CUMHURİYET ve İKİ MARDİNLİ: Şerif Mardin ve Aziz Sancar
Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com)
“ÖZET: Geçenlerde ölen Şerif Mardin, Mardin kökenli, paşalar ve nazırlar çıkarmış, Osmanlı burjuvası bir aileye mensup. Türkiye’de ve Amerika’da en seçkin okullarda okumuş, profesör olmuş; Türk ve Amerikan üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmış. Bu arada dünyayı yöneten Amerikan Derin Devleti yöneticileriyle ilişkileri olmuş. Eserlerinde Laik Cumhuriyet’e, CHP’ye, Kemalistlere ve devrimlere ağır eleştiriler yöneltiyor. “Halkı ezen, millete tepeden bakan, totaliter, Batıcı/ seçkinci bir yönetim kurduklarını öne sürüyor.” Buna karşı Menemen Ayaklanmasını ve Saidi Nursi’yi övüyor.
Aziz Sancar ise Mardinli yoksul bir köylünün 11 çocuğundan biri. Okur yazarlığı bile olmayan baba, özellikle annenin desteğiyle, Cumhuriyet’in sağladığı parasız eğitim olanaklarından yararlanarak çocuklarını okutuyor; aralarından biri general, biri profesörlüğe kadar yükseliyor. Profesör olan Aziz Sancar Nobel Bilim Ödülünü kazanıyor. Ödül aldıktan sonra yaptığı birçok konuşmada bunları dile getiriyor ve “başarısını Cumhuriyet’e borçlu olduğunun” altını çiziyor; ödül beraatı ve madalyasını da Atatürk’ün manevi şahsiyetine sunulmak üzere Anıtkabir Müzesi’ne teslim ediyor. Batılı ve yerli ajan gazetecilerin, etnik kökeni ile ilgili tuzak sorularına “ben Türküm. O kadar” diye yanıt vererek Türkiye’yi bölmek isteyenleri susturuyor.
Böylece iç ve dış belli odaklarca, dünyanın en büyük toplumbilimcisi olarak nitelenen Şerif Mardin’in Türkiye üzerindeki tezlerini, hemşerisi Sancar ailesinin yaşam öyküsü çürütmüş oluyor. Bu konuda daha binlerce örnek var. Örneğin, benim de benzer bir yaşam öyküm var. AKP’nin Milli Eğitim eski bakanlarından Hüseyin Çelik de böyle. Bakanken bir toplantıda kendisi ile bu konuda tartışmıştık. Bir diğer örnek Kılıçdaroğlu. O da aynı olanaklardan yararlanarak okuyup CHP Genel Başkanlığına kadar yükselmiştir. Ancak ne yazık ki o partisine, eleştirinin ötesinde ağır hakaretler yönelten Şerif Mardin’e övgü dizenler arasında yer alıyor…”
* * *
Şerif Mardin, Mardin kökenli Osmanlı aristokratı bir aileye mensup. Osmanlı’da aristokrasi yok ama biyografisini yazanlar böyle diyorlar. Ancak aristokrat değilse bile üst düzey bürokratlar çıkarmış burjuva bir aileden olduğu kesin. Ailede paşalar, nazırlar vs. var. Aynı anda Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce ve Almanca, yani Türkçe dışında her dilin konuşulduğu konaklarda, çocuklar yabancı mürebbiyeler/ dadılarla büyürmüş. Ve doğal olarak konuşmaya Türkçe değil, Fransızca ya da başka bir yabancı dille başlarlarmış. Böyle bir ailede yetişen Şerif Mardin, ailenin diğer üyeleri gibi Galatasaray Sultanisi’nde okuduktan sonra lisans ve lisansüstü eğitimini ABD’nin en ünlü üniversitelerinde yapıyor, toplumbilimci (sosyolog) oluyor.
Amerika’dan dönüyor, doçent/ profesör oluyor. Bir süre Türkiye’de çalıştıktan sonra yeniden Amerika’ya gidiyor. Bundan sonra Amerika ile Türkiye arasında mekik dokumaya ve Türkiye üzerine tezler yazmaya başlıyor: Cumhuriyet’e, CHP’ye, Kemalistlere ve devrimlere ağır eleştiriler yöneltiyor. “Toplumun kültürel ve dini değerlerine karşı, Batıcı/ seçkinci olduklarını, halkın siyasal katılımına izin vermediklerini, devlet- millet düşmanlığı oluşturduklarını, bireyi ezen totaliter bir toplum yaratmaya çalıştıklarını, “kasketli” dedikleri köylüleri küçümsediklerini; buna karşılık 1950’den sonra iktidara gelen sağcı partilerin toplumun kültürel ve dini değerlerine saygılı olduklarını, halkın siyasete katılımını sağladıklarını, köylüleri kucakladıklarını ve benzeri” tezler öne sürüyor. Gerici Menemen Ayaklanmasının seçkinciliğe karşı bir “halkçı” hareket olduğunu öne sürüyor. Saidi-Nursi’yi mucizeler gösteren eşsiz bir bilim ve din adamı olarak tanımladığı “Bediüzzaman Saidi Nursi” kitabını yazıyor. Sonuçta bu tezleri, sağcı, tarikat/ cemaat mensubu, yeni Osmanlıcı ve siyasal İslamcılar ile Türk ve Türkiye düşmanlarına çok değerli saldırı malzemeleri sağlıyor
Şerif Mardin’in bu ay başlarında vefat etmesiyle kendisine ve bu tezlere medyada yeniden bol övgüler dizildi. Oysa bunlar özgün savlar değil; Kurtuluş Savaşı yıllarında, İşgal İstanbul’unda “Milli Mücadele’ye karşı olma” ortak paydasında birleşen, işbirlikçi İslam Teali, İngiliz Muhipleri ve Kürt Teali Cemiyeti mensupları hep birlikte Kuvayı Milliyecilere “millet ve din düşmanı” diyerek saldırıyorlardı. Bir de işgalcilerle kaynaşmış; onlara yalılarında/ köşklerinde partiler veren sosyetik Tanzimat Batıcıları vardı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sodom ve Gomore romanında bu pislikleri anlatır. Bu Tanzimat Batıcıları, gerici İslamcılarla Kuvayı Milliyecilere karşı olmakta birleşiyorlardı. Çünkü günümüzde olduğu gibi o zaman da arkalarında emperyalistler vardı.
* * *
Atatürk Kurtuluş Savaşı ile Sevr’i çöp sepetine atarak emperyalistlerin planlarını bozmuştu. Daha da kötüsü dünyada ilk kez onları yenilgiye uğratarak, Gandhi’ye “Mustafa Kemal’den önce ben Allah’ı İngiliz sanıyordum” dedirtecek kadar, sömürgelere kötü örnek olmuştu. Bu nedenle emperyalistler, o zamandan beri Atatürk’e, temel ilkeleri “halkçılık, tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı” olan Kemalizm’e ve eseri laik Cumhuriyet’e sürekli saldırıyorlar; hedefleri Cumhuriyeti yıkmak ve Türkiye’yi parçalamak; bu amaçla önce iç isyanlar çıkarttılar, daha sonra ASALA, PKK, Hizbullah vb. terör örgütlerini devreye soktular. Ayrıca bilim insanlarını da kullanarak psikolojik savaş uyguluyor, değerli psikiyatrist Prof. Dr. Kerem Doksat’ın deyimiyle “ulusal reflekslerimizi kırmaya” çalışıyorlar (Sayın Doksat’ın bu konudaki yazısına Google’dan erişebilirsiniz). Ulusal birliğin harcı olan ulusal önderlerin saygınlığı yok edilir ve refleksler kırılırsa ulusal bilinç köreltilir, birlik yok edilir ve ülke parçalanır. Bu nedenle Atatürk’e hayasızca yalanlar uydurarak saldırılıyor. Sanki İslam’ı ve Müslümanları çok severlermiş gibi, Türkiye uzmanı CIA ajanları, siyasal İslam’ın laik düzene üstünlüğünü savunan kitaplar yazıyor. Ne yazık ki kullandıkları bilim insanları arasında Türkler de var. Örneğin, Kıbrıslı bir psikiyatri Profesörü olan Vamık Volkan bunlardan biri. Yazdığı kitaptan Can Dündar’a bir de film yaptırdılar.
Şerif Mardin’in, uluslararası dev tröstler adına dünyayı yöneten gizli örgütlerden biri olan Bilderberg üyesi olduğu; Boğaziçi ve Sabancı Üniversitesi’nden bazı öğretim üyeleri ile birlikte Henri J. Barkey, Graham Fuller, Alan Makowsky ve Morton Abramowitz gibi CIA elemanları ile toplantılar yaptığı bilinmektedir (www.akdenizgercek.com.tr/mustafa-yildirim-yazilari/serif-mardin-cia-marine-club).
* * *
Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi gericiler, dünya görüşleri ve yaşam tarzları 180 derece farklı olmasına karşın, günümüzün işbirlikçi Tanzimat Batıcıları ve komprador burjuvazi, hep birlikte efendileri emperyalistlerin ağzıyla, onların yalanlarına kendileri de yalanlar ekleyerek saldırıya katılıyorlar. Ayrıca emperyalistlerin gazeteci, yazar, bilim insanı vs. kılığında birçok ajanları var. Medya bu kesimin elinde olduğu gibi medya dışı yayın ve sanat dünyasına da egemenler. Bu nedenle Goebbels’in propaganda yönteminde belirttiği gibi, bunların sürekli tekrarladıkları yalanlarını herkes gerçek kabul etmeye başlıyor.
Bu propaganda bombardımanın etkisinden sıyrılıp öne sürülenler değerlendirildiğinde, insanın aklına bir fıkra geliyor: Adamın biri “Kurban” konusunu anlatıyormuş: “Çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah’a dua etmiş; ’Ya Rabbim bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim’ demiş… Dua tutmuş; Davut, kızının adını Ayşe koymuş… Gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hz. Davut kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve ’Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et’ demiş…”
Dinleyenlerden biri dayanamamış: “Yahu bunun hepsi uyduruk, neresini düzelteyim… Hz. Davut değil Hz. İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç olacaktı!”
Fıkradaki gibi bu yalanların hangisini düzeltelim…
Cumhuriyetin ana ilkelerinin başında halkçılık gelir. Osmanlı’da yolu, izi olmayan köylerin hiçbirinde okul yoktu. Halkımızın “şalvarı şaltak Osmanlı/ eyeri kaltak Osmanlı/ ekende yok, biçende yok/ yemede ortak Osmanlı” dediği Devlet köye sadece, harman zamanı aşar, savaş zamanı eli silah tutan erkekleri askere almaya gelirdi. Aşar güya ürünün %10 idi ama onu toplayan mültezimler harmanın yarısını alıp giderlerdi. Cumhuriyet, gelir vergisi içindeki payı %25 olan aşarı kaldırarak yüz yıllardır süren soygunu önledi, köylüyü mültezim zulmünden kurtardı; köye yol götürdü, okul yaptı. Köy Enstitülerini kurarak köylere hem öğretmen hem de önder yetiştirdi ve öğretmenlerden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar yetiştirmesini” istedi. Erişkinlerin eğitim ve kültür düzeylerini yükseltmek için Millet Mektepleri, Halk Evleri ve köylere kadar yayılan Halk Odaları açtı. Sonuçta padişahın kulu olan halk, Cumhuriyet ile birlikte özgür birey/ yurttaş oldu.
Çok partili sisteme geçerken, yapılmak istenen toprak reformuna karşı çıkıp, CHP’den istifa ederek DP’yi kuran; iktidar olunca Köy Enstitülerini ve Halk Evlerini/ Halk Odalarını kapatan Adnan Menderes, Cavit Oral gibi toprak ağaları halkçı olacak, Kemalistler halk karşıtı! Buna kargalar bile güler, ancak zeka düzeyi kargadan az olan aptallar inanır.
Cumhuriyeti kuranların ideali demokratik cumhuriyetti. Atatürk yazmış olduğu ve ortaokullarda ders kitabı olarak okutulan “Yurttaşlar için Medeni Bilgiler” adlı kitapta demokrasiden övgüyle söz eder, onu tanımlar ve en ideal rejim olduğunu belirtir. Nitekim 1930 yılında Serbest Fırka’yı kurdurarak demokrasi denemesi yapmış ama başarılı olmamıştır. Çünkü ülkede demokrasi kültürünün henüz özümsenmemiş olduğu görüldü.
“Hayatta en hakiki mürşit bilimdir” sözünü herkes bilir ama Atatürk’ün o sözü neden ve nerede söylediğini bilen çok azdır. Atatürk’ün Samsun’da öğretmenlerle yaptığı söyleşide, söz alan öğretmenler, “başbuğumuz, önderimiz, sen başımızda oldukça biz dünya lideri olacağız, Avrupa önümüzde diz çökecek” gibi sözlerle yalakalık yaparlar. Atatürk sözü alarak; “iltifatlarınız için teşekkür ederim” der ve mealen şöyle devam eder. “Fakat arkadaşlar her kim olursa olsun, bu ister ben olayım, hatta isterse çok yakınınız olsun, hiç kimsenin peşinden gitmeyin. Yüzyıllardır milletimiz bundan çok çekti. ‘Beşer şaşar’ derler. Ayrıca hatasız kul olmaz. Herkes yanlış yapar. O kişi sizi yanlış yerer götürebilir. Bu nedenle insanların değil aklın ve bilimin yolundan gidin, bilimi rehber edinin. Hayatta en hakiki mürşit (kılavuz) bilimdir” der. Demokrasi karşıtları ya da diktatörler böyle söz ederler mi?
İsmet Paşa, 2. Dünya Savaşından sonra, ülkenin artık demokrasiye geçebilecek aşamaya geldiğini düşündü ve 1946’da çok partili sisteme geçti, 1950’de de iktidarı kendi elleriyle seçimi kazananlara devretti. Bu kararlar alınırken CHP’de İsmet Paşa’ya karşı çıkanlar oldu. Örneğin, Recep Peker. Onu Başbakanlıktan aldı. 50’de seçimi kaybettiğinde de “iktidarı vermeyelim” diyenler oldu ki Ortadoğu’da böyle şeyler olabiliyor. Fakat İsmet Paşa onuruyla koltuğunu bıraktı. Oysa iktidarın yeni sahipleri, zamanla totaliterleştiler ve kendilerini iktidar koltuğuna oturtan İsmet Paşa’nın yurt gezisi yapmasını ve Meclis’te konuşmasını engellediler, hatta taşlı sopalı saldırılara maruz bıraktılar. Bunlar demokrat, İsmet Paşa totaliter öyle mi?
Ayrıca İsmet Paşa, tarihimizde parti genel başkanlığını demokratik yoldan kaybeden tek liderdir. Demek ki diktatör denilen İsmet Paşa parti içi demokrasiye de inanan bir lidermiş…
Şerif Mardin Cumhuriyeti kuranları totaliterlikle suçlarken, AKP iktidarını hiç eleştirmemiş, kadınların yaşam tarzına karışılmasını, “mahalle baskısı” ile açıklayarak iktidarı temize çıkarmaya çalışmıştır. Oysa apartman hayatı başlayalı, taşradaki ilçelerde bile mahalle kalmadı…
Diğer söylemlerin de tümü yalandır. Örneğin, “toplumun kültürel ve dini değerlerine karşı olmak ya da Batıcı olmak gibi. Cumhuriyetçiler kimsenin dini değerlerine ve ibadetine karışmadı. 1940’larda, dindar bir ailede doğmuş biri olarak buna az çok tanık olduğum gibi, beş vakit namazını kılan babam ve diğer büyüklerimden de hiçbir yakınma duymadım. Tersine onlar, Cumhuriyeti kuranlardan her zaman hayırla söz ettiler ve dualarını esirgemediler.
Cumhuriyetçiler halkın ibadetine karışmamış ama din istismarı yoluyla halkı sömürmek isteyenlere göz açtırmamış; başta medreseler olmak üzere bu amaca hizmet eden odakları kapatmıştır. İşte bugün dillendirilen yalan, fitne ve fesadın kaynakları bu sömürgenlere dayanmaktadır. Günümüzde samimi dindarlar, bunlara “Din Baronları” demektedir. Karşıdevrim başlayınca bunlara gün doğmuş ve din istismarı yaparak halkı soymak yeniden çok kazançlı bir meslek olmuştur. Sayıları hızla artan bu meslekten, okunmuş takunya, kefen gibi şeyler satan küçük esnaf düzeyindekiler bile milyonluk villalarda oturacak kadar kazanmakta, büyükleri siyaset yoluyla küplerini doldurmakta ya da ticaret yoluyla holding sahibi olmaktadır. Yani çok kolay ve çok karlı bir meslektir…
Atatürk, “kültürümüz, eski devrin hurafelerinden, toplumsal yapımızla hiç de ilgisi olmayan yabancı düşüncelerden, doğudan ve batıdan gelebilecek tüm etkilerden tamamen uzak, ulusal karakterimiz ve tarihimizle bağdaşabilir olacaktır” sözleriyle ulusal kültürü savunmuş; Türk Tarih ve Türk Dil Kurumunu kurarak, kültürün ana ögesi olan tarihimizi öğrenmemizin ve dilimizin geliştirilmesinin yolunu açmıştır. Osmanlı’da Türk dili terk edilmiş olduğu gibi, Osmanlı ve biraz da İslam tarihi dışında eski Türk tarihinden de söz edilmiyor ve bilinmiyordu. Dilini kaybeden ve tarihini bilmeyen uluslar ulusal bilince sahip olamaz/ ulusal kimliklerini kaybederler. Emperyalistler ve uşaklarının sürekli tarihimize saldırmaları ve dilimizi yozlaştırmaya çalışmalarının nedeni budur.
Batıcı olmaya gelince; Atatürk hiçbir zaman Tanzimat Batıcıları gibi Batı taklitçisi olmamış; “Türkiye ne Amerikanlaşacak, ne de Batılılaşacaktır. Türkiye yalnız özleşecektir” demiştir. Atatürk ve Batıcılığı anlamak için biraz uygarlık tarihi bilmek gerek.
Uygarlıklar insanlığın ortak mirasıdır. Her uygarlık, geçmiş uygarlıkların birikimi üzerine kurulmuştur. İlk uygarlıklar olan Çin, Hint, Sümer ve Mısır uygarlıkları diğer uygarlıkların ve dinlerin temelini oluşturmuş; diğer uygarlıklar bu temel üzerinde gelişerek yükselmişlerdir. Uygarlık Ortadoğu’dan Anadolu’ya gelmiş; burada birbirini izleyen 40’ın üzerinde uygarlık geliştikten sonra, bunların üzerinden Greko-Romen Uygarlığı yükselmiştir. Roma İmparatorluğu çöküp Ortaçağ’a girildikten sonra, Avrupa’nın bıraktığı uygarlık bayrağını Müslümanlar almış ve İslam Uygarlığı doğmuştur. İslam Uygarlığı üzerinden de insanlığın şu an sahip olduğu son uygarlık olan Avrupa ya da Batı Uygarlığı yükselmiştir. Yaşadığımız zamanın uygarlığı olduğu için buna “Çağdaş Uygarlık” da denir. Atatürk “muasır medeniyetin üzerine çıkmak” derken, işte bu uygarlığı aşıp yeni bir uygarlık kurmayı hedef göstermiştir. Çünkü sömürü ve tüketime dayalı vahşi kapitalizm üzerine kurulu Avrupa uygarlığının insanlığa da doğaya da aykırı olduğunu görmüştür.
* * *
Aslında Şerif Mardin’in tezlerinin yanlışlığını anlatmak için bu kadar uzun yazıya gerek yok, başka bir Mardinlinin, Aziz Sancar’ın yaşam öyküsüne bakmak yeterlidir.
Aziz Sancar, Şerif Mardin gibi aristokrat ya da burjuva bir ailenin çocuğu değil, Mardin’in Savur ilçesinden yoksul bir köylünün 11 çocuğundan biri. Okuma yazması bile olmayan bu yoksul köylü yurttaş, eşinin de teşvikiyle Cumhuriyet’in sağladığı parasız eğitim olanaklarından yararlanarak çocuklarını okutuyor; aralarından biri general biri profesörlüğe kadar yükseliyor ve Nobel Bilim Ödülü kazanıyor.
İşte, ” halktan uzak, halkı ezen, millete tepeden bakan, ceberrut” dedikleri Kemalist devlet, böyle bir devletti. Eğitim parasızdı. İlkokulu bitiren bir köylü çocuğu Devlet Parasız Yatılı Sınavını kazanarak ortaöğretimini yapabildiği gibi öğretmen okulları, askeri ortaokullar, kızlar için ebe- hemşire okulları gibi birçok okulda parasız okuyabiliyordu. Fırsat eşitliği de vardı. Örneğin, köy öğretmeni olmak üzere öğretmen okulunda okuyan bir öğrenci, başarılı ise yüksek öğretmen okuluna gidebiliyor ve lise öğretmeni, hatta profesör; astsubay olmak üzere ortaokula başlamış bir çocuk başarılı ise askeri liseye, orada da başarılı olursa askeri tıbbiyeye geçebiliyor ve böylece doktor, profesör, general, hatta genelkurmay başkanı olabiliyordu. Aziz Sancar ödül aldıktan sonra yaptığı birçok konuşmada bunları dile getirdi ve “başarısını Cumhuriyet’e borçlu olduğunun” altını çizdi; ödül beraatı ve madalyasını da Atatürk’ün manevi şahsiyetine sunulmak üzere Anıtkabir Müzesi’ne teslim etti.
Emperyalist ülkelerin gazetecileri, Orhan Pamuk gibi Aziz Sancar’dan da Türkleri aşağılayan, Türkiye’nin bölünmesine yarayabilecek bir haber çıkartabilmek için etnik kökeni ile ilgili sorular sordular. Oysa aynı yıl Nobel kazanmış 15’e yakın diğer kişiye, böyle bir soru sormak akıllarına gelmedi. Sayın Sancar, tekrar tekrar ısrarla sorulan tuzak sorulara kesin ve net bir yanıt vererek tümünü susturdu: “Türküm o kadar...” Ne yazık ki bizim ajan gazeteciler de aynı soruyu, aynı şekilde sordular ve onlara da aynı şekilde yanıt vererek, bizimkilerin heveslerini de kuşaklarında bıraktı.
Aziz Sancar ya da Sancar ailesi bir istisna değil; bu konuda daha yüz binlerce örnek var. Örneğin, benim de benzer bir yaşam öyküm var. AKP’nin Milli Eğitim eski bakanlarından Hüseyin Çelik de böyle. Üniversitemizin temsilcisi olarak katıldığım 2007’deki Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Kurul toplantısında, divan başkanı olan kendisi ile bu konuda tartışmıştık. Bir diğer örnek Kılıçdaroğlu. O da aynı olanaklardan yararlanarak okuyup CHP Genel Başkanlığına kadar yükselmiştir.
Karşıdevrim sürecine girilince iktidarlar, devletin eğitim bütçesini yavaş yavaş kısmaya başladılar. Parasız yatılı okullar teker teker kapatıldı. Boşluğu imam hatip okulları ile tarikat/ cemaat yurtları, pansiyonları doldurdu. Üstelik bunların giderlerini de fazlasıyla devlet karşılıyor. Şöyle ki bunlara yapılan bağış vergiden düşülüyor. Bir milyon bağış yapana örneğin, 10 milyonluk makbuz kesiliyor; alan memnun, veren memnun; kaybeden devlet/ millet ve çocuklar oluyor. Sonuçta yoksul çocukları bunların eline kaldı. 15 Temmuz darbe girişimine katılanlar böyle yetiştiler. Şimdi FETÖ gitti, yerini Ensar, Menzilciler, Süleymancılar vd. aldı. Yarın bunlar ETÖ olarak, METÖ olarak, SÜTÖ vs. olarak karşımıza çıkacaklar.
Şerif Mardin’in ölmesi sağcı, Siyasal İslamcı, tarikat/ cemaatçi, işbirlikçi Tanzimat Batıcıları ve diğer Cumhuriyet düşmanlarına yeni bir saldırı fırsatı verdi. Eli kalem tutanlar bol bol övgüler yazdı. AKP, cenazeye üst düzeyde katıldı, Tayyip Erdoğan başsağlığı mesajı yayımladı. Ancak Cumhuriyeti ve CHP’yi kuranlara düşman iç ve dış odaklara, kitapları, yazıları ve konuşmalarıyla en çok saldırı malzemesi sağlayan Şerif Mardin hakkında, en övgü dolu konuşmayı CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu yaptı. Partisinin düzenlediği Eğitim Kurultayı’nda konuşan Kılıçdaroğlu, Atatürk ve Kemalist Eğitim Sistemi’nden söz etmeksizin, herhalde Saidi Nursi çalışmasını göz önünde bulundurarak, “Mardin’in insanlarımızın anlam dünyalarının derinliklerine eriştiğini” öne sürdü. Oysa kendisi de Aziz Sancar gibi Cumhuriyet sayesinde okuyabilmiş ve buralara kadar yükselmiş, yoksul bir Anadolu çocuğuydu. Yazık…