Odatv.com
Deniz Berktay
Kafkasya dağlarında çiçekler açtırmışlardı
15 Eylül 1918, Osmanlı’nın gerçek anlamda son zaferi olan Bakü’nün Kurtuluşu’nun tam 100. yıldönümü. 15 Eylül 1918’de, yani 1. Dünya Savaşı’nın en son günlerinde, dönemin Osmanlı Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu, Osmanlı ve Azerbaycan askerlerinden oluşan kuvvetlerle, Bakü’yü İngiliz, Ermeni-Taşnak ve Rus-Menşevik kuvvetlerinden kurtarmıştı. Ne var ki, Osmanlı’nın son ikiyüz yılında baş düşmanı olan Rusya’nın darmadağın olduğu ve Ruslar’dan Bakü’nün kurtarıldığı günlerde kendisini dünyanın zirvesinde hisseden, yeni bir Cengiz İmparatorluğu’nun kurulması hayalini yaşayan Türk subay ve aydınları, çok kısa bir süre sonra, Mondros Mütarekesi’yle, ardından da ordusu terhis edilmiş bir milletin son anavatanı Anadolu’nun düşman işgaline uğraması felaketiyle karşılaşacaklardı. Tarih kitaplarımızda fazla zikredilmeyen bu Bakü Seferi, aslında Osmanlı’nın son döneminin ve Türkiye’nin yakın tarihinin en önemli gelişmelerinden biridir. Bunun yanısıra, Bakü Seferi, o zamana kadar müttefik olarak geçinen Osmanlı ile Almanya arasındaki “dostluk” konusunda da bir turnusol kağıdı işlevi görecekti. Bu nedenle, öncesi ve sonrasıyla bu harekatı değerlendirmekte fayda var.
BALKAN TRAVMASI VE TÜRKÇÜLÜK
Osmanlı Devleti’nin Rumeli’yi birkaç hafta içinde Bulgar, Sırp ve Yunan ordularına kaptırması, Türk aydınlarda büyük bir travmaya neden olurken, pek çok aydın, 1. Balkan Savaşı’nda uğranılan gurur kırıcı bozgunu ve kaybedilen toprakları düşünmektense, gözlerini doğuya, Orta Asya’ya, “Turan”a çevirmeyi tercih eder. Atatürk, İsmet İnönü ve Enver Paşa hakkında en kapsamlı araştırmaları yayımlamış olan büyük aydın Şevket Süreyya Aydemir’in kendi hayat hikayesini akıcı bir şekilde anlattığı “Suyu Arayan Adam” adlı kitabında, kendisinin Edirne Öğretmen Okulu’nda öğrenci olduğu o yıllarda kendisinin ve arkadaşlarının siyasi tercihlerinin Balkan Savaşları’yla birlikte nasıl değiştiğini anlatır. Aydemir ve arkadaşları, Balkan Savaşları’ndan önce, Bosna-Hersek ve Bulgaristan gibi eski Osmanlı topraklarını yeniden fethetme hayalleri kurarken, Balkan Savaşları’nın ardından, gözlerini Turan’a çevirirler ve büyük Türk İmparatorluğu hayalleri kurarlar.
Aydemir, “biz bu hayalleri kurarken varsın Rumeli sınırı, artık bizim okulumuzun sadece iki kilometre ötesinden geçsindi. Bizim artık gözümüz orayı değil, Turan’ı görüyorodu”, der. Dönemin önde gelen aydınlarından olan ve Osmanlıcılıkla Türkçülüğün sentezini yapan (veya, Osmanlı’yı bir Türk imparatorluğu gibi algılamaya çalışan) Ömer Seyfettin’in de Balkan Savaşları’nın öncesinde ve sonrasında yazdığı yazılarda, öncelik sıralamasının nasıl değiştiği, Turan’a nasıl odaklandığı, belirgin bir biçimde görülür. Buna karşılık, 1908 Meşrutiyet Devrimi’ni yapan ve 1913 Babıali Baskını ile iktidarı tamamen ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetim kadrosu, genellikle zannedildiğinin aksine, Türkülüğe sempati duysa da, iç politikada Türkçü, dış politikada Turancı politika uygulamayı sakıncalı bulur (İttihat ve Terakki döneminde millileşme konusunda önemli adımlar atılmış, Atatürk’ün daha sonradan gerçekleştireceği pek çok uygulama, bu dönemde başarılmaya çalışılacaktır.
Fakat Türkçülük, devlet politikası yapılmaz. Zira, Rumeli kaybedilmiş olsa bile, hala Arap Yarımadası Osmanlı’nın elindedir ve İttihat ve Terakki yönetimi, Araplar’ı küstürmeyi istemez). 1914’te patlak veren 1. Dünya Savaşı’nda da Osmanlı yönetimi, zannedildiğinin aksine, Turan’ı fethetme hesapları yaparak değil, herşeyden önce, İngiltere ve Rusya’ya karşı kendisini koruma kaygısıyla girecekti (emekli diplomat Aptülahat Akşin, “Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi” adlı kitabında, İttihat ve Terakki yöneticilerinin İngiltere, Fransa ve Rusya’yla anlaşma gayretlerine karşı bunların Osmanlı’yı adeta zorla Almanya’nın kucağına ittiğini çeşitli örneklerle anlatır).
1. DÜNYA SAVAŞI VE DOĞU CEPHESİ
Osmanlı Ordusu, 1. Dünya Savaşı’nın başlarında, hesapsızca düzenlenen Sarıkamış Harekatı’nda, Allahüekber Dağları’nda erir. 1916 başlarında Rus Ordusu, Erzurum, Erzincan ve Trabzon gibi önemli şehirleri alarak, Sivas’a yaklaşır. Rus Ordusu’nun bu başarısında, sayı üstünlüğünün yanısıra, organizasyon, özellikle lojistik alanındaki organizasyon üstünlüğünün etkisi büyüktür (Osmanlı, Doğu Cephesi’ne asker sevkedebilmek için askerini Niğde’nin Ulukışla ilçesine kadar trenle getirip oradan haftalar süren yolculukla cepheye yürütmek zorunda kalırken Ruslar, daha 1913’te Osmanlı sınırındaki Sarıkamış’a getirdikleri demiryolunu, savaş sırasında, işgal ettikleri noktalara kadar uzatırlar. Erzurum’a ilk tren, bu dönemde, Rus işgal güçlerince getirilmiş olur).
Fakat, Doğu Cephesi’nde Ruslar’ın adım adım ilerlediği, Çarlık Rusyası yöneticilerinin İstanbul’u fetih hayalleri kurduğu bu dönemde, bir mucize olur ve 1917 başlarında Rusya’da Şubat Devrimi’nin, 1917 sonlarındaysa Ekim Devrimi’nin meydana gelmesiyle, yeni Sovyet yönetimi, savaştan çekilir. Osmanlı, en büyük düşmanlarından birinden kurtulmuştur.
RUS DEVRİMİ VE DOĞU ANADOĞU’NUN KURTULUŞU
Diğer taraftan, Rusya’da Sovyet yönetiminin kurulması, kolay olmaz. Rusya’nın ücra bölgelerine kaçan Çarlık yanlısı generaller, buralarda altı ay boyunca kuvvet topladıktan sonra, 1918’in ilkbaharında Sovyet yönetimine isyan bayrağı açarlar ve Sovyet coğrafyasında, dört yıl kadar sürecek olan İç Savaş dönemi başlar. Sovyetler’in Kızıl Ordusu ile Çarlık yanlılarının Beyaz Ordu kuvvetleri arasında savaş sürerken, Baltıklar’da Estonya, Letonya ve Litvanya, kuzeyde Finlandiya, batıda Polonya, bağımsızlıklarını ilan ederler. Ukrayna’da da önce özerklik, ardından da bağımsızlık ilan edilir. Aynı dönemlerde, Nisan 1918’de Güney Kafkasya’da (Transkafkasya), Rus Parlamentosu için seçilmiş olan Gürcü, Azeri ve Ermeni milletvekilleri, başkenti Tiflis olan Transkafkasya Federatif Cumhuriyeti’ni kurdular. Fakat, aralarında uzun zamandan beri sürtüşmeler bulunan bu üç halkın ortak devleti sadece bir ay varlığını sürdürecek ve önce Gürcistan’ın, ardından Azerbaycan’ın ayrılmasıyla, bu federasyon dağılacaktı.
Rusya’daki ardından Rus askerlerinin çoğu, Doğu Anadolu’dan ayrılıp memleketlerinin yolunu tutmuş ve işgal altındaki topraklarda Rus askerlerinden ziyade, Ermeni çeteciler kalmıştı. 1918 ilbaharında harekete geçen Osmanlı Ordusu, 1. Dünya Savaşı’nda işgale uğrayan toprakları kurtardı. Sovyet Rusya’nın Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti ile imzaladığı 3 Mart 1918 tarihli Brest-Litovsk Anlaşması’nda da, 1878’den beri Rus yönetiminde bulunan Kars, Ardahan ve Batum’un referandum yapılarak Osmanlı’ya iadesi öngörülüyordu. Osmanlı kuvvetlerinin buraları da almasıyla, Osmanlı’nın kuzeydoğu sınırı, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan önceki hale dönüyordu (yüzyıllarca süren bozgunların ardından gerek dünyada, gerekse Osmanlı’da, “salip (haç) giren yere bir daha hilal giremez” anlayışının egemen olduğu bir dönemde Osmanlı’nın kırk yıl aradan sonra Rusya’dan bu üç sancağı alabilmesi, başlı başına başdöndürücü bir gelişmeydi).
KAFKASYA’DA İLERİ HAREKAT
28 Mayıs 1918’te Transkafkasya Federasyonu’ndan bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin ilk yönetim merkezi, Gence şehri idi. Rus İmparatorluğu’nun petrol merkezi olan ve dünya devletlerinin göz diktiği Bakü ise, General Dunsterville komutasındaki İngiliz birliklerinin, Ermeni Taşnak kuvvetlerinin ve bunlarla ittifak halinde olan Rus Menşevikler’in elinde bulunuyordu ve 1918 ilkbaharında Ermeni çeteler, buradaki Azeriler’e karşı katliamlar düzenlemişlerdi. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin Osmanlı Hükümeti’nden yardım istemesi üzerine Osmanlı kuvvetleri, Azerbaycan’da ileri harekata girişti ve yoğun çatışmalar sonucunda, 15 Eylül 1918’de Osmanlı ve Azerbaycan askerleri, Bakü’yü aldı.
Filistin Cephesi’nden getirilen askerlerle takviye edilen kuvvetlerle yapılan bu harekat, Osmanlı’yı sadece İngiltere ve Rusya’yla (gerek Sovyet Rusya, gerekse Kuzey Kafkasya’daki Beyaz Ordu kuvvetleri) değil, savaştaki müttefiki Almanya’yla da karşı karşıya getirdi. Alman Genelkurmaybaşkanı Von Hindenburg, Osmanlı Hükümeti’ne, Kafkasya’dan hemen çekilme çağrısında bulunacak, Enver Paşa’nın Almanlar’a, iki yıl önce Galiçya Cephesi’ne Avusturyalılar’a yardım için iki tümen asker gönderildiğini hatırlatması üzerine Almanlar, “sağolun, da biz sizden böyle birşey istememiştik ki”, yanıtını verecekti! Almanlar, Bakü petrollerini müttefikleri Osmanlı’ya kaptırmamak için, o esnada çatışma halinde oldukları Sovyet yönetimiyle bile güç birliğine gidecek, hatta, Kafkasya’da Osmanlı ve Alman kuvvetleri arasında kısa süreli çatışma yaşanacaktı. Bakü Seferi, aynı zamanda, Osmanlı yöneticileriyle, Azerbaycan’ın bağımsız tavrını savunmaya çalışan Azerbaycan yöneticileri arasında da gerilimlere neden olacaktı (İlhan Selçuk’un, o dönemde bu harekatta ve sonrasında Kurtuluş Savaşı’nda görev almış Selahattin Yurtoğlu’nun hatıralarını romansı bir üslupla yayımladığı “Yüzbaşı Selahattin’in Romanı”nın birinci cildinde, bu hoşnutsuzluklardan ayrıntılı şekilde bahsedilir).
Fakat, Osmanlı askerleri ve yöneticileri, büyük mücadeleler ve çatışmalar sonucunda, bir zamanlar kendielrinin can düşmanı olan Rusya’nın petrol metkezini ele geçirmiş, Hazar Denizi kıyılarına ulaşmıştır. “Türkistan”, denizin öbür tarafındadır. Nitekim, Orta Asya’daki Rus kuvvetlerinin de darmadağın olduğunu öğrenen Osmanlı yönetimi, Hazar’ı geçip Orta Asya’yı fethedecek kuvvetleri hazırlamaya koyulur. Bakü’deki ve Azerbaycan genelindeki Osmanlı subayları, Turan İmparatorluğu’nun kuruluşunu an meselesi olarak görür.
ZAFER HİSSİNİN ARDINDAN GELEN HÜSRAN
Gelgelelim, aşırı üstünlük hissine kapılan Osmanlı asker ve yöneticileri, Bakü’nün kurtuluşundan dört, evet sadece dört gün sonra, 19 Eylül 1918’de, Filistin Cephesi’nde İngilizler, Osmanlı hatlarını darmadağın edip kuzeye doğru hızla ilerleyişe geçer. İngilizler’in sömürgelerden getirdikleri askerlerle, sayı üstünlüğü, onlardadır. Silah ve uçak bakımından da Osmanlı kuvvetleriyle karşılaştırılamayacak üstünlükleri vardır. Ve belki de hepsinden önemlisi, İngilizler’in yaklaştığını gören Suriye Arapları, Osmanlı’ya karşı isyan bayrağı açar. Çöllerden kendilerini zar zor şehir merkezlerine, kasabalara atıp kurtulduğunu zanneden Osmanlı askerlerinin üzerine evlerin damlarından ateş açılır. Kadınlar, askerlerin üzerine kaynar sular, kızgın yağlar döker (Hans Guhr, Anadolu’dan Filistin’e Türkler’le Omuz Omuza – Türkiye İşbankası Kültür Yayınları).
Bunların sonucunda Osmanlı kuvvetleri darmadağın olunca, koskoca Suriye, bir ayda elden çıkar. Bundan daha da kaygı verici olan gelişme, savaştaki müttefiklerden Bulgaristan’ın 30 Eylül’de (yani, Bakü’nün kurtuluşundan onbeş gün sonra), mütareke imzalayıp savaştan çekilmesidir. Böylelikle Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki kara ve demiryolu bağlantısı, kesilmiş, Osmanlı, kendi kaderiyle başbaşa kalmıştır. Dahası,Bulgaristan’ın teslim oluşuyla, Trakya sınırına İngiliz ve Fransız kuvvetleri yerleşir ve bunlar, İstanbul’a karadan ve Çanakkale yoluyla denizden saldırmaya hazırlanır. Dört yıl süren savaşın sonucunda, asker firarları, had safhaya ulaşmıştır. Bu şartlarda Osmanlı Devleti, mütareke için İngilizler’e başvurur. O günlerde Kafkasya’da bulunan askerlerin yaşadığı şoku Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam adlı hatıralarında, şu satırlarla anlatır: “Fakat bir gün, tam en kuvvetli olduğumuzu sandığımız bir zamanda, kafamızda yaşayan hayal binası, Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın şöyle bir emriyle, birden çöktü, dağıldı: ‘Sancaklarımızı sardık ve kılıçlarımızı kınlarına koyduk. Düşmanlarımıza, Vilson’un 14’üncü maddesi prensiplerine dayanarak, sulh teklif etti. Mütareke olacaktır. Ateş kesiniz!’”.
Bu esnada, İstanbul’da İttihat ve Terakki Hükümeti istifa etmiş ve yerine gelen Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, Mondros’a bir heyet göndermiştir. Mondros Mütarekesi’nin 11. Maddesi’nde, Güney Kafkasya’da ve İran’ın Kuzeyinde (o esnada Osmanlı askerlerinin elinde bulunan Tebriz kastediliyor) bulunan Osmanlı kuvvetlerinin, derhal savaştan önceki sınırlarına çekilmeleri şartı koşulmaktadır, ki bunun anlam, sadece Azerbaycan’ın değil, Kars, Ardahan ve Batum’un da İngilizler’e teslimidir. Mütarekeyi takip eden birkaç ay içinde Osmanlı kuvvetleri, buraları İngilizler’e teslim eder. Mütarekeden çok kısa bir süre sonra da, imparatorluğun başkentinde İngiliz ve Fransız askerleri geçit törenlerine başlar. 1918 yılının bu açıdan nasıl bir travma yılı olduğunu, o dönemki Türk basınını takip ederek kitaplaştıran Orhan Koloğlu’nun “Aydınlarımızın Bunalım Yılı 1918: Zafer-i Nihai’den Tam Teslimiyete” adlı kitabı, çok kısa sürede üstünlük duygusundan teslimiyete sürüklenmenin yaşandığı bu dönemi çarpıcı örneklerle yanısıtır (keza, aynı kitapta, Enver Paşa’yı adeta ilahlaştıran o zamanki Türk basınının, İttihat ve Terakki liderlerinin İstanbul’dan ayrıldıklarının öğrenilmesinin hemen ardından “kaçtı alçaklar” diye manşetler atmasını okuyup bir zamanlar memlekette ne kadar yanar döner gazetecilerin olduğunu öğrenem imkanına sahip olmaktayız).
Azerbaycan Halk Cumhuriyeti ise, Osmanlı’nın teslim oluşundan sonra, kendisini çok zor şartlar altında bulur. Zira, Bakü’yü denetimleri altında bulunduran İngilizler, eski Rus topraklarında yeniden “bölünmez Rusya” devletinin kurulmasını savunan Çarlık yanlısı kuvvetlere destek vermektedir. Kafkas Dağları’nın hemen kuzeyinde de, bu görüşü savunan, çarlık yanlısı General Denikin’in kuvvetleti bulunmaktadır. Hemen batıdaysa, yine İngilizler’in desteğini alan Ermeni Devleti bulunmaktadır. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti, çok zor şartlar altında 23 ay yaşadıktan sonra, 1920’nin nisan ayında, Sovyet kuvvetleri tarafından ele geçirilecek ve Azerbaycan, 1991’e kadar, Sovyetler Birliği’nin parçası olacaktır.
Dolayısıyla, bugün, Batılılar karşısında eziklik psikolojisi içine asla girmemiş olan ve bu açıdan kendilerinden önceki Osmanlı yöneticilerinden belirgin biçimde ayrılan İttihat ve Terakki yönetiminin, kendi müttefikleri de dahil olmak üzere, bütün dünyaya meydan okuyarak yaptığı bir harekatın yüzüncü yıldönümünü anıyoruz. Harekat, dönemin yönetici ve subaylarının büyük kısmını sonradan çökecek olan hayallere sürüklemişse de, günümüzde Bakü’nün Azerbaycan sınırları içinde olması, büyük ölçüde bu harekat sayesindedir.
Deniz Berktay
Odatv.com