Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com
02.12.2018
BARTU SORAL’A LİNÇ KAMPANYASI
Atatürk’ün üstün diplomatik zekası sonucu, emperyalistler Lozan antlaşmasını kabul etmek zorunda kaldılar. Ancak yıllarca savaş içinde yaşamış, yurdu baştan aşağı yakılmış yıkılmış, yokluk ve yoksulluk içinde, üstelik Osmanlı’dan kalma büyük bir borç yükü altında bulunan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, kısa sürede borç dilenip teslim olacağını düşündüler. Bunu Lord Curzon, Lozan’da İsmet Paşa’nın yüzüne söylemişti. Beklentilerinden o kadar emindiler ki “TC’ni nasıl olsa yakında yıkılacak” diye düşündükleri için, elçiliklerini Ankara’ya taşımadılar.
Elebaşları yurtdışına kaçmış olsa da emperyalistlerle aynı beklenti içinde olan Mütareke Basını ihanete devam ediyordu. Bunun üzerine Atatürk, dava arkadaşı Yunus Nadi’den “İstanbul’a giderek yeni bir gazete çıkarmasını ve adını ‘Cumhuriyet’ koymasını” rica etmiş ve “bu gazetenin, ilkelerimizi ve devrimlerimizi savunmasını, kısaca Cumhuriyet’in sözcüsü olmasını istiyorum” demiştir. Bu nedenle Milli Mücadele yıllarının işbirlikçileri, İngiliz Muhipleri, Amerikan Mandacıları, Kürt Teali ve İslam Teali cemiyetleri mensupları gibi tüm Kuvayı Milliye karşıtlarının ardılları Cumhuriyet’e karşı oldukları gibi, Cumhuriyet gazetesine de karşı oldular, hep ikisini birden yıkmak ya da ele geçirerek yozlaştırmak istediler.
Hainlerin beklenti ve temennilerinin tersine genç devlet, başındaki dahi sayesinde, bir yandan savaşların yaralarını sararken, bir yandan da kimseye el açmadan, ulusal kalkınma girişimlerini başlatarak geleceğe doğru emin adımlarla yürümeye başlayınca pes edip Ankara’ya geldiler ama amaçlarından ve misyonlarından hiç vaz geçmediler…
İngilizlerin kışkırtmasıyla başlayan Şeyh Sait İsyanı bastırıldıktan sonra çıkarılan “Takrir-i Sükun” kanunu ile susturulan Mütareke Basını da kendisini gizleyerek yalakalığa başladı.
Ne yazık ki Atatürk’ü kaybettikten sonra Lord Curzon’un beklentisi gerçekleşti ve Türkiye, emperyalizmin yeni patronu ABD’nin kucağına oturdu. Hemen harekete geçen emperyalistler, İşgal yıllarındaki işbirlikçiler ve uzantılarına çengel atıp yeniden yanlarına aldılar. Birkaç yurtsever yazarın dışında medyayı ele geçirdiler. İstanbul basını genelde “Mütareke Basını” kimliğine dönüştü. Öyle ki Cumhuriyet’i savunmak üzere kurulmuş Cumhuriyet gazetesine bile, gerici değil ama mandacı ve bölücü işbirlikçiler sızdı. Hatta birkaç kez ele geçirdiler. Her seferinde geri alındıysa da içindeki işbirlikçiler hiçbir zaman temizlenemedi…
En son AB-D, AKP ve FETÖ ittifakının, “çözüm süreci” adı altında başlattığı Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkma girişimi sırasında, Kuvayı Milliyecilerin ardılları olan ulusalcı kurumlara kumpaslar kurdular. Bunlar arasında Cumhuriyet gazetesi de vardı. Gazetenin simge ismi, 80 yaşındaki Sevgili İlhan Selçuk’un yaşamını yitirmesine neden oldular ve ardından düzenlenen bir kumpasla gazetenin işbirlikçilerce ele geçirilmesini sağladılar.
AB-D’nin, AKP yerine FETÖ’yü iktidara getirmek istemesi üzerine ittifak bozulunca, Sayın Alev Coşkun, yıllardır sürdürdüğü hukuk mücadelesini kazandı ve gazeteyi yeniden kurtardı. İşbirlikçilerin doldurmuş oldukları Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı yazarlar ayrıldıktan sonra, gazeteye çoğu genç yeni yazarlar alındı.
Bu yazarlar arasında Cumhuriyet’e en çok yakışanlardan biri olan Sayın Bartu Soral’a, iki yazısı üzerine gazetede linç kampanyası başlatıldı.
Bartu Soral yazılarında özetle, “iddianamesi henüz yazılmayan tutuklu on binlerce mağdur olmasına karşın, Soros’un ve PKK liderinin en has adamı olan bir kişinin öne çıkarılarak gazetede sık sık haber yapılmasını ve bazı yazarlarca sürekli işlenmesini” eleştiriyor; “esasen bir tedbir mahiyetinde olan tutuklamanın ölçüsüz uygulanması ile şüpheliler açıkça hüküm giymeden cezalandırılıyor. Ve en temel anayasal haklarımız ihlal ediliyor. Bu kesinlikle kabul edemeyeceğimiz bir uygulama. Herkes için süratle düzeltilmeli. Ancak hukukun üstünlüğünü savunmak ve mağduriyetleri herkes için dile getirmek başka, emperyalizmin işbirlikçisi bir profili yargı hatasından ötürü sürekli gündeme taşıyarak masum göstermek başka!..” diyor.
Bu sözlerin neresi yanlış? Soros, bizim gibi ülkelerde sözde devrimler yaparak işbirlikçileri iktidara getirmeye çalışan emperyalizmin bir kolu, Osman Kavala da Soros’un işbirlikçisi ve PKK lideri Öcalan’ın sempatisini kazanmış bir adam değil mi?
Bartu Soral’a ilk taşı atan Aykut Küçükkaya’nın, kendisini savunmak için Kalpaksız Kuvvacı Sevgili Uğur Mumcu’yu kullanması bir talihsizliktir. Uğur’un “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz!..” özdeyişini alıntıladıktan sonra, “Cumhuriyet’in tarihini bilmeden, ‘yazar’ olunmaz!..” diyor.
Oysa Bartu Soral İlk yazısında Cumhuriyet’in tarihini de ilkelerini de çok iyi bildiğini yazmıştı: “Cumhuriyet gazetesinin isim babası ve kurucu aklı Mustafa Kemal Atatürk’tür. 1924 yılında kurulan gazetenin kuruluş amacı; Cumhuriyeti ve onun devrimlerini anlatmak, açıklamak, yaymak ve benimsetmekti” demiş ve devam etmişti; “Evet Cumhuriyet gazetesi ideolojik bir gazetedir. İdeolojisi Kemalizmdir. Sözde her fikre açık olduğu iddiasında ama özde kapitalizmin çizdiği çerçevede demokrasicilik oynayan, tek sesliliğin temsilcisi olan bir gazete değildir. 300 bin satmaz ama 50 bin tirajla onun iki misli ses getirir…”
Göründüğü kadarıyla Aykut Küçükkaya’nın kendisi, Cumhuriyet’in tarihini bilmediği gibi, uğur Mumcu’yu da tanımamış! Ne demişti Uğur Mumcu: “Atatürkçülüğü ve milliyetçiliği yadsıyarak solculuk yapma gafletine düşen bir sol, Türkiye’de hiçbir zaman başarılı olamadı, olamaz da… Türk milliyetçiliği Türk halkının alın terini yabancı çıkarlara karşı korumak demektir…”
Linç kampanyasına katılanlar arasında, değer verdiğim yazarlar da var. Gazete ele geçirildiğinde, işbirlikçilerle birlikte çalışmaktan rahatsız olmayan yazarların yanında, rahatsızlığını belirten ve tepki veren dostlar (60 yıllık bir okur olarak tanışmamış olsam da bazı yazarlarla aramızda dostluk ilişkisi olduğunu düşündüğümden böyle yazıyorum) da olduğunu biliyorum. Bunlar arasında, ayrılmalarını sağlamak için işbirlikçiler tarafından istiskale uğrayan eski dostların da kampanyaya katılmalarına üzüldüm. Bu arkadaşlar genelde hukukun üstünlüğünü dile getiriyor ve “fikirlerine karşı olsak da mağdurların savunulması gerektiğini” öne sürüyorlar. Aynen katıldığım bu görüşlere, yukarıda alıntıladığımız yazılarında görüldüğü gibi Bartu Soral da katılıyor; ancak “10 binlerce mağdur arasından sadece emperyalizmin işbirlikçisi bir profilin, sürekli gündeme taşınarak masum gösterilmeye çalışılmasına” karşı çıkıyor.
Kampanyaya katılanlara sormak isterim: Nuray Mert, Aydın Engin ve Ahmet İnsel gibi Atatürk düşmanlarının kin kusan yazılarına, Bartu Soral’ın yazısına gösterdiğiniz gibi tepki verdiniz mi? Sözde Mustafa Balbay’a, gerçekte ise İlhan Selçuk’a “postal yalayıcısı” diyenlere karşı çıktınız mı?
Konuya ilişkin tek gerçekçi yorumu, Bartu Soral gibi Cumhuriyet’e yakışır yeni yazarlarımızdan Sevgili Barış Doster yaptı. “Hukuk, siyaset ve emperyalizm” başlıklı yazısında, “hukuksal gelişmelerden siyasal sonuç; hukuki mağduriyetlerden siyasi meşruiyet üretmeye çalışanların eli son dönemde çok güçlendi. Siyasi sicili bozuk olan, emperyalizmin uzantısı oldukları bilinen siyasiler, etki ajanları, teröristler, yaşadıkları hukuki mağduriyetleri, siyasi sicillerini temizlemek, siyasi meşruiyet elde etmek için kullanmaya başladılar. Uzantısı oldukları dış odakların yanında, farklı çevrelerce de sahiplenilir oldular…..Hukukun üstünlüğü konusunda ilkesel tavır almak başkadır. Belleğimizi diri tutmak, geçmişte kimlerin, hangi davalarda, nasıl tavır aldığını, hangi emperyalist projelerde görev yaptığını unutmamak başkadır” diyordu.
Bartu Soral, Selahattin Demirtaş ile ilgili AİHM’nin kararı hakkında, “aynı AİHM, Balyoz davasında yaşadıkları yüzünden hayatını kaybeden Cem Aziz Çakmak’ın yaptığı başvuruyu ret etmesi” örneğini vererek “AİHM’nin her kararı hukuki midir? Yoksa her kararın içinde siyaset de var mıdır?” derken haksız mı? Emperyalistlerin her konuda iki yüzlü oldukları bilinen bir gerçek değil mi? Sözde demokrasi ve insan hakları havarisi geçinen emperyalistlerin, uygulamada bu kavramların umurlarında olmadığını bilmeyen var mı? Örnekler gözümüzün önünde: Afganistan, Irak, Libya ve yakın tanığı olduğumuz Suriye’de yaşananlar ve Cemal Kaşıkçı olayı…
Gazetemiz kurtarıldıktan sonra, işbirlikçilerin elebaşları Can Dündar ve Aydın Engin’in Avrupa’da başlattıkları Cumhuriyet’i karalama kampanyası, AB medyası tarafından desteklenmedi mi?
Atatürk Cumhuriyeti’ne saldırılar son aşamaya geldi. Hedef tarih bile açıklandı: 2023. Bugün kavgalı oldukları AB-D ile her an ittifak da kurabilirler; çünkü amaçları ve misyonları aynı.
Cumhuriyet gazetesinin de misyonu belli: Cumhuriyet’i korumak. Bu nedenle Cumhuriyet yazarlarının misyonu, “Sözde her fikre açık olduğu iddiasında ama özde kapitalizmin çizdiği çerçevede demokrasicilik oynamak değil”, Atatürkçülüğün birinci ilkesinin emperyalizm karşıtlığı olduğunun bilincinde olarak ulusal bağımsızlığa ve ülkenin birlik ve bütünlüğüne sahip çıkmaktır.
Cumhuriyet yazarlarının misyonu, matbaasını sırtına alarak Anadolu’ya giden ve Sultan’ın idam fermanına aldırmaksızın Milli Mücadele’ye omuz veren Yunus Nadi gibi, Cumhuriyet’e saldıranlara karşı canla başla mücadele etmektir.
Cumhuriyet yazarlarının misyonu, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı gibi, bedel ödemeyi göze alarak Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlarıyla mücadele etmektir.
Cumhuriyet’in misyonu, yalnız yazarların değil, Cumhuriyet okurlarının da misyonudur. Çünkü Cumhuriyet’in sahibi okurlarıdır. Şimdi mücadele zamanı; yöremizdeki STÖ’lerine katılarak, sosyal medya yoluyla vs. kendi çapımızda mücadelenin yanında CUMOK’a katılıp güçlendirerek, kentimizde CUMOK yoksa bireysel tepki yoluyla mücadele edelim; gazetemizin Kemalist yazarlarına sahip çıkalım; içine sızmış olan AB-D işbirlikçileri ile PKK yandaşlarının temizlenmesini sağlamaya çalışalım.
İstersek başarırız. Cumhuriyet okurları olarak bizler, Türkiye’nin en bilinçli insanlarıyız. Bunu, gazetemiz işbirlikçilerce ele geçirildiği zamanlarda, sevgiliden ayrılmak zorunda kalmak gibi, içimiz yansa da Cumhuriyet satın almayarak, geçmişte gösterdik ve başardık…