cumhuriyet.com.tr / 24 Temmuz 2019 / Prof.Hüseyin Pazarcı
Lozan çarpıtmalarına yanıtlar
Osmanlı’nın yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının Müttefik
ülkelere kabul ettirildiği Lozan Antlaşması büyük bir başarıdır.
AKP iktidara geldiğinden bu yana, gerek AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, gerek partinin sözcüleri, gerekse yandaş basının kalemşorları; Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını belirleyen, sınırlarını çizen, uluslararası alanda haklarını sağlayan, ülkeyi kapitülasyonlardan kurtaran Lozan Antlaşması üzerinde çeşitli asılsız ve anlamsız iddialar ve çarpıtmalarda bulundular.
Cumhuriyet gazetesi, Lozan Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinin 96. yıldönümünde, işte bu asılsız iddialara karşı, Türkiye’yi özellikle uluslararası hukuk alanında yıllarca temsil etmiş, Ege sorunları başta gelmek üzere birçok konuda ulusal yararları gözeten yol göstericiliklerde bulunmuş emekli Büyükelçi ve eski milletvekili Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı ile bir söyleşi yaptı.
İSMET İNÖNÜ, Lozan Konferansı sırasında
Çökmüş bir imparatorluğun yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının kabul edildiği Lozan Antlaşması’nın büyük bir başarı olduğunu dile getiren Pazarcı, “Kurtuluş mücadelesinin zorlukları göz önünde tutulduğunda bu sonucun bir zafer olarak nitelendirilmesi, emek veren tüm Türk halkı için bir hakkın teslimi olacaktır” dedi.
Pazarcı, söyleşi aracılığıyla asılsız ve anlamsız iddialara, çarpıtmalara karşı belgelere dayalı nesnel gerçekleri şöyle sergiledi:
– “Lozan, ardından Misak-ı Milli konusu, bizlere bazı gerçekler yanlış” mı öğretildi? (İddia sahibi: Recep Tayyip Erdoğan, 23 Ekim 2016)
Bu düşüncede olanlar, Misak-ı Milli ile öngörülen bazı hedeflerden Lozan Antlaşması ile feragat edildiği görüşünü benimsemektedirler. Misak-ı Milli hükümleri incelendiği zaman şu hedefler görülmektedir:
Madde 1 ile “Osmanlı Devleti’nin, özellikle Arap çoğunluğun oturduğu ve 30 Ekim 1918 tarihli silah bırakışmasının imzalandığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan kısımlarının geleceğinin, halkların serbestçe açıklayacakları oylara göre belirlenmesi gerekli olduğundan, söz konusu silah bırakışması çizgisi içinde ve dışında, dinen, örfen ve emelen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen, birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile bölgelerinin koşullarına tamamen saygılı Osmanlı-İslam çoğunluğunun oturduğu kısımların tamamı, hakikaten veya hükmen hiçbir nedenle birbirinden ayrılma kabul etmez bir bütündür.”
Ancak Misak-ı Milli’nin bu maddesinin Lozan Antlaşması’ndan çok önce gerçekleşme olanağı kalmamıştır. Zira, Haziran 1916’da Arap ayaklanması başlamış ve ayaklanma İngilizlerin de desteği ile sürerken, 24 Nisan 1920’de toplanan San Remo Konferansı’nda uluslararası güçlerce kabul edilen Milletler Cemiyeti vekâletle yönetim (manda) anlaşmaları imzalanmış; Suriye Fransa’nın, Irak ile Filistin de İngiltere’nin vekâletle yönetimine (mandasına) bırakılmıştır. 1921 Kahire Konferansı ile de İngiltere Faysal’ı Irak ve Abdullah’ı da Ürdün Kralı ilan etmiştir. Görüldüğü gibi Arap ülkeleri zaten Lozan Konferansı başlamadan önce işgal edilmiş ya da mandaterlik, vesayet yönetimine devredilmişti.
Misak-ı Milli’nin 2. maddesi, Kars, Ardahan ve Batum’un geleceğine ilişkin halkoylamasına gidilmesini kabul etmiş olup, Lozan Antlaşması ile Batum dışında Kars ve Ardahan Türkiye’de kalmıştır.
Misak-ı Milli’nin 3. maddesi; Batı Trakya’nın geleceğinin halk oylaması ile belirlenmesini kabul etmiş olup, Lozan Konferansı’nda Türk heyeti bu öneriyi yapmış ve bölgede bir özerk yönetim kurulmasını önermiştir. Ancak, Yunan heyeti, bölgede halkın çoğunluğunun Yunan olduğunu ileri sürmek suretiyle bunu reddetmiştir. Bulgaristan’ın da bu bölgeden Ege’ye bir çıkış istemesi sonucu konu karmaşık bir hal almıştır. Sonuçta, Türkiye sınırı, Edirne’yi de içine alacak biçimde “Meriç sınırı” olarak kabul edilmiştir.
Misak-ı Milli’nin 4. maddesinde, İstanbul kenti ile Marmara denizinin güvenliğinin sağlanması ve boğazlarda öteki devletlerle oybirliği ile geçiş serbestliğinden yararlanılması öngörülmüş olup, bu noktada da Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile amacın esasının sağlandığını söylemek olanaklıdır. Ancak 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile bu amaç tam olarak sağlanmıştır.
Misak-ı Milli’nin 5. maddesi, azınlık haklarının öteki devletlerde kalan Türklerin hakları da dahil güvenceye alınmasını öngörmekte olup, bu haklar da Lozan Antlaşması’nda sağlanmıştır.
Misak-ı Milli’nin 6. maddesi ise “siyasal, yargısal ve mali gelişmemizi önleyici sınırlamaların” kaldırılmasını istemektedir. Lozan Antlaşması ile kapitülasyonların kaldırılması sağlanmak suretiyle bu amaca da açık bir biçimde ulaşılmıştır.
METİN AYDOĞAN / 24 Temmuz 2019
Lozan’ın önemi
Vahdettin’in ülkeden kaçışından 3 gün sonra,
20 Kasım 1922’de, Lozan’da barış görüşmeleri başladı.
İngiltere ve müttefikleri Konferans’a, Türkiye’yi hâlâ, Dünya Savaşı’nın yenik ülkesi görerek gelmişti. Almanya ve Avusturya’ya Versailles’da yapılanın benzeri, Lozan’da Türkiye’ye yapılacak ve Küçük Asya’daki Batı çıkarları korunacaktı. Ortadoğu’ya verilecek yeni biçim, uluslararası bir anlaşmayla meşrulaştırılacak, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ticari ve hukuki ayrıcalıkların (kapitülasyonlar) korunması koşuluyla, Yeni Türkiye’nin sınırları belirlenecekti.
Sınırlar, askeri eyleme bağlı olarak büyük oranda belirginleştiği için fazla zaman almayacak, “ekonomik bilinçten yoksun Türklere”, geçmişten gelen kapitülasyonlar yenileriyle birlikte kolayca kabul ettirilecekti. Eski düzen yeni koşullarla sürdürülecek, önemli bir dirençle karşılaşılmayacak, konferans uzun sürmeyecekti.
Curzon’un yanılgısı
Lozan’da, esas görüşme ve tartışma İngiltere’yle Türkiye arasında oldu. Lord Curzon, Ankara’dan gelenleri, eski Osmanlı Türkü sanıyordu. Ancak, yanıldığını çabuk anladı. İlkelerini her şeyin üstünde tutan yurtsever bir tutum ve şaşırtıcı bir irade sağlamlığıyla karşılaştı.
“Doğulularda böyle şey olmaz, Türkler nasıl bu hale geldi” diyerek şaşkınlığını dile getiriyor, nedenini bir türlü anlayamadığı değişimi, çözmeye çalışıyordu. Lozan’da ortaya çıkan “yeni Türk tipi”, ulusal hakların savunulmasında yüksek bilinç ve direnç gösteriyor;
oraya neden geldiğini, neyi nasıl elde edeceğini biliyordu. Batı gazetelerinde şaşkınlık ifade eden yorumlar yapılıyor, The Times, “Acaba Türkiye, bir mucize ile uygar bir devlet mi oldu” diyordu. İngiliz Delegeler Kurulu’ndan William Tyrrell, Lozan’da karşılaştığı “yeni Türkler” için şöyle söylüyordu: “İki çeşit Türk biliyorduk; biri eski Türk, ki öldü. Biri de Jön Türk, ki artık o da yok oldu. Şimdi onlardan çok başka bir Türk tipi görüyoruz.”
Ölçülü ama atak
Mustafa Kemal, ulusal egemenlik haklarını Avrupalılara kabul ettirmek için büyük bir savaşıma girişmişti. Kapitülasyonlar tümüyle kaldırılacak, Türkiye artık kendi kararını kendi veren, her yönüyle bağımsız ve özgür bir ülke olacaktı. Bunlar, büyük devletlerin azgelişmiş ülke yöneticilerinde kesinlikle görmek istemedikleri nitelikler, sözünü bile duymak istemedikleri amaçlardı.
Yoğun bir çalışma ve her zaman olduğu gibi, ölçülü ama atak bir eylemlilik içine girdi. İçerdeki düzeysiz karşıtlıkla uğraşıp yeni devletin temelini atarken, 8 ay süren Lozan görüşmelerinin her aşmasıyla yakından ilgilendi, yurt içi çalışmalarını Lozan’daki gelişmelere göre düzenledi.
Lozan’da onaylanacak, geri çevrilecek, değiştirilecek ya da yapılacak önerilere karar veriyor, görüşme taktikleri belirliyor ve Türk Kurulu’na güç veren destek iletileri gönderiyordu. İsmet Paşa, kendisini Lord Curzon’la eşit görüyor ve Türkiye’nin, savaş galibi İngiltere’yle eşdeğerde olduğunu gösteren davranışlarda bulunuyordu. “Biz buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geliyoruz” diyordu.
İnönü’nün tarzı
Kendine özgü bir savaşım yöntemi vardı. Taktik olarak, ne denli önemsiz olursa olsun her noktayı tartışıyor, çoğu kez, savaşlardaki top atışları nedeniyle, kulaklarının iyi işitmediğini söyleyerek kimi sözleri “duymuyordu!” Önceden hazırladığı uzun konuşmalar yapıyor, durmadan arkadaşlarına danışıyordu. Sürekli olarak, Ankara’yı aramak için zaman istiyor, yanıtlarını hep ilerdeki toplantılara bırakıyordu.
Ankara’ya gerçekten çok sık danışıyordu. Önceden saptadıkları hemen tüm önemli konuları, Mustafa Kemal’e soruyor, onun bildirimleri yönünde davranıyordu. Lozan’daki “yeni Türk tipini” yaratan, kurulda görev alanlar değil, Türkiye’nin Ankara’daki yeni önderiydi.
Lord Curzon ve bağlaşıkları için rahatsız edici ana sorun, sömürge ve yarı sömürgelere yayılma olasılığı yüksek bir antiemperyalist dirençle karşılaşmış olmalarıydı. Bu direncin arkasındaki güç, Mustafa Kemal’di. Fransız Tarihçi Benoit Méchin’nin tanımıyla, “tarihte çok az insan Mustafa Kemal gibi emperyalizme karşı durabilir”di.
Mustafa Kemal, Lozan’da gerçekleştireceği işin uluslararası boyutunu, ezilen ülkelerde ortaya çıkaracağı direnci, bu direncin sömürgeci devletler için ne anlama geldiğini biliyordu. Bu güç işi başarmak için, sonuna dek gidecekti. Ezilen uluslara çağrılar yapıyor ve “Türkler artık kendilerini ezdirmeyecektir. Türklerin yapacaklarını örnek alın. Dünya, o zaman daha iyi olacaktır” diyordu.
Lord Curzon için, sömürge ve yarı sömürgelere yaygın bir bağımsızlık dönemi başlatacak Türk istemlerini kabul etmek çok güç ve İngiltere için tehlikeli bir işti. Barış yapılmalı ama koşulları Türklerin istediği gibi olmamalıydı.
Geri adım yok
Ancak, Ankara dayatıyor, geri adım atmıyordu. Ayrıca, Lozan’da sonuç alınamazsa, anlaşma dışı bırakılacak bir Türkiye, Sovyetler Birliği’ne daha çok yakınlaşabilir, bu da başka tür sakıncalı sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilirdi.
Türkiye’den, yeni bir savaşı göze alan açıklamalar geliyordu; oysa Avrupa’nın savaşacak gücü kalmamıştı. Karşılaşılan siyasi açmaz, dünya siyasetine yön vermeye alışkın büyük devlet yöneticilerini, şimdiye dek hiç yaşamadıkları bir çaresizlik içine sokmuştu. Çaresizlik, blöf politikasıyla aşılmaya çalışıldı. Ancak, Ankara korkutmaya dayalı gerçekdışı girişimleri kavrıyor ve önlem geliştirecek bilinçli bir tutum sergiliyordu.
BAŞKA BİR SÖZCÜK
Lord Curzon, çaresizliğini o denli açık ediyordu ki, üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun diplomatlığıyla ünlü bu Dışişleri Bakanı, “Türkiye için rahatsız edici oluyorsa, kapitülasyon yerine başka bir sözcük kullanabiliriz” gibi gülünç önerilerde bulunabiliyordu.
Görüşmeler, 4 Şubat 1923’te kesildi. ABD delegasyonu, Konferans’ın kesilmesinin ana nedenini, Washington’a, “Türklerin, özel yargı hakları ve ekonomik imtiyazlara ait hükümlerde, her türlü uzlaşmayı reddetmeleridir” diye bildirmişti.
Mustafa Kemal, Türkiye’nin kararlılığını göstermek için, Lozan’daki karar vericilere gönderme yapan uyarı niteliğinde ve bir birini tamamlayan bir dizi açıklama yaptı. Açık ve net konuşuyor, “egemenlik hiçbir anlamda, hiçbir biçimde, hiçbir renk ve belirtide ortaklık kabul etmez” diyor, eski alışkanlıkları sürdürmek isteyen anlayışlarla sonuna dek mücadele edileceğini söylüyordu.
22 Aralık 1922’de, İngiliz Morning Post gazetesi muhabiri Grace M.Ellison’la görüştü. Lozan’da, bağımsızlığa ve ulusal egemenliğe zarar veren tüm önerilerin reddedileceğini söyledi. “Bizim elde etmeğe kararlı olduğumuz tam bağımsızlık ülküsüne, meydan okuyacak herhangi bir kişi varsa; o kişi, bu ülkümüzden ilham almış bütün Türkleri ortadan kaldırma imkânlarını arayıp bulmalıdır” dedi.
KAPiTÜLASYONLAR
Üç gün sonra, 25 Aralık’ta Fransız Le Journal muhabiri Paul Erio’yla görüştü. Türkiye’nin ileri sürdüğü isteklerin, “ülkenin yaşaması ve bağımsızlığını sağlaması için gereken şartların en azı” olduğunu söyledi. Kapitülasyonların, tartışılmasını bile ulusal onura yönelmiş bir hakaret sayıyor, Batı’yı şu sözlerle uyarıyordu: “Türkler, kapitülasyonların sürmesinin, kendilerini kısa süre içinde ölüme götüreceğini çok iyi anlamıştır. Türkiye tutsak olarak mahvolmaktansa, son nefesine kadar mücadele etmeye kesin karar vermiştir.”
Tarihçi Nobert von Bischoff’un, “Türk silahlarının kazandığı zaferi uluslararası hukukun kütüğüne geçirmesidir” diye tanımladığı Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi tören salonunda imzalandı. TBMM, Antlaşma’yı 23 Ağustos’ta onayladı ve işgal güçleri, silahlarıyla birlikte Türkiye’den ayrılmaya başladı.
Ankara, görüş ve isteklerini büyük oranda Batı’ya kabul ettirmiş, ulusal egemenlik haklarına yönelik ana amacı etkilemeyen ve çoğu geçici kimi uzlaşmalarla barış sağlanmıştı. Son iki yüz yılda, Türklerin Avrupa’ya karşı kazandığı tek siyasi başarı olan bu antlaşma, gerçek bir diplomatik zaferdi. [2]