Boğaziçi’nin kimliği ve dramı
12 Şubat 2020 Çarşamba / Gürol Sözen
Çağlar boyu değişmeyen bir olgu: Hangi coğrafyada olursa olsun yarınlara kalabilen kentlerin her birinin kimliğinde doğa, tarihsel yapı, bilim ve sanat egemendir:
Ama suyun kıyısına kurulan kentlerin ayrıcalığı var: Su uygarlıktır. Hele, doğanın bizlere armağanı olan üç bir yanı denizle ve anıtsal yapılarla çevrili bir coğrafyada yaşıyor iseniz. İstanbul ve simgesi Boğaziçi gibi. O nedenle Bizans ve Osmanlı çağının ve çöken bir imparatorluktan yaratılan görkemli Cumhuriyet’in İstanbul’unun ve Boğaziçi’nin öyle ele avuca sığacak bir toprak parçası olmadığının farkında olmamız gerekirdi.
“Varsa da yoksa da ‘Kanal İstanbul ya da Türkçesi, İstanbul kanalı’ der iken, ‘savaştın mı savaşmadın mı, deprem, çığ ve uçak kazası’ ile ortalık yangın yerine dönüverince ölüm fermanını biçtiğimiz öksüz çocuk Boğaziçi’nin kimliği, geçici de olsa rafa kaldırılıverildi. Kirletilmiş, varlık içinde yoksulluğunu yaşamaya çalışan ve aslı var iken sahtesi ile avunulan, dedim dedili bir İstanbul’un simgesi Boğaziçi de öylesine durup duruyor. Ne yana bakacağımızı şaşırdık! Hiç böyle gariban kalmamıştık! Sahi nereliyiz biz? İki bin yüz yıl önce Romalı mimar Vitruvius’un ‘bir kent nasıl kurulmalı’ sorusuna verdiği yanıt ise tokat gibi. Kısacası doğanın her yerinden, her canlısından sorumlusun. Yetmez; bilim ve sanat dalında da yetkin olacaksın.” Ne tesadüf! Tıpkımızın aynısı!
‘Kimliğiniz lütfen!’
Kuşkusuz, kimlik, cebimizdeki bankamatik kartı değil. Bir kentin kimliğini önce anlatıcıları pekiştirir: Şairler, yazarlar yani tüm sanatçılar, tarihçiler, ustalığı kanıtlanmış mimarlar ve bilim insanları. Boğaziçi’nin simge çiçeğini sanırım biliyorsunuz! Lale değil; balta ile kesip attığımız, yaprağından önce çiçeğine duran, kutsal kitapların erguvan ağacı. A.Hamdi Tanpınar, “Her şehir üç yüz, dört yüz senede bir değişir” diyor ve ekliyor:
“Bir ağacın ölümü, büyük bir mimari eserin kaybı gibidir.” Sahi, binlerce yıldan beri var olan Boğaziçi’nin kimliğini oluşturan Argo gemicileri efsanesini kimler biliyor? Özür dilerim, gökdelenlerin şiirini yazan, müziğini besteleyen var mı? Derdimiz, “Ah nerede o eski İstanbul ve Boğaziçi” diye yakınmak değil. Eskiler alıp eskiler de satmıyoruz. Her eski yeni olmadığı gibi her yeni de lokmayı yutturdukları gibi yaşanılır değil. Metin Sözen’in evrensel tanımı ile “Bizler bu toprakların ev sahibi mi yoksa kiracısı mıyız? Aradığımız, gelecek için bir geçmiş ve kent kimliğini sorgulamak.” Ne yazık ki İstanbul’un kullanma kılavuzu yok! Kimliğiniz lütfen?
Ne hainlik!
Boğaziçi, yıllardan beri, evrensel birimine karşın geceli gündüzlü vahşetini yaşıyor. Çocukluğumun Amerikan filmlerinde ağzımız açık izlediğimiz Kızılderililer aklıma geliyor! Yamaçlara sıralanmışlar, çığlıklar atarak vadideki iyi adamların posta arabalarına saldırıyorlar. Ne hainlik? Boğaziçi sırtlarında, orman içinde saklanan bizim Kızılderililer farklı! Beton yığınlarının arkasında pusuda bekliyorlar, ellerinde kazma, kürek ve baltaları ile! “Lululululu” çığlığı ile tepelerden dörtnala Boğaziçi’ne fırlıyorlar, Tabii ki öngörünüm yasalarına uygun!
Suyun kıyısına kent kuranların en büyük özelliği; doğanın ve yaşamın farkında olmak. Sanıyorum, çimmesini biliyoruz da aklımız fikrimiz karada! Tankerleri tartışıyoruz da uzun bir süreden beri çapa simgeli Şehir Hatları’nın vapurlarını çöpe atıp kendimizi kişiliksiz motorların himmetine bıraktığımız neden sorgulanmıyor? Kentte, kendimi kasabaya gelmiş acemi sirk cambazı sanıyorum. Yolcular, merdivenli iskelede zorlanıp kol bacak kırılınca, bir mucit tarafından motorlara “manuel” köprücükler eklendi. “Ver elini teyze. Tut merdiveni. Ha şöyle çık in, çık in! Söylenip durma haa…
şimdi!” 1854’te Şirketi Hayriye Boğaziçi seferlerine altı vapurla başlamış… Sanki tarih! Zaman içinde kent öyküsüne kaynaklık eden ve tasarımı ile Boğaziçi’ne uygun vapurların bir çoğu seferden kaldırılınca, el çabukluğu ile iskeleler de hemen lokanta oluvermişti: Rumelihisarı, Kuruçeşme, Moda, Fenerbahçe iskeleleri. “Bir sengine yekpare Acem mülkü feda olan,” İstanbul , Acem mülkü değil, daha şimdiden Arapistabulli. Hele bir de kanal başlasın; yeme de yanında yat!
İstanbul’un Boğaziçi Şehir Hatları motor tarifesine baktığınızda, dünden büyük miras Boğaziçi’nin nasıl kullanılmadığını görürsünüz. Kıyı semtlerinde oturan milyonlarca insan otobüs ve minibüslerin pençesinde yırtınıp dururken tarife kitapçığının kapağında ise “Boğaz turu her mevsim güzel” yazısına gözünüz takılır… Ayrıca, siz, hiç içinde devesi olan gezi motoruna bindiniz mi? Araplar İstanbul’a deve ile mi geldi, demeyin. Yapay deve güvertede! Yetinmezseniz Osmanlı giysilerine bürünmüş, kavuklu kürekçilerin çektiği, köşklü saltanat kayığına buyurun! İstenirse 24 saat hizmetindeyiz: Arnavutköy, Bebek, Ortaköy, Beşiktaş, Emirgan ve iki yakayı da inleten darbuka, klarnet ve zil eşliğinde göbek atılan motorlarımız da hizmetinizde!
İş işten geçmeden…
Boğaziçi’nde, Şehir Hatları’na ait sultan adı da verilen Van Gölü canavarını gördünüz mü? Çok iyi tasarlanmış: Sonu mu başı mı belli değil, iki ucunda yunus size gülümsüyor! Ama çağdaş! Gece yarılarına kadar yırtınırcasına lokanta teraslarından icra edilen, Arabi göbek de, sokak aralarını arabalarla tıka basa dolduran magandalar da Boğaziçi’nin incisi! Tanık oldukça, uygarlık adına, utanıyorum: Boğaziçi’nin en eski ve özgün yalısı Anadoluhisarı’ndaki Amcazade Hüseyin Paşa yalısı da Boğaziçi uygarlığı adına bir utanç! 300 yıllık. Kaybedilmiş savaşın Karlofça Antlaşması bu yalıda imzalanmış! Şimdilerde anlı şanlı bir müteahhite ciro edilmiş bekliyor!
Şiirleri, resimleri yazılıp çizilen 14 yüzyılın Göksu Deresi de balçık içinde. Aldatmayalım kendimizi. Kimliğini sorgulamayan, yaşadığı coğrafyanın farkında bile olmadan, olmayanı ile övünen, kendini eleştirmeyen bir toplum geleceğin kentini kurabilir mi? Bunun adı…adını siz koyun! İstanbul’un çeyiz sandıklarında tıka basa Boğaziçi durup duruyor! Oysa “Boğaziçi Kimliği Müzesi” bile kurulamadı bugüne kadar. Onların her biri geleceğimizin onuru… Her baharda, “Boğaziçi’nde erguvan bayramları” olsun istemez misiniz? Yıllar önce, “Hayallerin işsizliğine akıl hastalığı diyorum ben” diyen Bakırköy’deki deliyi özlüyorum.
Uzun sözün kısası: “Bak başımıza neler geldi, geliyor. Boş ver Boğaziçi’ni! Aslından sakının! Bir süre sonra Boğaziçi’nden değil prematüre kardeşinden konuşacağız nasıl olsa!.. Sıra ile değil para ile yallah!”
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1720176/bogazicinin-kimligi-ve-drami.html