KAHVE MOLASI * Mitolojik Felsefe * Bonservisi elinde olan tanrılar – Bölüm I / II / III

SELİM MARTIN
25/11/2018

Bonservisi elinde olan tanrılar (I)

Hatırlarsanız daha önce, yüce Zeus’un Olympos’ta egemenliği ele geçirip iktidar olmasını, öncekilerin yaptığı hatayı tekrarlamayıp, eş, dost ve akrabalarına yönetimde görevler dağıtıp, iktidarını nasıl da sağlama aldığını uzun uzun anlatmıştım. Ah benim canım okuyucum, bu işler böyle olmaz, o zaman da olmamıştı, şimdi de olmaz.

Sen oturur yazarsın görevleri sevdiklerine, fakat dünyanın dengesi senin seçtiklerinle değil, kendi seçtikleri ile sağlanır. Bir bakarsın dünyan alt üst olmuş hemen dengeyi yerine oturtacak birilerini ararsın. Zeus’ta da böyle olmuştu. Etrafında yaşamı düzenleyecek kimseyi bulamayınca Hermes’i menajerlere yollamıştı, bana bonservisi elinde, Şampiyonlar Ligi tecrübesi olan iki tanrı bulsunlar diye.

Bir zaman sonra Hermes, yanında, parıl parıl parlayıp etrafa ışık saçan, yakışıklı mı yakışıklı, genç ve atletik bir tanrı ile çıkageldi. Yürüyüşü, duruşu keskin; sanki bir tornadan çıkmışçasına düzgün bir tanrı. Tanıştırayım dedi, Apollon olur kendileri. Bonservisi elinde, masrafsız anlayacağın. Ancak dul bir annesi ve bir de ikiz kız kardeşi var, onları da alırsanız gelirim dedi. Ben de, herkese senin uzak diyarlardaki diğer eşin ve ondan olan çocukların deriz, Hera biraz hırgür çıkartır ama zamanla hepsi inanır diye düşündüm.

Zeus sevindi bu işe, çapkınlığı meşhur nasılsa, herkese ayrı ayrı yalan söylemektense… Annesi, kardeşi derken Olympos biraz kalabalıklaştı ama güzel hikâye oldu bu güzel, diye ellerini ovuşturdu. Hem oğlanı da gözüm tuttu, işini düzgün yapacak birisine benziyor.

Anlat bakalım diye buyurdu, tanıt kendini. Kimsin? Nesin? Nereden gelirsin? Seni aramıza alacağız almasına ama sen bize neler verebilirsin? Ee sevgili okuyucu, görüyorsunuz ya iş görüşmeleri hep aynı.

Biz bu soruları, Apollon’un adına, kendimiz yanıtlayalım olmaz mı?

Yabancı değil canım bu Apollon, Hititlerde Lukka denilen, Yunanın Lykia, bizim Teke Yarımadası diye ünlediğimiz yerin tanrısı. Özbeöz Anadolu çocuğu anlayacağınız. Zeus bir fikir bile değilken henüz insanların zihninde, Apollon nicedir ışık saçıyordu Teke Yarımadası ahalisine. Annesi Leto ki, eski eser ve metinlerde Lada yahut Lat ismiyle bildiğimiz bir Ana Tanrıça. İkizi de bizim meşhur Artemis; öyle kısa etekli, ormanda boş boş gezen versiyonu değil, iki Anadolu Parsını iki eliyle boynundan yakalamış, “Potnia Theron” yani hayvanların efendisi Artemis. Her bir bitkiyi üzerine giyinmiş, gövdesi “Polymastos” çok memeli, bereketli Artemis. Çoğu okuyucu iyi bilir, doğru zamanda doğru yere yapılan transferin faydalarını. E bir de bonservis bedeli ödenmemişse, tadından yenmez. Soralım bakalım Nietzsche’ye ve Azra Erhat hocamıza; ne katmış Apollon bu dünyanın düzenine?

“İlkçağın ‘Yunan Yaratıcılığı’ denilince, birbirinden farklı iki öğeyi ayırmak gerekir. Bu yaratıcılık iki tanrının simgelediği, iki karşıt varlığın birleşmesinden doğmuştur. Bunlardan ilki olan Apollon; aydın, durgun, ölçülü gücü simgeler. Işıktır, doğayı görme, varlığı akılla algılama ve akıl yetisine dayanan yöntemlerle biçimlendirme gücü ve yeteneğidir. Apollon plastik sanattır, ama aynı zamanda öngörmedir, anlama ve kavramadır, ışığın doğayı bir projektör gibi aydınlatıp karanlıkta kalan sırlarını çözümlemesidir. Ama bu güç, insanı bir seyirci ve bir taklitçi olmaktan da ileri götüremez. Yaratıcılık insanın doğaya bir başka türlü coşkuyla karışmasını şart koşar ve bu yaratıcılığı Apollon’dan başka bir tanrı simgeler.”

Bugün “Batı Medeniyeti” dediğimiz kavram iki ayak üzerinde durur. Bir tanesi, düzgün, düzenli, alabildiğine kurallı, planlanmış ve plana sadık kalmak dışında bir yönelimi olmayan yaşamdır. Bunların yanında sonuçlarının biriktirilmiş olması nedeniyle dünya literatüründe “Culture” olarak adlandırılır, batının profesyonel hayatına karşılık gelir ve Apollon tarafından temsil edilir.

Tam bir diğer ayağı, “Nature” kavramını anlatacaktım ki Zeus birden gürleyiverdi; Hermes! Ben sana iki tanrı dedim sen bir tane getirmişsin, bir işi de tam yapın yahu. Nerede diğer transferimiz?

Yüce Zeus dedi Hermes, diğeri bunun gibi oturaklı, saygılı değil. Etrafı da hep bir curcuna bir cümbüş. Bir kenara çekip konuştum, teklifimizi kabul etti, prensipte anlaştık anlayacağınız. Ama öyle bir çağırmanızla şak diye gelmem, hele senin gözetiminde bir yerden bir yere asla gitmem dedi. Madem beni istiyorsunuz, tamam kabul. Ama siz şimdi gidin, ben kendi bildiğim şekilde, taraftarlarımla birlikte, en coşkulu halimle geleceğim dedi. E ne zaman gelirsin, karşılayalım falan deyince, merak etme, benim gelişimi çok uzaklardan fark edersiniz diye ekledi. Zeus’un öfkesi artıyor, şimşekleri gökyüzünde kol geziyordu. Hermes görmezden gelip devam etti. E ben buna olmaz öyle yürü hemen geliyorsun deyip kolundan tutunca yumuşadı hemen. Tamam canım kızma gideriz ama dur önce şu bardaktakini bitireyim, istersen siz de için biraz, susamışsınızdır diye elimize kırmızı bir sıvı tutuşturuverdi. Sonrası yok bende, uyandığımızda sabah olmuştu, etrafta bir kişi bile yoktu. Ben de geç kalmamak için Apollon’la hemen buraya geldim. Ama merak etmeyin efendim, söz verdi gelir mutlaka.

Tam Zeus yıldırımı yolluyordu ki Hermes’in üzerine, uzaklardan davul ve def seslerine karışmış çeşitli insan ve vahşi hayvanların sesleri, çığlıkları duyuldu. Kalabalık yaklaştıkça bir ses diğerlerinden daha belirgin hale geliyor, netleşiyordu. Ahooooy! Kim acaba bu gelen? E cevabı sonraki yazımızda verelim ki söylencemiz sürsün. Viya Böyle!

SELİM MARTIN
23/12/2018

Bonservisi elinde olan tanrılar (II)

Uzaklardan gelen sesler gittikçe yakınlaşıyordu. Davullar, defler gümbürdüyor, ziller şakırdıyordu. Diaulos kâh ince kâh kalın ötüyor, düzenli melodi ve şarkılara vahşi hayvanların ve vahşi mi değil mi belli olmayan kadın ve erkeklerin çığlıkları karışıyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu; düzensizlik içinde bir düzen, onun içinde bir başka karmaşa, görseniz nasıl da bir cümbüş.

Bu kadar değişik ses ve gürültünün olduğu yere diğer tanrı ve tanrıçalar merak içinde geliverdi hemen. Zeus ve Hermes sıkıntı içinde birbirine baktı, eğer bu bekledikleri yeni tanrı ise, herkesin gözünün önünde bir karşılaşma hiç de iyi olmayacaktı. Foyaları meydana mı çıkacaktı ne?

Tanrılar; vahşi hayvan postlarına bürünmüş, raks ettikçe vücudu ortaya çıkan, arzulu bakan, kendinden geçmiş, esrimiş kadınlardan alamadı gözlerini. Tanrıçalar ise biraz merak ve biraz arzu ile bakıyorlardı çıplak vücutlu, ereksiyon halinde dans edip, ellerinde hayvan tulumları ve boyalı kaplar taşıyan, tepeden tırnağa vahşi gözüken erkeklere. Kimdi bu insanlar?

Bu cümbüşe sadece Olymposlular koşup gelmediler tabi, etraftaki şehir ve kasabalardan akın akın insanlar geliyor, herkes kendi şaşkınlığını yeni gelene katlayarak aktarıyordu. Tam kaos zirveye çıkmıştı ki, gürültü birden kesiliverdi. Alay iki yana açılarak ortalarında bir boşluk yarattılar önce. Sonra tok bir “Bendir” sesi, bilindik, sade bir ritim vurmaya başladı ve arkasından üç tane “Sistrum” çınlamaları ile eşlik etti bu ritme. Kalabalığın arasından ortaya gelen hayvanları fark edince tüm izleyiciler istemsiz birer çığlık atıp hemen yutkundular. Bir “Asya Kaplanı”, bir “Afrika Aslanı”, bir “Çita” ile bir “Anadolu Parsı” dört taraftan sessizce giriverdiler ortadaki boşluğa. Sonra başında asma yapraklarından bir tacı ve elinde ucunda çam kozalağı takılı bir asası olan, saçları kokulu, perçemleri sarı, yanakları mor mor, panter postuna sarılmış bir erkek çıktı meydana. Ve konuşmasına başlamadan evvel, çok uzaklardan bile duyulan o haykırışı ünleyiverdi; Ahooooy!

“İşte ben Zeus’un oğlu Dionysos, Kadmos’un kızı Semele’nin yıldırım dolu şimşekler içinde doğurduğu tanrı, Thebai toprağına ayak basıyorum. Tanrılığımdan soyunup insan suretine girdim… Ben Lidya’nın altın ovalarından geliyorum, İran’ın güneşten kavrulan kırlarını, Baktiria’nın uzun surlarını, Media’nın buzlarla örtülü topraklarını, saadet diyarı Arabistan’ı, tuzlu denizin kıyılarına uzanan bütün Asia ülkesini, Barbarlar ile Helenlerin karışık yaşadığı, güzel hisarlarla süslü şehirleri dolaştım. Oralarda korolarımı topladım; dinimi, ayinlerimi öğrettim, şimdi kendimi Helenlere tanıtmak istiyorum. Helen toprağında Bakkhaların keskin çığlıkları ile çınlattığım, kadınlarının çıplak vücutlarını ceylan postlarıyla sarıp ellerine Thrysos’u, sarmaşıklı asayı verdiğim ilk şehir burası oldu…”

Hera bu gelenin de Zeus’un çocuğu olduğunu duyunca öfkeyle baktı kocasının yüzüne. Hermes ile Zeus ise birbirlerine kaş göz yapıp gülüyorlardı. Yaman çıktı bu oğlan da diye düşündü Zeus, nasıl da kendi uyduruvermiş hikâyesini. İyi oldu herkese benim çocuğum olduğunu söylemesi, Hera köpürecek bu duruma belli ama ben bulurum onu sakinleştirmenin yolunu. Dionysos etrafındaki insan ve hayvanlar ile biraz ürkütücü ama bak nasıl da çekti hepimizin ilgisini. Döndü ve kalabalığa seslendi, haydi herkes hoş geldin desin oğluma sonra da baş başa bırakın bizi. Uzun yoldan geldi, çokça da haber getirdi, konuşacaklarımız var.

Meraklı kalabalık dağıldıktan sonra başladı gerçek tanışma faslı. Zeus girdi önce söze, hoş geldin garip yabancı dedi, ne de ilginç arkadaşların var. Yalnız hakkını baştan vereyim, hem etkili bir giriş yaptın hem de aramıza katılman ile ilgili uydurduğun hikâyene bayıldım. Anlat bakalım şimdi, gerçekte kimsin, necisin?

Adım çoktur benim; Dionysos derler en çok, sonra da Bakkhos, kimi İobakkhos olarak seslenir kimi Bromios, kimi çığlık atar gibi ünler adımı Ehuios veya İakkhos der, seç sende istediğin birini, dilediğince seslen bana. Asia topraklarından geliyorum dedim ya öz vatanım Lidya’dır. Ancak bütün Asia’da severler beni. Asma kütüğü, şarap ve alayımla gezerim. Alayım ile az önce tanıştınız, şarabı da şu sağ yanındaki bana iş teklif ederken tatmıştı, beğenmiştir umarım. Ulu analarımız Rhea veya Kybele gibi doğa ile varım ben, bende yansır doğa dediğin, ormanlarda, kırlarda yabani hayvan ve yaratıklarla bir arada yaşar, onlarla birlikte coşarım. Mevsimlerin değişimi bende simgelenir ama benim asıl kuvvetim insanla doğa arasında kurduğum ilişki, insanı doğanın sırlarına erdiren büyülü gücümdür. Deminki uydurma hikâyeye gelince; işte o da başka bir alametifarikam, “gibi yapmak” derler adına, oyunculuk yani. Senin oğlunmuş gibi yaptım, ne de güzel oldu değil mi? Şu şarap yaptırıyor bana ve etrafımdakilere bunları, dur hele burada koromu ve alayımı toplayayım bir, bak her şey nasıl da çok daha güzel olacak.

Zeus ve Hermes hem ürkmüş hem de şaşkın şaşkın dinlerken berikini, yanlarına biraz önce katılan Apollon kalkıp sarıldı Dionysos’a, hoş geldin kardeşim dedi, burada da bulduk birbirimizi. Artık tamamlayacağız burada var olan eksiklerin her birisini. Bizimle şekillenecek yaşam dediğimiz o tarifsiz dünya.

Huu sevgili okuyucu, dalıp gittin geçmişin yeşil ve büyülü topraklarına. Topla bakalım kendini, geri dön içinde bulunduğumuz dünyaya. Bak göreceksin bu ikisi geçmişten gelip nasıl da değiştirecek bu günümüzü? Hikâyemizin devamı elbette haftaya ki çığlığımız susmasın. Viya Böyle!

SELİM MARTIN
30/12/2018

Bonservisi elinde olan tanrılar (III)

Anthesteria Bayramı Mart başında üç gün boyunca kutlanırdı. Bayram ilk olarak ölmüş Dionysos’un ve diğer ruhların yeryüzüne geri çağrılması ile başlar ardından taze şarapların ilk açılışı yapılır ve Dionysos dünyada kalsın ama diğer ruhlar yeraltına geri dönsün diye, yalnızca ölülerin beğenebileceği çirkinlikte lapalar yapılarak Hermes’e sunulurdu.

Geçtiğimiz iki yazıda, kökleri Anadolu’da olan, Pantheon’a sonradan katılan iki tanrı ile tanıştırmıştım sizi. Bir inanç sisteminin diğer inançlardaki karakterleri kendi bünyesine alması hemen her dönemde görülür ve görülmeye devam edecektir. Ama hem yaşadığımız coğrafyayı hem de batı medeniyeti adını verdiğimiz kültürel dünyayı bu kadar etkileyen çok az transfer bulunmaktadır. Örneklemek gerekirse; Apollon ve Dionysos’un Yunan Mitolojisine katılması ve Ana Tanrıça-Artemis-Meryem Ana dönüşümü bugünün kültürel yaşamının ve inançların şekillenmesinin belki de en önemli geçişleri olabilir. Meryem Anamızı şimdilik daha sonraki bir yazıya bırakalım ve Zeus’un huzurunda bizi bekleyen iki hemşerimize tekrardan bir dönüş yapalım. Sevgili okuyucular kusura bakmazsa bu yazımızda söylencemize az biraz ara verelim ve bu keyifli öykülerin değiştirdiği yaşamı resmi bir dile dökelim.

Bugün batı medeniyeti iki ayak üzerinde yükselir ve bu ayaklar önceki yazılarımızdan anlayacağınız üzere Apollon ve Dionysos tarafından temsil edilir. 

Apollon, önceden belirttiğim gibi, aydın, durgun, ölçülü gücü simgeler. Işıktır, doğayı görme, varlığı akılla algılama ve biçimlendirme gücü ve yeteneğidir. Apollon plastik sanattır, ama aynı zamanda öngörmedir, anlama ve kavramadır, ışığın doğayı aydınlatıp karanlıkta kalan sırlarını çözümlemesidir. Düzgün, alabildiğine kurallı, planlanmış yaşamı anlatır. Üst üste birikmiş, yanlışlarının büyük kısmını zaman içinde törpülemiş, doğrularını vazgeçilmez hale getirmiş, toplum yasası da diyebileceğimiz, batının profesyonel hayatına karşılık gelir ve dünya literatüründe “Culture” olarak adlandırılır. 

Ortalama bir batılı, ortak yaşamı oluşturan kurallara kendiliğinden uyar; trafikte dikkatlidir, işin gerektirdiği kıyafetleri giyer, olması gereken takvime ve saate uyar, görevlerini eksiksiz yapar, bunları ve benzerlerini esnetmeyi düşünmez, kendine kolaylık sağlamak adına kurallardan ödün vermez, toplum düzenini zorunlu olmadıkça bozmaz. Bu zorlama ile değil yüzyıllar içinde yavaş yavaş oluşmuş, artık doğal hale gelmiş bir yaşam biçimidir. 

Aynı kişi, iş özel hayatına gelince bambaşka bir şekle bürünür. Alabildiğine özgür, etrafındakilerle ne tür bir bağı olursa olsun önce kendisi için yaşayan, kendisini düşünen, alabildiğine bencil ancak bir o kadar yaratıcı yönünü ortaya çıkarmış, sanki vahşi doğasının farkında, hayattan zevk almayı bilen ve bunlar sayesinde doğayı ve yaşamı taklit etmekten öteye rahatlıkla geçmiş, doğayla bütün olmuş, onunla birlikte yaratabilen bir forma bürünmüştür. 

İşte size Dionysos. Özgür, başına buyruk, yaratıcı, buyurgan, hem aklının hem bedenin arzularına cevap vermekten kaçınmayan, vahşi, bilinçaltına da hizmet eden bir yaşam. İşte bu yaşam, insanın ilkel benliğine bir gönderme yaparak dünya literatüründe “Nature” yani insan doğası olarak adlandırılır. 

Huu sevgili okuyucu, şimdi şu resmiyeti bir an önce üzerimizden atalım. İki zıt ama bir o kadar da uyumlu tanrılarımızın günümüzü nasıl etkilediğini görmek için Dionysos ile birlikte antik çağda bir bayrama katılalım ha ne dersiniz?

Anthesteria Bayramı Mart başında üç gün boyunca kutlanırdı. Bayram ilk olarak ölmüş Dionysos’un ve diğer ruhların yeryüzüne geri çağrılması ile başlar ardından taze şarapların ilk açılışı yapılır ve Dionysos dünyada kalsın ama diğer ruhlar yeraltına geri dönsün diye, yalnızca ölülerin beğenebileceği çirkinlikte lapalar yapılarak Hermes’e sunulurdu. Hermes de bu lapaları ölülere göstererek onları nihayetinde yeraltına çekip götürürdü. Bu döngüde tekrarlanan bu bayrama, zaman içerisinde, Attika bölgesinde kutlanan ve Aiora adı verilen diğer bir bayram eklenerek yeni bir gelenek oluşturulmuştur.

Söylenceye göre; Dionysos Yunanistan’a geldiğinde, Atinalı İkarios’un evinde kalır ve bu esnada kızı Erigone ile birlikte olur. Konuksever ev sahibine asma kütüğü ve şarabı hediye eden tanrımız bunu diğer insanlara da tattırmasını istemiştir kendisinden. İkram edilen şarabı içen komşular, daha önce bilmedikleri bu sarhoşluk halini kötüye yormuşlar, İkarios’un onları zehirlediğini düşünüp, sarhoşluğun da verdiği bilinçsizlik ve öfke ile İkarios’u öldürmüşler. Erigone eve geldiğinde babasının ölüsünü görünce, bembeyaz elbiseleri ile o da kendisini bir ağaca asarak intihar etmiştir. Dionysos hem ev sahibinin hem de sevgilisinin cansız bedenlerini görünce, öfkeden kudurur ve cezalandırmak amacıyla tüm Atinalıların delirmesini sağlar. Atina çıldırmış insanlarıyla hızla bir kaosa sürüklenir. Erkekler birbirlerini öldürür ama özellikle genç kızlar delilik nöbetleri geçirip kendini asarlar. Aklı başında her nasılsa kalmış birkaç insan, Delphoi’deki Apollon bilicilik merkezine başvurup bu beladan kurtulmak için çare ararlar. Kahin; İkarios ve Erigone’nin ölümlerinden dolayı cezalandırıldıklarını ve bundan kurtulmak için onların onuruna bir anma, bir bayram düzenlemeleri gerektiğini söyler. Aiora ismi ile başlatılan, mistik içerikli bu bayramda genç kızlar beyaz elbiseler giyip salıncaklarda sallanarak hem Erigone’nin intiharını vurgular hem bir tür yas tutmuş olurlar. Roma kültürüne Lemuria adıyla geçen bu bayram, Amerika kıtasının keşfi sonrası, Amerikan yerlilerinin “Muerta” ölüler günü kutlamaları ile kaynaşarak günümüzde Halloween [Cadılar Bayramı] adıyla hala birçok ülkede kutlanmaya devam etmektedir. 

Dionysos demişken bir daha ki yazıda size mevsimlerin oluşmasını anlatayım ki söylencemiz küresel ısınmaya rağmen sürsün. Viya Böyle!

SELİM MARTIN – DOKUZ EYLÜL ÜNİ., ARKEOLOJİ BÖLÜMÜ ÖĞR. GÖR.

https://www.birgun.net/haber-detay/bonservisi-elinde-olan-tanrilar

This entry was posted in FELSEFE ve GÜZEL DEYİŞLER, HAYATIN İÇİNDEN, MİTOLOJİ. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *