sarayında şaraba meraklı olan bir diğer padişah ise II. Selim’dir. II. Selim saraya şarap taşınırken koku yapıyor diye, şarabın tulumlarla değil fıçılarla gelmesini emreder. Kıbrıs şarabı sarayından eksik olmaz. Henüz şehzadeliği döneminde babası Sultan Süleyman tarafından çok sert biçimde uyarılır fakat dinlemez.
IV. Murad döneminde alkol yasakları
Alkolle arası hem kötü hem de çok iyi olan insan ise IV. Murad’tır. IV. Murat döneminde kahvehaneler dahil alkol ve tütün ağır bir biçimde yasaklanır. Kimi tarihçiler kazaskeri, kimileri ise İstanbul Halk Hikayelerine dayanarak Bekri Mustafa sayesinde padişahın alkole merak saldığını söylemektedir. Oldukça tezat olan, galiba kaderin cilvesi olarak, yasağı koyan kişinin bunu kullanmasıdır. II. Mahmut da alkol kullanan padişahlar arasına girer. Öyle ki hekimbaşı yaptığı tetkiklerden sonra alkolün vücuduna verdiği zararlar sonrası bu hale geldiğini belirtmektedir.
Tıpkı diğer toplumlarda olduğu alkol Osmanlı’da da kullanılırdı. Bu konu hakkında arşivlerde sayısız evrak var. En nihayetinde evraklar günümüze ışık tutuyor. İlk yazımızdan bu yana dediğimiz üzere, tarih saplantıyla değil, bilgi ile evrak ile yapılan bir bilimdir.
Gayrımüslimlere içki zaten serbestti. Yasaklı dönemlerde içerken yakalanan Müslümanlara Dördüncü Murad iktidarının terör yıllarındaki idamlar dışında genellikle para cezaları verildi.
Eski zamanlarda ne içtiğimizi merak edenler için söyleyeyim: Biz, millet olarak şarap içerdik. Şarap bizde de yapılır, hatta dışarıya da gönderilir ama çok daha iyi kalitelileri ithal edilirdi ve Türkiye asırlar boyunca hep şarap içti. Derken, 17. asrın başlarında ‘‘arak’’ adında bir içkiyle tanışıldı. ‘‘Arak’’, Arapça’da ‘‘ter’’ demekti, imbik vasıtasıyla imal ediliyordu, yapılırken imbikte teri andıran damlalar beliriyor, bu damlalar sonra şişelere dolduruluyordu ve içkiye ‘‘arak’’ yani ‘‘ter’’ adı işte bu yüzden verilmişti. ‘‘Arak’’, zamanla ‘‘rakı’’ oldu ama şarabın hakimiyeti daha 200 sene kadar devam etti ve rakı ancak Tanzimat döneminde, yani 19. asrın ortalarında revaç buldu.
Devlet, içkiden gelir elde etme politikasını zamanla daha belirli kurallar içerisine koymaya çalıştı. Meselá, 1870’in ilk aylarında Türkiye’nin gündemini içki içenlere yılda 50 kuruş ödemeleri şartıyla ruhsat tezkeresi verilmesi konusu işgal etti. Derken bundan vazgeçilip ‘‘Müskirat Nizamnameleri’’ yani ‘‘İçki Yönetmelikleri’’ çıkartıldı. 7 Nisan 1886 tarihli yönetmelikle içkiden alınacak vergiler düzenli bir şekle getiriliyor, 14 Temmuz 1890’da ise, ihraç edilecek şarapların kalitesi ve vergileri belirleniyordu. Aynı zamanda ‘‘Halife’’ unvanını da taşıyan dönemin hükümdarı İkinci Abdülhamid, içki konusunda böyle yönetmelikler yayınlamakta bir beis görmemişti.
Tarihçi İlber Ortaylı, Kafa dergisinde “Padişahların bir günü” başlığıyla kaleme aldığı yazısında Osmanlı padişahlarının alkol ve tütün tüketmelerini gündeme getirdi. İlber Ortaylı bu soruların sürekli geldiğini belirterek, padişahların sosyal yönünü yazdı. Ortaylı özetle yazısında şunları kaleme aldı:
“Dördüncü Murat’ın kendisi hem içki içer hem de bazen afyon kullanırdı. Fakat bunların kamuda kullanılmasına asla izin vermez ve yasağa uymayanları son derece feci şekilde cezalandırırdı. Dördüncü Murat’ın içtiği hatta içmediği zamanlar paranoyasının azdığı biliniyor.”
“İkinci Abdülhamit veliahtken bazı içkileri ölçülü bir şekilde içer, kardeşi Vahdettin’e de ikram eder. Ama sonra keser. İkinci Beyazıt da öyle, gençken içmiş, sonra kesmiş tamamen.” İlber Ortaylı, katıldığı bir televizyon programında Abdulhamid’in esrar içtiğini belirtmişti.
“Fatih’in biraz içtiği anlaşılıyor. Ancak Fatih için “Hristiyan oldu” uydurmalarının hiçbiri doğru değildir. İkinci Selim içiyor. Birinci Selim asla içmiyor.”
“Sultan Reşat fevkalade dindar, içmez. Muhteşem Süleyman’ın içkiyle tütünle bir alakası yoktur.”
Tarihçi Murat Bardakçı, 05 Mayıs 2013 tarihinde Habertürk’teki köşesinde yayınlanan “Osmanlı’yı dedelerimin içkisi yıktı” başlıklı yazısında İslam dünyasının ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son halifesi olan Abdülmecid Efendi’nin risalesinden örnekler vermişti. Bardakçı, bu yazısında Osmanlı’da içki içen padişahları yazmıştı. İşte Murat Bardakçı’nın o yazısı:
“OSMANLI’YI BİTİREN İÇKİYDİ”
Halife Abdülmecid Efendi, 1920’li senelerde kaleme aldığı yayınlanmamış risalesine “Osmanlı Devleti’nin çöküşüne sebep olan dertlerin başında, içki gelir. İçki, dinen de yasaklanmıştır ve haramdır. Halife çocuğu olan şehzadeler bunu asla unutamazlar ve unuttukları takdirde hem ilâhî emirlere karşı gelmiş, hem de millete ve Osmanlı Hanedanı’na verilmiş olan hilâfet ile saltanata ihanet etmiş olurlar. İçki içenlerin hilâfette ve saltanatta hiçbir hakları yoktur” sözleri ile başlıyor.
Abdülmecid Efendi, büyük boy kâğıtlara yazdığı bu 35 sayfalık risalesinde Osmanlı padişahlarının tamamı hakkında değerlendirmeler yapıyor. Aşağıda, son halifenin içki konusunda yazdıklarının bazılarını özetleyerek naklettim:
İKİNCİ BAYEZİD:
Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin oğlu olan İkinci Bayezid, pederinin heybetine ve büyüklüğüne sahip olmaktan mahrumdu. Ne babasından kendisine kalan büyük devleti idare edebildi, ne de İslâm âleminin çöküşüne, meselâ o zaman İspanya’da yıkılan Emevî Devleti’nin felâketine ve Avrupalılar’ın Müslümanlar’ı işkencelerle katletmelerine çare bulup ses çıkartabildi. En nihayet millete karşı vazifelerini yerine getirememesi ve içkiye olan düşkünlüğü yüzünden devletin geleceğinin büyük bir büyük felâket ile karşı karşıya bulunduğunu gören oğlu Yavuz Sultan Selim’in şiddetli müdahalesi ile ezilip bertaraf oldu. Felâketinin başlıca sebebi, içmesi idi.
İKİNCİ SELİM:
Kanunî Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahın yegâne hatası, âkıl evlâdı Şehzade Mustafa’yı feda ederek devletin idaresini İkinci Selim gibi bir sefih bir serhoşa bırakması idi ki, yükselmenin sona ermesi işte böyle başlar. İkinci Selim, Kıbrıs şarabı ile serhoş olan ve hiçbir işe yaramayan başını eski sarayda hamam mermerlerine çarparak parçalamış ve bu suretle lâyık olduğu manevî cezayı görerek vücudunu dünyadan kaldırmıştı. Artık bundan sonra sefahat, işret, şehvet ve israf devri başlamış; felâket yollarına doğru büyük adımlar atılmıştı. Uğranan her çeşit belâ fedâkâr millete yüklenmiş, refah ve saadet uzaklaşmış ve arada bir yüzünü göstermiş ise de, akşam güneşi gibi hemen batıp gitmişti.
ÜÇÜNCÜ MURAD, ÜÇÜNCÜ MEHMED:
Bu iki padişaha “Osmanlı Devleti’nin amansız cellâdı” denmesi doğrudur. Her türlü rezaleti icra ederek Osmanlı Devleti’nin azametli saltanatını çöküşe mahkûm etmişlerdir. Üçüncü Mehmed, şehzadelerin kafes arkasında yaşamaları kaidesini de icad etmiştir.
DÖRDÜNCÜ MURAD:
Hakikaten en büyük padişahlarımız arasında sayılmak yeteneğine sahipti ve mertliği ile bütün Osmanlılar’ı hayrette bırakmıştı. Fazilet sahibi idi, eski pehlivanların kaldıramadıkları demirlere ve gürzlere başka halkalar ilâve ettirir ve bunları kaldırarak hünerini icra ederdi. Bağdat ve İran seferlerine çıkan iktidar sahibi bu padişah, geleceğin en büyük hükümdarı olmaya namzet iken içtiği rakının kurbanı olmuş; devletin talihini ve geleceğini İbrahim gibi akıl noksanı ve anlayıştan mahrum bir şahsa terkederek dünyadan çekilmişti.
ÜÇÜNCÜ AHMED:
Devletin en hassas zamanlarını Lâle Devri’ne çevirerek bütün milleti zevk ve sefahatle mestetti, günlerini, Sâdâbâd safâları ile geçirdi. Fırsatlar elden kaçtı, zira padişahın eğlenceden başını kaldırıp devletin ufkunu görmeye zamanı yoktu; baksa bile görmek için bir kabiliyeti de bulunmuyordu. Sefahat kendisini tamamen ele geçirmişti. Çıkan bir isyan neticesinde saltanatı Birinci Mahmud’a terk edip başarısız şekilde bir köşeye çekilmeye mecbur oldu.
İKİNCİ MAHMUD:
Tarihimizin incelenmeye en fazla lâyık devirlerinden biri, büyükbabam İkinci Mahmud’un iktidar yıllarıdır. Osmanlı Devleti’ni geçmişten alıp parlak bir şekilde geleceğe nakleden azimli bir padişah idi. Genç yaşında iken üzerine aldığı vazifeler o kadar önemli ve o kadar da zor idi ki, geçmişten gelen dertlerin altında eziliyordu. Böyle zor bir zamanda üstlendiği görevi yerine getirebilmesi için gereken azmin, ilmin ve irfanın yanında büyük cesarete de sahipti. Bu sayede bazı hatalarına rağmen devletin yeniden ayağa kaldırılması için gerekenleri yerine getirmeye muvaffak oldu ama ne çare ki eserini tamamlayamadan henüz genç sayılabilecek bir yaşta vefat etti.
Sultan Mahmud’un yaptığı büyük işleri yarım bırakmasının sebebi ne idi?