Bölüm I
OSMANLI TEMELİNİ ATTI, ATATÜRK TÜRKİYE’Sİ MODERNİZE ETTİ, ERDOĞAN KAPATTI
Naci Kaptan / 27.03.2020
İnternette oynanan civilization (uygarlık) isimli bir oyun var. Oynayanın ustalığına göre zorluk derecesi seçilebiliyor. Uygarlığa geçiş 3 işçi ile başlıyor. Bir toplumun gelişebilmesi için, sanayileşme ve bunun için de kaynak gerek. Ormandan odun kesiyor, taş ocakları buluyor taş üretiyor, altın madeni buluyor ve ekonomik olarak zenginleşiyor, balıkçı , ticaret, savaş gemileri yapıyorsunuz. Binalar, üniversiteler, araştırma laboratuvarları kuruyor, bilimde gelişiyor ve çağ atlıyorsunuz. Ordunuzu oluşturuyor, farklı silahlar üretiyorsunuz. Bu arada toplumsal olarak çoğalıyorsunuz. Her bir imalatin ve bireyin maliyeti var. Bu nedenle kaynaklarınızın da her zaman yeterli olması gerek.
Fakat tüm ekonomik kaynaklarınıza göz diken, Yaşadığınız toprakları ele geçirmek için size düşman olan, sürekli sınırınızı geçerek askerlerinizi öldüren, değerli ekonomik zenginliklerinizi almaya çalışan başka bir devlet daha var.
Tıpkı günümüz dünyasında olduğu gibi. Gücü yeten diğer ülkeyi ele geçirdiğinde oyun sona eriyor. Ama bir şey daha var bu ülkelerin yöneticilerinin diğer ülke ile gizli pazarlık ajandaları yok. Kendi ülkelerine değer katan, zenginleştiren kaynakları, bilimde ilerleten üniversiteleri ve dahi laboratuvarları diğer ülkeye pazarlamıyor, el altından vermiyor ve dahi işlevsiz hale getirmiyor. Kendisi zenginleşmiyor, toplum olarak büyüyorlar.
Konumuz, kendi yöneticileri tarafından hem ekonomik, hem sosyal ve hem de ahlak ve kültürü ile çökertilen, aydınları, gazetecileri muhalif olduğu için tutuklanan, üretim kaynakları yabancılara devredilen, ülkeye yarar sağlayan kurumların kapatıldığı ve işlevsiz hale getirildiği ülkemizdir.
Olayın kahramanı işgalci ABD’nin bölge temsilcisi olduğunu kendisi açıklayan, emperyal politikaları kendi ülkesi dahi yürütmek üzere görev alan başbakanlık yapan ve toplumun bir kısmının Cumhurbaşkanı olmayı seçen Recep Tayyip Erdoğan’dır. AKP iktidarında Türkiye’nin devlet yapısını güçlendiren kurumlar bir bir tasfiye edilmiştir.
KONUMUZ; TOPLUM SAĞLIĞINI KORUYAN AŞILAR ÜRETEREK SALGIN HASTALIKLARI ORTADAN KALDIRMIŞ OLAN FAKAT 2011 YILINDA AKP TARAFINDAN KAPATILMIŞ VE İŞLEVİ SONLANDIRILMIŞ OLAN Dr. REFİK SAYDAM MERKEZ HIFZISSIHHA ENSTİTÜSÜDÜR
DÜNYAYA YAYILAN SALGIN HASTALIKLAR
* 1347-1351 arasında Kara Veba Salgını oldu. 75 ila 100 milyon insanı öldü..
* 1545-1548 arasında Kanamalı ateş” salgınları, Meksika’da ortaya çıktı ve tahminen 5 ile 15 milyon insanı öldürdü.
* 1647-1652 yılları arasında “Kara Ölüm veba”, İspanya’da 76 bin insan öldü.
* 1848 yılında Tifüs epidemisi nedeniyle 20 bin kişi öldü.
* 1918-1920 yılları arasında H1N1 virüsünün ölümcül bir alt türü yol açtı. İspanyol Gribi, 18 ay içinde 50 ile 100 milyon arası insanın ölümüne sebep olarak insanlık tarihinde bilinen en büyük salgınlardan biri oldu.
* 2010 yılında 1.8 milyon insan AIDS nedeniyle hayatını kaybetti.
* 1957-2009 yılları arasında Asya(domuz)gribi 4.3 milyon insanın ölümüne neden oldu.
* 2013-2016 yılları arasında Batı Afrika’da patlak veren Ebola salgınında 12 bin kişi öldü.
* 2020 senesi başında Çin Wuhan’da Covid 19 adı verilen virüs hastalığı başladı ve çok kısa zamanda tüm dünyayı öldürücü bir etkiyle sardı. İşte bu aşamada toplum sağlığını koruyucu AŞI gereği ortaya çıktı.
Fakat bu işlevi yapacak olan Dr. REFİK SAYDAM MERKEZ HIFZISSIHHA ENSTİTÜSÜ 2011 yılında HER NEDENSE AKP TARAFINDAN KAPATILMIŞTI!!!
Gelelim bu enstitünün tarihçesine
Bakteriyolojihane-i Şahane 1895 (Nişantaşı)
Bakteriyolojihane-i Şahane’den Dr. REFİK SAYDAM MERKEZ HIFZISSIHHA ENSTİTÜSÜNE
Ol hikaye şöyle başladı;
1889 yılında Bağdat’ta bir kolera salgını çıkar. 1893 te salgın batı Anadolu illerine ve oradan da İstanbul’a sıçrar. Hastalık muhtemelen kervanlarla taşınmıştır. 1885 yılında Pastör’ün kuduz aşısını küçük bir çocukta denemesinden haberdar olan Sultan 2. Abdülhamit Pastör Enstitüsü’nün kurulması için ilk bağışı yapanların arasındadır. 1886 da Paris’e gönderilen Osmanlı heyetinde Dr. Hüseyin Remzi, baytar Hüsnü bey ve Dr. Zeoros paşa vardır. Bir Osmanlı öğrenci grubu her yıl Pastör Enstitüsünde ki derslere katılmaktadır. 1887’de İstanbul’da bir Kuduz Enstitüsü açılır. 1887/88 arasında 2.521 kişi tedavi görmüş, sadece 13 hasta ölmüştür.
Kolera salgını üzerine Pastör’den bir koruyucu hekimlik uzmanı Dr. Henry Chantemesse davet edilir. Bu hekim üç ay kalarak salgının muhtemel kaynaklarını inceler ve salgınla mücadeleyi başlatır, yeni karantina tedbirleri getirmiştir. Padişah iradesi ile üç ayrı dezenfeksiyon istasyonu kurulmuştur. Altın Madalya ile ödüllendirilen doktor üç ay sonra ülkesine dönerken yerine Dr. Nicolle’ü tavsiye eder.
Dr. Nicolle, İstanbul’da 1900 yılına kadar kalır. Pastör Enstitüsünün müdürü Dr. Roux (Ru) Dr. Nicolle’e “yerini bir Fransız almazsa, şeytan Almanlar kapacak” der (İstanbul’da Fransız/Alman rekabeti olduğu anlaşılıyor). Dr. Nicolle, Dr. Roux ile devamlı yazışmakta, ona Roux’dan talimatlar gelmektedir. Dr. Nicolle, Demirkapı’daki askeri Tıbbiyenin bahçesinde derme çatma bir laboratuvara yerleşmiş, kendi ifadesiyle ona çok becerikli, 8-10 dil bilen fakir bir Karay Yahudi’si tercüman ve çırak verilmiştir. Veteriner hekim Adil Bey de Dr. Nicolle’ün muavinidir.
Bu derme çatma laboratuvarda Bakteriyolojihane-i Şahane 1894’te resmen kurulur, adı Pastör olmamakla birlikte Pastör Enstitüsünün bir şubesi gibi çalışır, hekim ve baytarlara Pastör programından dersler verilmektedir. Bir yıl sonra Nişantaşı’nda daha imkanlı bir mekana taşınan bakteriyoloji hanede difteri serumu üretilmeye başlandığı gibi hayvan hastalıklarıyla da mücadele edilmektedir. Türkiye’de insandan hayvana bulaşan Hayvan Sıtması (Piropazmozis) tesbit edilmiştir. Nicolle Haleb çıbanı ve halkın geleneksel Haleb çıbanı aşısı üzerinde de çalışmaktadır.
Alman Behring’in bulduğu difteri anti serumu, Pastör tarafından 1894’te Paris çocuk hastanesinde uygulandıktan sonra ertesi yıl Dr. Nicolle tarafından İstanbul’da da üretilir ve Difteri (kuşpalazı) ve Tetanoz antiserumlarıyla hasta tedavi edilir.
Dr. Nicolle, düzenli olmasa da Fransa’ya göre daha yüksek bir maaş almaktadır. Ama patronu Dr. Roux’ya yazdığı mektuplarda Sultana, palavracı, rezil bunak gibi sözler sarf etmektedir. Ayrıca Ermeni katliamlarından acı duyduğunu da ifade etmektedir (Frank’lar Haçlı Seferlerinden beri Ermenilerin kadim dostudur, ama zarar veren bir dost).
Nicolle, 1898’de İstanbul’a gelen ve Bakteriyolojihaneyi gezmek isteyen Kayzer’e izin vermez, Padişahı kızdırır, gözden düştüğünü hisseder ve 1901 de istifa eder. O sırada veba salgını ile uğraşmaktadır. Yerine Fransa’dan bir askeri hekim olan Remlinger gelir ve 1908’e kadar çalışır. Remlinger Kuduz Enstitüsü’nün de başına getirilir, hakkında pek fazla bir şey bilmediğini itiraf ettiği bu hastalığın ileride en önemli otoritelerinden olacaktır.
Dr. Roux’ya düzenli raporlar gitmektedir, Roux, eski öğrencilerinden aldığı bilgilere göre, kendi ifadesiyle, gerçek Türklerden değil Osmanlı dediği Rum ve Ermeni hekimlerin baskısından, bunların yabancıları istemediğinden Fransa Dışişleri bakanlığına şikayet etmektedir. 1908 devrimi günlerinde, Remlinger ortamı tehlikeli bularak Fransa’ya döner. Yerine Paul Simond gelir. 1914 de Kuduz Ens. başına Nicolle’ün yetiştirmesi Hayim efendi geçer, 1922 yılına kadar kalır (Kuduz Tedavi Müessesi, Çemberlitaş’ta ki eski Osmanlı yapısında yakın tarihlere kadar tedavi hizmetine devam etmişti. Şimdi Basın Müzesi’dir (Bu bilgilerin kaynağı Pu. An Mari Mulendir, Pastör Çağında Osmanlı Tıbbı / Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri, Tarih Vakfı Yurt yayınları).
Bu makaleyi okuduktan sonra insanın aklına şu geliyor, o dönemde bizim Jön Türkler Avrupada, ve içlerinde çok ünlü, siyaseten tabii, hekimler de var. Pastör Çağı(!)’nda acaba Türkiye için ne yapmışlar? cidden merak etmekteyim. Müstebit Sultanı bertaraf etmek arzusu onlara toplum karşısında hekim sorumluluğunu da mı unutturmuş?
Bakteriyolojihane-i şahane’ye gelince, öyle şahane bir mekanda değil, sürgüne giden bir subaydan kiralanmış bakımsız bir evdeymiş, Dr. Remlinger bu binayı görünce hayret etmiş. Yine düşünelim; Pastör Enstitüsü kurulurken Fransa’ya bağış yapan Sultan 2. Abdülhamit, yeni bir Bakteriyolojihane binası için acaba neden para bulamamıştır? tarihi kişiliklerimize karşı tarafsız olmaya çalışalım. Ne kızıl, ne de ulu olan hakanın döneminde toprak kaybı olmadığı da gerçek dışıdır.
- Mari Mulen hanımın makalesinde ki kaynaklara bakınca, şaşırdığımı itiraf etmeliyim, Mulen, Ali Rıza Yalman’ın 1930’larda yapılmış Cenupta Türkmen Oymakları adlı folklorik araştırmasını da zikretmiş. Herhalde Türk halk Tebabetinde aşılardan bahsettiği paragrafındaki keçi zatürresi (kara salkım) sebebiyle olsa gerek. Bu yabancı milleti bizi öyle büyüteç falan değil mikroskop altında inceliyor! Bu kitaptan kaç aydınımızın haberi var acaba? (Cenupta Türkmen Oymakları, Kültür Bakanlığı yayınlarından, 1977, Milli Eğitim Basımevi).
İmparatorluğun enkazını kaldırarak yeni bir devletin temellerini atanlar cephelerde hasbel kader sağ kalanlardı, bu kahramanların bir kısmı daha önce bahsettiğimiz gibi Tifüs salgınlarından kurtulmuştu, K. Karabekir, Dr. A. Noyan, Dr. Tevfik Sağlam ve niceleri gibi. Salgın hastalıkların nelere mal olduğunu bizzat yaşayarak acı bir şekilde öğrenmişlerdi. Erzurum’da, 3. Ordu’da başta tifüs olmak üzere çeşitli bulaşıcı hastalıklara yakalanan 15.845 kişiden 2927 kişini öldüğü 1915 tarihli bir raporda belirtilmişti (Prof. Nuran Yıldırım, Toplumsal Tarih Dergisi, Nisan 2008).
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’da Aşı ve Serum Laboratuvarlarının temelleri atıldı. Mustafa Kemal Paşa’nın dava arkadaşlarından Sağlık Bakanı ve ileride Başvekil olacak Dr. Refik Saydam’ın adı bu kuruma verildi ve yıllar içinde ilave laboratuvarlarla bir enstitü şekline dönüştü. Gıda kontrolü, İlaç Kontrolü, Farmakoloji, Parazitoloji, Su Analizleri, Mikoloji, Bakteriyoloji, Viroloji, Kültür Kolleksiyonu ve Antijen-antiserum laboratuvarı, Devlet’in hakem laboratuvarları Tüberküloz Referans, Biyolojik Kontrol, Frengi teşhisinde TPİ testi, Toksoplazma laboratuvarlarını sayarken, daha sonraları ilave edilen Hematoloji, Biyokimya ve immünglobülin üretimi laboratuvarlarını da unutmayalım. Enstitünün İlaç Kontrol Şubesi devletin ilacını denetlerdi ve İlaç firmalarının korkulu rüyasıydı. Bir kısmı merhum, bazıları hayatta olan efsane şefleri ve müdürleri Orhan Yalçındağ, Bahriye Özsoy, Ülkü Güngör, Seyfettin Yurdanur’ları burada saygıyla anmak borcumuzdur. Mikrobiyoloji, Farmakoloji ve bünyesinde yer alan Hıfzıssıhha Okulu’nda da Halk Sağlığı ihtisası verilmekteydi.
Aşı ve Serum Şube’si Müdürlüğü ilkokul öğrencisiyken hepimize uygulanan karma bakteri aşılarının (Difteri-Boğmaca–Tetanoz) ve her türlü tedavi anti-serumunun üretildiği bölümdü. Bakteri besiyerleri büyük cam galonlar içinde imal edilir ve oda kadar büyük neredeyse tarihi otoklavların içinde sterilize edilirdi. Üretilen anti serumlar arasında akrep, yılan sokmalarına karşı serumlar olduğu gibi gazlı kangren anti serumları da bulunmaktaydı. Bunların şişeleme işlemleri ayrı bir laboratuvarda yapılırdı. Artan ihtiyaç ve yer darlığından dolayı serum imalatı için Esenboğa’da atlarında beslendiği ayrı bir serum çiftliği kurulmuştu.
Viroloji şubesi de Riketsiya ve Virüs aşıları üretmekteydi. Kızamık ve Çocuk Felci haricinde, Tifüs, Kuduz, sonradan Dünya Sağlık Teşkilatının direktifi ile üretimi durdurulan ve stoklanan çiçek ve grip aşıları. Evet, şimdi avuç dolusu dışarı para ödeyerek aldığımız Grip aşısı yakın bir geçmişte yurdumuzda, dünya sağlık teşkilatının her yıl belirlediği virüs yapısına göre Viroloji şubesinde doku kültüründe üretilmekte ve küçük cam fılakonlar içinde halka satılmaktaydı. Müdavim müşterileri de vardı. Üretilmeyen kızamık ve çocuk felci aşılarıydı. Bu Grip aşısı güncel konu, bizim okumadan alim(!) basın ve yayın tıbbı literatürde adı geçmeyen grip türleri icad etmede, kuş, domuz, keçi, seneye hangisi olacak bakalım. Mikrobiyoloji Literatüründe Grip Virüsü A, B, biraz da C olmak üzere üç tip. Bir de alt tipler var, her 10-15 yılda bir büyük salgınlar yapan H1N1 gibi, Medya alimlerinin(!) domuz gribi adını yakıştırdıkları virüs (şimdide keçi gribini uydurdular). 1968 salgını etkeni ise H3 N2 virüsü, virüs değişken tabiatlı yani. Nasıl olsa bir pazar var, hemen aşı ithal edelim. Pazar işine tekrar döneceğiz, bu heyecana kapılmayıp geçen yıl kendisine virüs Grip aşısı yaptırmayan başbakan R. T. Erdoğan’ı da takdir ediyorum ve “neden aşı üretilemediği” konusuna eğileceğini halen ümid ediyorum. Şimdi de risk grupları bahane edilerek pünomokok aşıları reklam edilmekte, aman dikkatli olalım derim. Yerli olmayan bakteri suşları(soy)larıyla üretilmiş ithal aşılar bizi ne kadar korur acaba? Ya yan etkiler?
Neticede Türkiye’de aşı üretimi sıfırlanmıştır. Gülhane bile ordu için tetanoz aşısı üretimine çoktan son vermiş, Birinci Cihan Harbinin kıyameti içinde İstanbul’da üç ayrı laboratuvarda askere ve halka aşı üreten ordunun artık aşısı yokmuş, yaptığım ufak bir soruşturmadan bunu öğrendim. Ama, Veteriner Hekimler Şap Enstitüsü’nde büyük ve küçük baş hayvanlar için Şap aşısı üretimine devam etmekte imiş.
Bazı aşılar stratejiktir, satılmaz, naçizane hatırlatırız!. İran/Irak savaşı devam ederken eczanelerde tetanoz aşısı sıkıntısı baş gösterir. Bir taraftan çiftçi ithal alaca inekleri için aşı stoklarken, diğer taraftan Iraktan gelenler tetanoz aşısını toplayıp götürmeye başlayınca bizim yerli aşının fiyatı tavana vurur.
Aşı üretimi nasıl bitirilir? Türkiye de serbest pazar ekonomisine geçildiği dönemde kuduz aşısı uygulanan bir sarhoş insan ölür. Olay bizim hakim ve hekim (!) basının diline dolanır, bu aşının zaten eski metodlarla üretildiği, allerjik ve nörolojik reaksiyonları olduğu, dışarıdan ithal edilse daha iyi olacağı dedikoduları v.s yayılır. Bu reaksiyonlar eskiden beri vardır, bilinir, ama beğenilmeyen o aşı nice hayatlar kurtarmıştır. Metodun yenilenmesi yoluna gidilmez, üretim durdurulur, kuruşla mal edilen aşı binlerce liradan ithal edilir. Devlet’in işi basma, kundura üretmek mi efendim? Kundura hayati değil ama aşı hayati!. Diğer karma bakteri aşıları hatta BCG aşısı ve Tüberkülin üretimine de son verilir .Pazar büyük, 80 milyonluk! 1940’lar da Ortadoğu ülkelerine Tifüs aşısı satan Türkiye şimdi ele muhtaçtır. Tıbbi Teknoloji ve elektronik cihaz bakımından patladık ama koruyucu hekimlikten sınıfta kaldık! Neyse ki “acıpatlıcanı kırağı çalmaz”, Türklere de bir şey olmaz! (mı acaba?)
Veteriner hekimler Şap Enstitüsünde, küçük ve büyük baş hayvanlar için Şap aşısı imal etmeye devam etmekte imiş..
Geçen zaman içinde Erzurum, Samsun, Diyarbakır ve İzmir’de de şubeleri açılan ve bağlı İl Halk Sağlığı laboratuvarlarıyla koruyucu hekimlik hizmeti veren Dr. Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü, Fransızların Pasteuer’ü, Bio-Merieux’sü, hiç değilse İtalyanların Sclavo’su gibi olabilecekken köreltilmiştir. Ortadoğu pazarına girme şansını da kaybetmiştir. Son müdürlerinden Dr. Turan Aslan bey antijen/antiserum ambalajlarını bir güzel dünya standardına ulaştırıp Enstitü’den ayrılmıştır nedense! Şimdi de Enstitünün adının ve yerinin değişeceği söylentileri çıkmıştır. Enstitünün ve çevre kirliliğinin her yönüyle uğraşan vaktiyle Ankara Tıp Fakültesinin F.K.B öğrencilerini ağırlamış Hıfzıssıhha Okulu’nun binaları, laboratuvarlarıyla, cihazlarıyla, mobilyalarıyla 85 yıllık bir zaman diliminin tanığıdır. Bir Sağlık ve Koruyucu Hekimlik müzesi olmalıdır, ama hafıza balık hafızası, vefa duygusu da yok
Ne yazık ki kurumun adı da 2012 yılı Mayıs ayı itibarıyla değiştirilmiş Halk Sağlığı kurumuna çevrilmiştir!
01.10.2016 / Nazan SEZGİN / Mikrobiyoloji Uzmanı
https://www.altayli.net/bakteriyolojihane-i-sahane-ve-cumhuriyet-doneminde-ki-devami-dr-refik-saydam-merkez-hifzissihha-enstitusu.html