Bölüm 1 https://nacikaptan.com/?p=64901
Bölüm 1/2 https://nacikaptan.com/?p=65057
Bölüm 2/2 https://nacikaptan.com/?p=65220
Bölüm 3/2 https://nacikaptan.com/?p=65297
TARİHE CUMHURİYETE AYDINLANMAYA NOT DÜŞENLER * Bölüm 3/2 *
Prof. Dr. Fuat Aziz GÖKSEL KONFERANS: ATATÜRK 1992.
Bunu vicdanının derinliklerinde bir sır gibi saklayan adam gerçi Anafartalar kahramanıydı, ama müşir-i zişanların kol gezdiği, bir çökmüş imparatorluk ordusunda, sadece tek yıldızlı bir tuğgeneraldi. Ama o devrin kendi yaşıtları olan kurmaylar gibi savaş meydanlarında çabuk yükselmiş, ününü duyurmuş, askeri başarılarıyla daha o günden tarihe geçmiş, otuzdokuz yaşında bir genç adamdı. Sofistike bir kültür almış değildi, Fransızca’sı fena değildi ama, batı dillerinde pek fazla bir bilgisi yoktu. Tıpkı Spencer gibi, filozof Herbert Spencer gibi, kültürünü daha çok gazete makalelerinden ve edinmiş olduğu Fransızca’sıyla, Türkiye’ye gelen Le Temps gibi ünlü gazetelerin siyasi kritiklerinden alıyordu.
Ama onda öyle bir deha vardı ki, öyle bir tartışma ve eleştiri kafası vardı ki, her öğrendiği ve her yeni duyduğu şeyi arkadaşlarıyla tartışır, sapsağlam matematiksel bir mantıkla ve büyük bir ruhsal güçle ve büyük bir özgürlük ve samimiyetle herşeyi tartışır, sonunda kesin kararlara gitmek isterdi. Aldığı kurmay eğitimi onu büyük bir stratej yapmıştı, yani Çanakkale Savaşları’ndan çok daha önce, o manevi anlamda bir stratejdi.
Hepimizin aşağı, yukarı askerlikte öğrenmiş olduğumuz, taarruz, müdafaa, takip, ricat, merkez-i sıklet gibi, beş ilkeden başka Clausewitz’in oniki prensibini, Napolyon’un Yüzonbeş Maksim’ini de çok iyi biliyordu ve eleştiriyordu ve tartışıyordu. Önemli olan mücadeleyi kazanmaktı. Kim adına? İşte onun adını kendisi koydu: Türk Milleti adına….
Çökmüş olan Osmanlı İmparatorluğu’nu diriltmeye çalışmanın boş bir gayret olduğunu çok çok iyi biliyordu. Ve var gücüyle, İttihat ve Terakki’nin, o üç çatallı kazık karşısında, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak kazığı karşısında, onu kah oraya, kah buraya yalpalayarak, dört yıl boyunca hiçbirini uygulayamadıkları bu benlik programı, bu ulusal kimlik programı karşısında, o çoktan kararını vermişti ve İstanbul’da Türk Ocakları’yla temasa geçti, İstanbul’da Türk ülkelerinden gelmiş, göçmen Türkçüler’le temasa geçti ve kafasına koyduğu şey şuydu:
TÜRK MİLLET VARDIR ve ULUSAL BİR BENLİKTİR
Anadolu’da da bin yıldan beri vardır. Osmanlı milliyetçiliği veya Osmanlı hüviyeti, bu milletin ekspansiyonist savaşlar döneminde benimsediği bir ilkedir ve ancak güçlü olduğu zaman ayakta kalabilmiştir. Müslümanlık, keza bu milletin bir kimlik kartıdır ve elbette ki ulusal benliğin bir parçası olmuştur. O zaman kadar “Sen nesin?” diyenlere, “Ben Türk’üm” değil, herkesin “Elhamdülillah ben Müslüman’ım” demesi, aynı zamanda bir milliyet şuurundan başka bir şey değil idi.
O halde çağdaş bir milliyet anlayışı etrafında millet toparlanabilir miydi? İşte 15 Mayıs, 14- 15 Mayıs gecesi maşatlıkta toplanan İzmirli gençler “Ey Türk Uyan!” diye bir alıntıyla başdıkları beyannamelerde, milli şuuru bir kurtuluş programı olarak halka öneriyorlar ve saldırgan düşmana karşı halk direnişine onları çağırıyorlardı. Bunlar sağda solda vardı.
Zaten Yunanlılar’ın İzmir’e çıkması, artık atayurdunu Türk ideali, Türk benliği, Türk kimliği etrafında, Türk’ün vatanı olarak kurtarma hevesini belki de insiyaki olarak herkese vermişti. O zamana kadar, hangi etnik gruptan olursa olsun, insanlar kendilerini Türk saymaya başladılar ve “milli” sözcüğü Anadolu Türk Halkı’nın ve elbette Kürt Halkı’nın ortak mefkuresi, ortak varlık kavgası, ortak ideali haline çok kısa bir zamanda getirilebildi.
Kuvvayı Milliye denilen bir kavram ortaya çıktı. Kuvvayı Milliye denilen şey, o zaman kadar Manisa dağlarında yol kesen eşkiyanın, silahlarıyla birlikte, bu sefer yeni düşmana karşı savaşmaları değildir. Kuvvayı Milliye denilen, yani Milli Kuvvetler denilen şey, gece sabaha karşı açılan İzmir Hapisanesi’nden, eşkıyaların askeri depodan aldıkları silahlarla Manisa dağlarına tırmanması değildir. Kuvvayı Milliye denilen şey Topal Osman Ağa’nın, Çerkez Ethem Bey’in vs. vs. vs.nin, Demirci Efe’nin, şunun bunun, işte o zamanki ordunun, genç subaylarıyla birlikte dağlarda gerilla savaşına hazırlandıkları şey değildir.
Kuvvayı Milliye, manevi kuvvadır, yani milli bilinçtir. Milli varlık bilincidir, var olma kaygısıdır. Ve 30 Ağustos günü Çaltepe, bugünkü adıyla Zafer Tepe’de rahmetli Fevzi Çakmak’ın söylediği gibi: “Bir milletin, bir heyet-i içtimaiyenin, en büyük silahı ve en büyük gücü, en büyük kuvvesi olan, Kuvvayı Milliye doğrudan doğruya, onun manevi gücü ve milli benliğine olan itikadıdır. Milli varlığını yaşama kaygısıdır. Kendi potansiyelini, onu yaşatmak için ortaya koyabilme gücüdür. Bu güç hangi millette fazlaysa, o yaşamaya layıktır. Hangi millette yoksa, o mutlaka ve mutlaka önce uşak olacak, sonra eriyip yok olacaktır”.
Atatürk bunu çok iyi kavramıştı, çok iyi biliyordu ve Kuvvayı Milliye’yi, yani milletin manevi güçlerini bir harekete getirdi ve milleti Türklük bilinci etrafında toplayabildi. Artık en yüce değer haline gelmiş milliyet bilinci. İstiklal Savaşı’nın safhalarını burada özetlememe hiç gerek yok, nasıl başladı, nasıl toparlandı, nasıl bitti. Ve o zamana kadar batılı galiplerin beklentisi olan 1915 yılında hazırlanmış Sykes Picot Antlaşması’nın burnumuza uzatıldığı gün, 10 Ağustos 1920’de… satılmış hükumetin başkanının imzaladığı Sevr Antlaşması’nı parça parça eden, yırtıp galiplerin suratına fırlatan, kapütilasyonlara bir tekme atan, … (?) Kavgası sırasında “Ey, ben bunları cebime koyuyorum İsmet Paşa, gün olup gelecek, siz benden para isteyeceksiniz, bunları teker teker cebimden çıkarıp burnumuza uzatacağım! Gene gene eski haline geleceksiniz” diyen Lord Curzon, ölmüş gitmiş ama, bu emeli hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Çünkü o yıllar ve onun devamı olan yıllar, milli varlığı muhafazada kimseye eyvallah etmeme ve fedakarlığa katlanma, ama milli şeref ve haysiyeti, milli varlık kaygısını, herşeyin, herşeyin, herşeyin üstünde ve en yüce değer olarak tutma kaygısı bütün politik çevrelerde hakimdi. Memleketin kaderine hakim olanlarda hakimdi ve bu yüzden Atatürk ilkeleri ve Atatürk’ün devrimleri büyük başarıya ulaştı. Devrimlerin öyküsünü de ele alıp kıymetli vaktinizi israf etmek istemiyorum. Karşımdakilerin hepsi devrim tarihini ayrıntılarıyla okudular. Yalnız Atatürk’ün bu kavgada çok net olan ve 21-22 Haziran gecesi bir genelge ile bütün valilere, kumandanlara tamim edilmiş olan iki ana ilkesi günümüzde de toplumumuzun varlık şartı olan iki ana ilkesidir. Bu ilkelerden bir tanesi, saptamalardan bir tanesi şudur:
Memleketin tamamiyeti ve milletin istiklali tehlikededir: 1992. Milleti, ancak milletin azmi ve kararı kurtaracaktır: 1992. O halde Atatürk bir taraftır. Günümüzde de taraftır. Atatürk bir tezdir, günümüzde de bir tezdir. Atatürk’ün bütün politikaları, bütün devrimleri, bütün irşatları, bütün sözleri, bütün eylemleri, milli bilinci ayakta tutmak ve Türk halkını “monolitik” bir kitle haline getirmektir. Türk Halkı’nın tanımını yapmıştır: “Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan ve kendini Türk sayan, kendine Türk diyen herkes!”.
Günümüzde maalesef, mütareke döneminde olduğu gibi, kendisine garip, etnik, yabancı kimlikler arayan, marjinal insanların sayısı gitgide artmaya başlamıştır. Marjinalite sosyal patolojinin vahim bir belirtisidir. İstatistik olarak marjinalite arttığı zaman bir toplumda, o toplumun ateşi yükselmiş demektir. Eksantrisite, orijinallik, çok aykırı ve moral değerlere çok ters gelen fikirlerin avukatlığı…
Elbette ki özgürlük; ama bunların sayısı belirli bir istatistik değerin üstüne çıktığı zaman toplum, ateşi yükselmiş olan toplum, hayati tehlike içine girmiş demektir. O toplumun birliği, varlığı, sürekliliği tehlike içine girmiş demektir. Toplumda o zamana kadar kabul edilen en yüksek değerler hafife alındığı zaman ve o değerlerin en yücesi olan milli şuur ve milli birlik fikri, “ben muhtariyet hazır, herşeyi konuşmaya hazırım” gibi politik zarflar içinde sorgulandığı zaman, o toplumun hakikaten istikbali tehlikede demektir.
İkide bir ekranlardan ve hoparlörlerden duyduğumuz “mozayik” sözü son derece şiddetli bir tehdidin ve dışarıdan yutturulmuş bir sarsıntının, bir parçalanmanın habercisinden başka bir şey değildir. Atatürk’ün tasavvur ettiği şey “toplum mozayiği” değildi. O toplum mozayiği Osmanlı’dır. Ve nitekim Osmanlıcılar da çoğalmaya başlamıştır.
Hangi toplum mozayiği? Bu aradan geçen yetmiş yıl içinde etnik orijini ne olusa olsun, insanlara “Sen nesin?” dediğimiz zaman, iftiharla “Türk’üm” diyorlardı, ama onların torunları, bugün kendilerine Türk’den gayrı bir kimlik arayışı içine girmişlerdir ve bunların sayısı gitgide artmaktadır. “Sen nesin?” diyenlere, “Ben Müslüman’ım elhamdülillah” sözcüğünün arkasından, “Ben Alevi’yim, ben Sünni’yim, ben Hizbullah’a mensubum elhamdülillah” diyenler veya “Ben Çerkez’im, ben Arnavut’um, ben Kürd’üm, ben Abaza’yım” diyenler bugüne kadar böyle bir etnosantrizm ihtiyacını hissetmiyorlardı.
Demek ki, bu marjinallerin, bu psikopatların, bu kimlik bunalımına düşmüş hasta insanların sayısının artması, bunların ekranlara tırmanması, bunların gazete sütunlarından halkı iğfal etmesi iyiye alamet değildir. 19 Mayıs 1919 gününde olduğu kadar büyük bir kargaşa içine düşmek istemiyorsak, bunları çok iyi değerlendirmemiz gerekir ve milletin şuurunu, herzaman olduğundan daha fazla ayakta tutmamız gerekir.
Değerli öğretim üyesi meslekdaşlarım. Biz bugüne kadar ne yaptık? Milli birliğimizi, milli benliğimizi, milli kimliğimizi yeteri kadar öğrencilerimize aşılayabildik mi? Bunun için ne yaptık? Bugüne kadar “Ben Çerkez’im, ben Boşnak’ım, ben Kürd’üm, ben Abaza’yım, ben Laz’ım” demeyen insanların, birden bire yeni bir etnosantrizm peşinde memleketi parçalanmak üzere olan bir mozayik haline çevirmeleri karşısında biz bugüne kadar ne yaptık?
Ne öğrettik öğrencilerimize? Anadilini doğru dürüst öğretebildik mi? Anadilimizi kendimiz güzel konuşabiliyor muyuz? Kendimiz güzel kullanabiliyor muyuz? Sentaksımıza yeteri kadar dikkat ediyor muyuz? Öğrenci yetiştirecek öğretmenlere öğretirken biz ne yaptık?
Demek yetmiş yıldan beri bütün Atatürk’ün “dilimizi Türkleştirme, kültürümüzü Türkleştirme” gayretri sırasında biz bu gayretin neresindeydik? Ve mütemadiyen sövmedik mi anadilimize? “Ben uydurca istemiyorum, ben şunu istemiyorum, ben bunu istemiyorum” diye… Bugün dahi tek kelime Osmanlıca bilmediği halde, onu yeniden öğrenmeye kalkıp, o Osmanlıca’nın imalelerini, zihaflarını yanlış telaffuz edip, kafasını, gözünü yararak, güzelim Türkçe konuşmak dururken, Osmanlıca konuşmağa kalkan yarı aydınlarımızın sayısı çoğalmadı mı? Kim yetiştirdi onları, biz yetiştirmedik mi?
Değerli meslekdaşlarım, önümüzde çok ciddi sorunlar vardır ve gerçekten bu sorunlar günün birinde kan pahasına korunmak zorunda kalabilir. Biz her zamankinden daha çok Atatürk’ün programını, yani milli birlik programını savunmak, onun Türk kültürüne ve Türk tarihine verdiği ağırlıkla tarihimizi ve dilimizi öğrenmek onu yüceltmek, Türk toplumunu gerçekten medeni, gerçekten pozitif bilime bağlanmış, gerçekten aydınlık kafalı ve özgür insanlar haline getirmek için gayretlerimizi katlamak, ikiye katlamak, dörde, sekize, on altıya katlamak, yani öğrenci yetiştirmek suretiyle ve onları izlemek suretiyle, bunu mutlaka götürmek zorundayız.
Yapmazsak ne olur? Yapmazsak 1919’da ne olmuşsa o olur. Atatürk o gün bir taraftı, bugün de taraftır. Atatürk o gün bir tezdi. Bugün de tezdir. İşte bu tez etrafında sesini yükseltecek insanların artık sesini yükseltmesi gerekir.
Artık programı bütün açıklıyla, yani “bila kayd-ü şart hakimiyet-i milliye” istiklali tam ve bunun savunulması, kan pahasına, can pahasına savunulmasının en yüce ahlaki değer, en yüce hedef haline getirilmesi, zilletten, mezelletten, utanmazlıktan, ahlaksızlıktan, toplumun siyanet edilmesi için, en üst düzeyde öğretimle yükümlü olan üniversite öğretim üyelerinin bu bilince herkesten çok sahip olmaları ve onu telkin etmeleri gerekir.
Atatürk o zaman tezdi, bugün de tezdir. Aksi: Var olacak mıyız? Tekrar soruyorum? Şimdi düşünmek zamanıdır. VAR OLACAK MIYIZ? OLMAYACAK MIYIZ? Bu sorunun cevabı herkesten önce sizin, saygı değer öğretim üyelerinin, maarif ordusunun vereceği yanıta bağlıdır. Saygılar sunarım…
***
Sunucu Öğretim Üyesi.
Sayın Rektör, değerli öğretim üyelerimiz, çok değerli hocam Sayın Prof. Dr. Fuat Aziz Göksel’e, bize onur veren konuşması için, kıymetli konuşması için teşekkür ediyoruz.
Derleyen Naci Kaptan / 22.01.2019
1992 senesinde bu konferansı veren değerli aydın Prof. Dr. Fuat Aziz Göksel bu günlerin Türkiye’sini 27 sene önce görmüş ve yaklaşan tehlikelere dikkat çekmiştir. Değerli Göksel’i saygı ile anarım .