Odatv.com
Osman Başıbüyük
Türbanı Türkiye’de teşvik eden Avrupa şimdi yeni bir oyun peşinde
Şimdi AKP’nin gurbetçiler üzerinden uygulamaya koyduğu algı operasyonu ve seçim stratejisine gelelim. Bu operasyonla tüm dikkatler Avrupa’da en fazla göçmen nüfusa sahip Müslüman Türklerin üzerine çekilmiştir.
Yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarına oy kullanma hakkı, ilk defa 2014 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tanındı. Erdoğan’ın aldığı %62,3 oy oranı, AKP’nin yurtdışında çok büyük bir potansiyele sahip olduğunu göstermişti. Fakat oy kullanmak için ilgili T.C. Büyükelçiliği veya Konsolosluğundan randevu alma şartı, katılımı düşük tutmuş, yurtdışında kayıtlı olan 2 milyon 972 bin seçmenin sadece %8,3’ü sandık başına gitmişti.
Yurtdışındaki seçmenlerin oyu, neticeyi %5,2 etkileme potansiyeline sahip. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde randevu sistemi kaldırılınca, katılım oranı %35’in üzerine çıktı. Gümrük kapılarındaki oylar da dahil edildiğinde bu seçimde kullanılan 1 milyon 41 bin geçerli oyun %49,9’unu AKP, %17,2’sini CHP, %9,3’ünü MHP ve %20,3’ünü HDP aldı.
Yenilenen 1 Kasım 2015 seçimlerinde ise katılım oranı artmaya devam ederek %43,7’ye ulaştı. Geçerli olan 1 milyon 285 bin oyunun dağılımı şöyle gerçekleşti: AKP %56,2; CHP %16,4; MHP %7,1; HDP %18,2
Bu istatistiki veriler, yurtdışında seçime katılım oranı arttığında, AKP’nin oy oranının %60’ların üzerine çıkabileceğini göstermektedir. Aynı zamanda bu veriler, yurtdışı oylarının referandumda AKP’ye 1,5 ila 2 puan civarında bir katkıda bulunabileceğine işaret etmektedir.
Türkiye’deki kamuoyu yoklamaları evet-hayırların başabaş olduğunu gösteriyor. Bu sebeple yurt dışından gelecek oylar, AKP’nin seçim stratejinin en kritik noktasını oluşturmaktadır. Bu gerçeklik yeni olmayıp, son üç seçimdir AKP, yurtiçinde yaşadığı düşüşü yurtdışından alacağı oylarla telafi etme stratejisi benimsemiştir.
GURBETÇİLER AKP TARAFINDAN İSTİSMAR EDİLİYOR
AKP’li vekil Metin Külünk, partinin yurtdışı seçim stratejisini 7 Hazin seçimleri öncesinde şu sözlerle ifade etmiştir:
“…Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın dil, kültür, din gibi, yaşadıkları ülkede karşılaştıkları ayrımcılık; ikircikli, baskıcı politikalar karşısında yalnız olmadıklarını hissettirecek temel bir duruşun karşılığı olmak üzere bir siyaset tarzının adıyız biz…”
Bu ifadeden açıkça anlaşılacağı üzere, AKP’nin yurtdışı seçim stratejisi; Avrupa’da artmakta olan yabancı karşıtlığından rahatsız olan Türk vatandaşlarının, bu hassasiyetinden faydalanma üzerine kurulmuştur.
Nitekim bu strateji, anayasa referandumu öncesinde kendisini had safhada göstermeye başlamıştır. Almanya ile yaşanan krizi Hollanda takip etmiştir. Hollanda kendi seçimlerini gerekçe göstererek AKP’li bakanların kendi ülkelerini ziyaret ederek anayasa referandumu için kampanya yapma taleplerini defalarca geri çevirmiştir. Israrın meydan okuma boyutunda varması üzerine Hollanda makamları, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun uçağının diplomatik iniş kleransını iptal etmiştir. Bütün bunlara rağmen AKP Hükümeti, ısrarlarında kararlı olmuş, en tepeden gelen emirle Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın, izinsiz olarak Almanya’dan, Hollanda’ya geçmesiyle yeni bir diplomatik krizin fitili bilerek ateşlenmiştir.
Sözcü gazetesi yazarı Yılmaz Özdil 14 Mart’ta yazdığı “Kehanet” başlıklı yazısında, Hükümetin referandum kampanyası için şubat ayı başında çekti reklam filminin senaryosunu anlatarak Almanya ve Hollanda krizlerinin bir kurmaca olduğunu iddia etmektedir.
Reklam filmi senaryosunda; Türk milli takımına haksızlık yapan hakeme, sahaya koşarak giren kırmızı beyaz renklere bürünmüş küçük bir kız çocuğu, kırmızı kart göstermektedir. Bunun üzerine farklı kulüplerin formalarını giyen gurbetçiler hep birlikte ayağa kalmakta ve milli duygular kabarmaktadır.
Bu senaryodaki küçük kız çocuğu, kıyafet hariç, Bakan Kaya ve Hollanda’da yaptıkları ile örtüşmektedir. Anlaşılacağı üzere AKP, yurtdışından alınacak 1-2 puan oy için bir algı operasyonu içindedir. AKP, gurbetçi oylarını devşirerek bu referandum kampanyasını kazanabilir. Ancak bu algı operasyonundan, asıl kazançlı çıkacaklar başta Almanya olmak üzere, gurbetçilerin yaşadığı diğer ülkeler olacaktır. Türkiye ve özellikle gurbetçilerimiz ise uzun vadede bu oyunun büyük zararını görecektir.
ALMANYA’NIN SİNSİ ENTEGRASYON STRATEJİSİ
Gurbetçilerin Almanya’ya entegrasyonu 1990’lardan beri konuşula gelmiştir. Entegrasyon konusunda Alman eski içişleri bakanı Otto Schily, “en iyi entegrasyon asimilasyondur” demişti. Merkel de iktidara geldikten sonra, çok kültürlülüğün öldüğünü açıklayarak bir anlamda Schily’i tekrar etti.
Almanya’nın entegrasyon stratejisi, 2 temel üzerine oturmaktadır: 1) Yabancıların bir kısmın tamamen asimile olması; 2) Asimilasyona direnenlerin entegrasyondan tamamen dışlanması ya da negatif entegrasyon.
Asimilasyon, insanların kendi öz kültürlerini açıkça inkâr etmeleri anlamına gelmektedir. Bu kısma girenler artık Türk kimliklerinden vaz geçmiş olacak, bir başka deyişle eski kimliklerinden utanmaya başlayarak onu gizleme ve yok sayma noktasına geleceklerdir.
Negatif entegrasyon ise; asimile olmayı reddeden insanların bir anlamda toplumdan dışlanarak gettolara itilmesi anlamına gelmektedir. Nüfusu giderek azalmakta olan Almanya, asimile olmayan yabancıların toplumun üst katmanlarına çıkmasını istememektedir. Bunu engellemek maksadıyla, Almanya’da azınlıklar kendi yerel kültürlerini yaşatmaları için desteklenir. Bu maksatla dernek kurabilir, her türlü sanatsal faaliyette bulunabilirsiniz. Vatandaşı olduğunuz ülkenin iç siyasetiyle ilgili olmak kaydıyla her türlü siyasi faaliyette bulunabilir, istediğiniz gibi sokak gösterileri yapabilirsiniz. Ama iş, entegrasyona direnen yabancıların Alman siyasetine karışmasına, toplu halde hareket etmesine veya evrensel işler yapmasına gelince tüm kapılar yüzünüze kapanacaktır.
Almanlar ırkçı kimliklerini muhafaza eden bir millettir. 2’nci Dünya Savaşı arifesinde çıkardıkları bir kanunla, Yahudileri kendilerinden ayırt etmek için ikinci bir isim olarak Yahudi ismi almaya mecbur tutmuşlardı. Kimliğine bakarak birinin Yahudi olup olmadığını anlamak mümkündü. Ancak dışardan bakıldığında tip olarak bir Yahudi’yi ayırt etmek mümkün olmuyordu. Bunun üzerine yerel yönetimler, kendi başlarına bazı kol bandı uygulamaları yapmaya başladılar. Sonuçta olay bir standarda bağlandı. Çocuklar hariç tüm Yahudilerin üzerinde siyah Davut yıldızı olan ve Yahudi yazan sarı bir kol bandı takmasına karar verildi. Böylece Yahudiler artık sokakta çok daha kolay fark edilebiliyordu. Bu uygulamalarla Yahudiler gettolarda yaşamaya zorlandı, toplumun aşağılanan en alt tabakasına itilmeye çalışıldı.
Bugün de Almanlar benzer uygulamaya modern yöntemlerle devam etmektedir. Daha 1960’lı yıllarda Türkiye’de türban tarzı başörtüsünün yaygınlaşmasını Şule Yüksel Şenler’in yanındaki Maria isimli Alman gelin vasıtasıyla Almanlar teşvik etmiştir. Bu yıllar, CIA’nın Müslüman Kardeşler Örgütünün merkezini Münih’e taşıdığı yıllara denk gelmektedir. 1970’den itibaren Münih’teki Camii (The Islamic Center of Munich) Müslümanlar üzerinde oynanan oyunun merkezi haline gelmiştir.
Almanlar soğuk savaş stratejisini günümüzde de devam ettirmekte, Müslümanların yerel kıyafetlerle dolaşmalarını teşvik etmektedir. Böylece sakal, cüppe ve başörtüsü gibi dini sembollerle Müslümanlar, kendiliğinden, kimliklerinin ayırt edilmesine müsaade etmektedir. Bu süreçte toplumdan dışlanan Müslümanlar, yavaş yavaş gettolarda kendi dünyalarında yaşamaya zorlanmaktadır. Bu mekanizma Müslümanları gelişmekten alıkoyarak her zaman düşük ücretli, Almanların kabul etmediği işlere mahkûm etmekte, toplumda statü atlamalarını imkânsız hale getirmektedir. Bu manada Almanya, AB Adalet Divanının, işverenin çalışanların görünür dini semboller (başörtüsü) kullanmasını yasaklayabileceği kararını hiçbir zaman uygulamayacaktır.
BUNDAN SONRA GURBETÇİLERİ DAHA ZOR GÜNLER BEKLİYOR
Şimdi AKP’nin gurbetçiler üzerinden uygulamaya koyduğu algı operasyonu ve seçim stratejisine gelelim. Bu operasyonla tüm dikkatler Avrupa’da en fazla göçmen nüfusa sahip Müslüman Türklerin üzerine çekilmiştir. Avrupa kamuoyunda Müslümanlara karşı zaten var olan negatif tepki, giderek artarak devam ederken, zamanla tepkinin merkezinde Türkler yer almaya başlayacaktır. Bu süreç, Türk gurbetçilerde doğal olarak karşı tepki yaratacak; karşı tepki, gurbetçileri dertlerini dile getiren, onlara sahip çıktığı algısını yaratan Siyasal İslam’ın temsilcisi AKP’ye daha fazla yönlendirecektir. Böylece Vahabizme öykünen yeni dini kimlikleriyle büyük kitleler, Hristiyan Avrupa’nın Müslüman gettolarında daha kolay sefalete zorlanacaktır. Bu tuzaktan kurtulmak isteyenler ise, kimliklerini reddederek asimilasyona mahkûm edilecektir. Uzun dönemde hem manevi hem de ekonomik açıdan kaybeden gurbetçiler ve Türkiye olacaktır.