EGEMENLİK, VEKİL VE LİDER…
Tayyip Erdoğan, “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nın 100. Yıl dönümü mesajında “hakimiyet bilakaydüşart milletindir” dedi.
Türkçesi, “egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur” demek olan bu sözü yaşama geçirmek, Atatürk için bir tutku idi. Bu nedenle her zaman, üstüne bastıra bastıra söyleyerek ve altını kalın çizgilerle çizip yazarak, en çok kullandığı sözdü.
Atatürk, yaşamını ortaya koyarak bunu söylüyordu. Çünkü o zaman ülkede “Monarşi” vardı, yani “egemenlik tek kişide” idi…
Daha Anadolu’ya gitmek üzere yola çıktığı Amasya’da yazdığı “Genelge”de bunu açıkça söyledi: “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”
Milli Mücadele’nin sesi olması amacıyla çıkarmaya başladığı gazeteye, “Hakimiyet-i Milliye” adını verdi.
Millet egemenliğini, küçük kent devletlerinde doğrudan kendisi kullanırdı; kent devletleri büyüyüp “ulus devlet” olunca, seçtiği vekiller aracılığı ile millet meclislerinde kullanmaya başladı…
Atatürk, “Meclis” niyetini yakın çevresinde dile getirdiğinde, “Milli Mücadele’ye ayak bağı olabileceğini, bu nedenle Meclis’i toplamamasını” öne sürüp karşı çıkanlar oldu…
Atatürk “Milli Mücadele’nin, milletin tüm gücünü harekete geçirerek, milletle birlikte gerçekleştirilebileceğini, millete dayanmadan başarının mümkün olmadığını, bunun için milletin bize güvenmesi gerektiğini, bunun da ancak milletin temsilcilerinden oluşan Millet Meclisi ile birlikte çalışarak sağlanacağını” bildirerek bu görüşleri kabul etmedi.
16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal eden İngilizler, Meclis’i basarak bazı milletvekillerini tutuklayıp Malta’ya sürdüler. Ardından da Padişah Vahdettin Meclis’i kapattı.
Atatürk, kapatılan Osmanlı Meclisi’nin üyelerini Ankara’ya davet etti, eksik üyelikleri olan illerde de seçim yaptırarak Büyük Millet Meclisi’ni oluşturdu.
Bu şekilde, olağanüstü koşullarda oluşturulan ilk Meclis, olağanüstü yapıda ve olağanüstü yetkilerle donanmıştı. Başkanı, aynı zamanda Başbakan olacak, ancak bakanları, tek tek Meclis seçecek, gerektiğinde yargılama da yapacak ve böylece üç erki de (yasama, yürütme ve yargı) kendisi yüklenmiş olacaktı. Komutan olarak görev yapan asker milletvekilleri olduğu gibi, savaşmak üzere er olarak gönüllü cepheye giden milletvekilleri de vardı. Ordu, Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordusu adını taşıyordu ve Başkomutanı Meclis idi. Sadece Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz sırasında, yetkilerini, geçici bir süre için Atatürk’e devretti…
Böyle olağanüstü bir yapıda olmasına ve olağanüstü koşullarda çalışmasına karşın ilk Meclis, dünyanın en demokratik meclisi olarak çalıştı. Üyeler, her konuda düşüncelerini, özgürce, hiçbir kısıtlama olmaksızın ifade ediyorlardı. Bazen, Meclis’e baştan beri karşı olanları haklı çıkaracak şekilde, savaşın gidişini etkileyebilecek konular bile saatlerce tartışılabiliyordu. Böyle durumlarda, gecikmenin sonuçlarından endişe eden genç milletvekilleri sinirleniyor ve Atatürk’e, “izin verin, dağıtalım şunları ve işimize bakalım” diyenler oluyordu. Atatürk, onları sakinleştiriyor, sonra kürsüye çıkarak, öne sürülen tüm görüşleri tek tek yanıtlıyor, sataşmalara sinirlenmeden, lüzumsuz sorulara bile sabırla yanıt veriyor, herkesi ikna ediyor ve sonunda istediği kararı çıkartıyordu…
Cumhuriyet’i ilan eden ve Cumhuriyet’in temelini oluşturan 1924 Anayasası’nı hazırlayan İkinci Meclis de Birinci Meclis kadar demokratik bir meclistir. Örneğin Cumhurbaşkanı’na, Meclis’te kabul edilen bir yasayı, “bir kez daha görüşmek üzere Meclis’e geri gönderme” (veto) yetkisi veren madde, büyük bir dirençle karşılaştı. Direnç gösterenler, muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası milletvekilleri değil, her zaman Atatürk’ün yanında olan, devrimci genç vekiller idi. Bunların başında Mahmut Esat (Bozkurt), Şükrü (Saraçoğlu) ve Reşat (Kayalı) beyler geliyordu. En ağır konuşmayı Saruhan Milletvekili Reşat Bey yaptı: “Mustafa Kemal Paşa değil, (haşa) Allah Cumhurbaşkanı, melaike-i kiram (büyük melekler) bakan olsalar bile, biz gene de vetoyu kabul edemeyiz. Milletimiz, binlerce yıl sonra tek kişinin elinden aldığı egemenliğini, yeniden tek kişiye devretmeyecektir” dedi. Atatürk, kendileriyle bizzat görüştü; amacının, “devrim karşıtı bir yasa geçtiği taktirde onu vetoetmek olduğunu” bildirdi. Ancak Atatürk onları ikna edemedi; onlar Atatürk’ü ikna ettiler ve yasa onların istediği gibi kabul edildi…
Bu milletvekilleri neden demokrat, meclisler neden demokratik idi?
Çünkü milletvekilleri bir kişi ya da makamın buyruğuna göre değil, vicdanlarının sesine göre karar veriyorlardı; bir dahaki seçimde gene milletvekili olmak, yakınlarına ballı işler bulmak ya da kıyak ihaleler almak/ rant kapmak gibi çıkar peşinde değillerdi. Tek düşünceleri vardı: vatanın ve milletin kurtuluşu, selameti, esenliği, onuru, saygınlığı vb…
Lider de aynı dünya görüşünde olunca, ortada sorun kalmıyordu!…
Yukarıda yazdığımız ve saygıyla andığımız üç milletvekilinin geçmişlerine bakacak olursak, bu daha iyi anlaşılır. Mahmut Esat ve Şükrü beyler, İsviçre’de doktora yapıyorlardı. İzmir’in işgal edildiğini duyunca, bir İtalyan gemisine kaçak olarak bindiler ve İzmir’e geldiler. Biri Kuşadası, diğeri Ödemiş’te Kuvay-ı Milliye örgütlerinin kuruluşuna katıldılar ve ilk direniş hareketlerini başlattılar. İzmir’de memur olan Reşat Bey de memleketi Akhisar’a gitti ve orada Kuvay-ı Milliye örgütüne katılarak direniş cephesinde yerini aldı. TBMM açılınca üçü de milletvekili olarak Meclis’e girdiler…
Bu milletvekilleri, lidere başkaldırdıkları için cezalandırıldılar mı?..
Tersine ödüllendirildiler. Mahmut Esat ve Şükrü beyler bakan oldular ve uzun yıllar bakanlık yaptılar. Şükrü Bey, daha sonra Başbakan ve Meclis Başkanlığı da yaptı. Mahmut Esat’a, Uluslararası Adalet Divanı’nda görülen, “Lotus- Bozkurt” davasındaki başarısı nedeniyle, “Bozkurt” soyadını Atatürk verdi.
Kurtuluş savaşı sırasında hem Meclis’te hem de cephede görev yaptığı için Kırmızı- yeşil şeritli İstiklal madalyası ile ödüllendirilmiş olan Reşat Bey ise, Milletvekili iken 22 Şubat 1926’da, görevli olarak gittiği Fransa’da akut peritonit geçirerek vefat etti. Kaybı Meclis’te ve yurtta büyük üzüntü yarattı…
Aradan 100 yıl geçti. Tek partiden, çok partili demokrasiye geçtik, birçok parti kurduk; Anayasayı “daha demokratikleştireceğiz” diyerek birçok kez değiştirdik ve hatta birkaç kez yeni Anayasa yaptık; daha demokrat olacağız diye NATO’ya, IMF’ye, UEFA’ya, Avrupa Konseyi’ne, OECD’ye, Gümrük Birliği’ne, AİHM’ye girdik; hatta “tüm koşullarınızı kabul ediyoruz” diyerek AB’ye başvurduk; halkımızın okur-yazarlık oranını %7’den % 90’a, üniversite sayımızı bir’den 200’ün üzerine çıkardık vs.vs.vs. ama karşımıza çıkan demokrasi karşıtı lider oligarşisini kıramadık!..
Sonunda, Sayın Özdemir İnce’nin deyişiyle, “…yasa yapma yetkisi hemen hemen, devlet bütçesi yapma yetkisi tamamen elinden alındı. TBMM yok, Tek Adam var artık…Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen dünyada benzeri olmayan, başkanlıktan, yarı başkanlıktan çok, monarşiye benzeyen tuhaf bir rejime geçildi. Şu anda dünyada böyle bir rejim yok.” Cumhuriyet, 24 Nisan 2020.
Bu aşamaya gelmiş olmamızın sorumlusu, milletvekilleri mi, liderler mi?
Bence milletvekilleri!…
Eğer Milletvekilleri, Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü Saraçoğlu, Reşat Kayalı ve daha sonra lidere kafa tutan diğerleri (örneğin, Reşit Galip) gibi olabilselerdi ne lider sultası olurdu ne de hala özgürlükçü parlamenter demokrasi hayali ile yaşardık!..
Daha dün, bir kentimizin Büyükşehir Belediye Başkanı’na, bir televizyon kanalındaki canlı yayında, Partisinin liderinin “muhalif belediye başkanlarını terör örgütleri ile ilişkili olmakla suçlaması” konusunda ne düşündüğü soruldu. Geçmişte bakanlık da yapmış olan Sayın Başkan, şu anda aynı zamanda Türkiye Belediyeler Birliği Başkanlığı görevini de yürüttüğü için olsa gerek, “bu suçlamanın kabul edilemez olduğu” anlamına gelen bir yanıt verdi. Bu sözleri televizyonlarda milyonlarca kişi duydu ve bu sahnelerin videosu sosyal medyada hala dolaşıyor. Fakat daha sonra Sayın Başkan sözlerini tekzip etti; “ben liderimin sözüne aykırı söz söylemiş olamam” anlamında bir şeyler söyledi…
Ne demiş, büyük bilge, “her toplum, layık olduğu yönetime kavuşur!..”