DİN İNANÇ ŞİRK *** Şirk dindarları Hazreti Muhammed’i dinsizlikle suçluyordu *

Cemil Kılıç
Odatv.com

Şirk dindarları Hazreti Muhammed’i dinsizlikle suçluyordu

Mevcut ve egemen dindarlık anlayışında, yoksul, varsılın sömürdüğü bir köledir.  Yoksul, siyasetçinin makam ve saltanatı için ölmesi gereken potansiyel sözde şehit adayıdır.

İslam kültüründe bir şirk inancı olarak put ve putperestlik denildiğinde ilk akla gelen; İslam öncesi Mekke Arap toplumudur. Bu sebeple putperest Mekke Arap toplumunu analitik bir biçimde incelemek, bir tevhid dini olan İslam’ın hangi sosyal ve kültürel koşullarda doğduğunu bize göstermesi bakımından çok yaşamsaldır. Bu, aynı zamanda şirk ve tevhid arasındaki mücadelenin mahiyetini gerçek boyutlarıyla idrak etme noktasında da çok önemli bir kılavuz olacaktır.

Öncelikle şunu belirtelim ki, İslam öncesi Mekke Arap toplumu birilerinin sandığı gibi dinsiz ve Allahsız bir toplum değildi. Tam tersine çok dindar ve Allah inancı çok güçlü bir toplumdu.Evet, bir kez daha yazalım; İslam öncesi Mekke Arap toplumu çok dindar ve Allah inancı çok güçlü bir toplumdu. Ve İslam çok dindar bir topluma karşı, dahası Allah inancı çok güçlü olan bir topluma karşı bir başkaldırı hareketi olarak doğdu.

O günün Mekke egemenleri açısından İslam bir dinsizlik yahut din karşıtı bir hareket olarak görülmekteydi. Dolayısıyla Hz. Muhammed de dinszilerin lideri olan baş dinsizdi.

Peki nasıl bir dindarlıktı o günün Mekkelilerinin dindarlığı?
Ve nasıl bir içerikteydi sahip oldukları “güçlü Allah inancı”?

Kastettiğimiz dönemi anlamak için başvurulan en önemli kavramlardan biri cahiliye kavramıdır. İslam öncesi Mekke dönemini cahiliye kavramıyla ifade edilmektedir. Cahiliye kavramının ne demek olduğunu bilmeliyiz ki, o dönemi doğru anlayabilelim.

Cahiliye sözcüğü Arapça “chl” sözünden gelir. Cahil sözü de aynı köktendir. Cahil, bilgisiz demektir. Cahiliye de bilgisizlik anlamını taşır. Ancak burada söz konusu olan bilgisizlik; okuma yazması olmayan, erdemsiz, hikmet sahibi olmayan, vahşi, yabanî demek değildir. Tam tersine o dönem, bilginin yaygın olduğu bir dönemdir. Mekke, o dönemde Arap yarım adasının kültürde, sanatta, bilgide en merkezi yeridir. Dolayısıyla cahiliye ile kastedilen şey başka bir şeydir.

Arap dilbilgini Ragıp el – İsfahanî, cahiliye ifadesinin kökü olan “chl” sözünün üç anlama geldiğini belirtmektedir. (El- Müfredat, chl Maddesi, Çıra Yayınları)

Birinci anlam; bir kimsenin herhangi bir şey hakkında bilgiden mahrum olmasıdır. Bu, kelimenin temel anlamıdır. İkinci anlam; bir şeyin aksini kabul etmektir. Üçüncüsü de, ister doğru, ister yanlış bir inanca inanılmış olsun, bir şeyin aksini yapmaktır.

Philip K. Hitti ise “Siyasal ve Kültürel İslam Tarihi” adlı yapıtında cahiliye sözünü şu şekilde anlamlandırmaktadır; “Arap yarımadasında, ilahî bir kitabın ya da bir peygamberin bulunmadığı döneme verilen addır.”

Cahiliye sözünü işte bu bağlamda anlamlandırdığımızda karşımıza çıkan gerçek mana; tevhid inancının aksine davranılan, şirkin egemen olduğu, bir kutsal kitap ve bir peygamberin olmadığı dönemdir.

Cahiliye döneminde son derece dindar bir toplum vardı. Şirk dininin dindarlığı toplumda egemendi. Bununla birlikte sayıları son derece az olan hanifler de vardı ki, onlar İbrahim peygamberin dini olan Hanif dininin müminleri idi. Haniflik, şirk dinine karşı tevhid inancının temsilcisiydi. Hanif sözü, anlam itibariyle; şirkten dönmek ve tevhide yönelmek demektir. Lakin Hanifler o toplumda “öteki” idiler. Hiçbir güçleri yoktu.

ALLAH’A İNANMADAN DA MÜŞRİK OLMAK MÜMKÜN DEĞİL

Şirk dininin en önemli unsuru güçlü bir Allah inancıdır. Allah’a inancı olmadan şirkin olması ve Allah’a inanmadan da müşrik olmak mümkün değildir.Şirk dininin dindarları olan Mekkeli putperest Arapların, Allah inancı hususundaki durumu Kur’an’ın İnananlar Bölümü / Müminun Suresi 84 -89. ayetlerinde şu şekilde anlatılmaktadır;

“De ki; yeryüzü ve içindekiler kimindir? Eğer biliyorsanız söyleyin. Allah’ındır, diyeceklerdir. De ki; öyleyse hiç düşünüp ibret almazmısınız? Yine de ki; yedi göğün rabbi ve o göklerin en yükseğinin rabbi kimdir? Diyecekler ki; onlar da Allah’ındır. Sen de de ki; hala Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Yine de ki; her şeyin yönetimini elinde tutan her şeyi koruyup kolladığı halde korunmaya gereksinimi olmayan kimdir? Eğer biliyorsanız, söyleyin. Diyecekler ki; Allah’tır. Sen de de ki; öyleyse nasıl oluyor da büyülenip aldanıyorsunuz?”

Görüleceği üzere putperest Araplar, Allah inancı güçlü kimselerdi. Ancak sorun şu idi ki, Allah’ı ulaşılamaz olarak yani varlıklar dünyasının dışında düşündükleri için kendilerini ona yaklaştıracak yahut onunla kendileri arasında aracılık yapacak nesnelere gereksinim duyuyorlardı. İşte bu nedenle bir takım yontulmuş nesneleri totem edinmişlerdi. Bu totemlerin ilahi varlıkla dolu olduklarını tasavvur ederek dua, kurban ve dileklerini onlara arz ediyorlardı. Oysa gerçekte tapınılan o totemler de değildi. Tapınılanlar o totemleri kullanan, onların bakımını, temizliğini yapan / yaptıran, onları koruyan Mekke kodamanları idi. Gerçekte totemler, putlaştırılmış kişilerin egemenliklerinin birer sembolü idiler. Tıpkı bir bayrak gibi… Zira bir toplumda mülkiyet kimin elindeyse egemen olan odur. Egemenlik de ilahlaşmanın temel unsurudur. Mekke toplumu Hubel, Lat, Menat gibi putlara tazim ederken aslında Ebu Leheb’e, Ebu Cehil’e ve diğer kodamanlara tapınıyordu. Çünkü mülkiyet ve hüküm sahibi olan onlardı. Totemler ise gerçekte onların hüküm ve egemenliklerinin yalnızca birer simgesi idiler.

İşte Hz. Muhammed, varlıklar dünyasının dışında düşünülen ve dolayısıyla da şirke zemin oluşturan böylesi bir Tanrı inancını reddedip Allah’ın içkinliği düzleminde bir tevhid inancını savunmuş, Mekke kodamanlarının totemlerin arkasına saklanarak sürdürdükleri egemenliklerine karşı çıkarak şirk dinine ve bu dinin dindarlarına karşı savaş açmıştır.

Bu nedenle de kesin ve keskin bir biçimde dinsizlikle suçlanmıştır.

Evet, o günün Mekke’sinde Ebu Cehil, Ebu Leheb ve yandaşları dini ve dindarlığı temsil ediyorken Hz. Muhammed ise dinsizliğin temsilcisiydi. Onlara göre Hz. Muhammed dinsizdi. Zira yanlış ve batıl da olsa yerleşik bir dine ve yerleşik bir dindarlık anlayışına karşı çıktığınızda suçlanacağınız şey dinsizlikten başka bir şey olamazdı.

Oysa Hz. Muhammed, gerçek dini ve doğru dindarlığı bildirmiştir. Gerçek din ve doğru dindarlık ise öncelikle doğru bir Allah inancıyla başlar.

Doğru Allah inancı da sözde Allah adına el konulan her şeyin tekrar ona iadesiyle mümkündür. Yani mülkiyetin, gücün, hükmün, hidayetin, övgünün vb…

LEHÜ’L MÜLK

Buna göre Kur’an, Allah’a ait olanı iade bağlamında doğru Allah inancını şu şekilde ortaya koymaktadır;

Lehü’l- Mülk…

Mülk yani egemenlik, sahip olma durumu onundur. (Hayvanlar Bölümü / Enam Suresi 73. Ayet, Aldanma Bölümü / Tegabun Suresi 1. Ayet, Yaratan Bölümü / Fatır Suresi 13. Ayet, Topluluklar Bölümü / Zümer Suresi 6. Ayet )

Lehü’l- Hükm…

Hüküm yani karar verme yetkisi, irade onundur. (Hayvanlar Bölümü / Enam Suresi 72. Ayet, Öyküler Bölümü / Kasas Suresi 70. Ayet, Öyküler Bölümü / Kasas Suresi 88. Ayet)

Lehü’l- Halk…

Halk yani var etme, yaratma gücü onundur. ( Ara Yer Bölümü / Araf Suresi 54. Ayet)

Lehü’l- Hamd…

Hamd yani övgü, övülmeye layık olma durumu onundur. (Öyküler Bölümü / Kasas Suresi 70. Ayet, Romalılar Bölümü Rum Suresi 18. Ayet, Sebe Bölümü / Sebe Suresi 1. Ayet, Aldanma Bölümü / Tegabun Suresi 1. Ayet )

Lehü’l- Esma’ül- Hüsna…

Esma’ül- Hüsna yani en güzel adlar onundur. (Gece Yürüyüşü Bölümü / İsra Suresi 110. Ayet, Taha Bölümü / Taha Suresi 8. Ayet, Ara Yer Bölümü / Araf Suresi 180. Ayet, Sürgün Bölümü / Haşr Suresi 24. Ayet)

Lehü’l- Emsal…

Emsal yani en yüce örnekler, en yüce sıfatlar onundur. (Romalılar Bölümü / Rum Suresi 27. Ayet)

Bu ayetlerde ortaya konan aidiyetler, doğru Allah tasavvurunun kılavuzu olduğu gibi şirkin de panzehiridir. “Lehü” ifadesindeki “hü” sözü ile kastedilen Allah, aslında kamudur. Dolayısıyla Allah’ındır, demek aslında kamunundur, halkındır, herkesindir anlamına gelmektedir. Bu, apaçık bir tevhiddir. Yani bir olma halidir. Birlenme, birleme halidir. Sınıfsal ayrım ve eşitsizlikleri ortadan kaldırıp halkı, mülkiyet, güç, egemenlik, karar verme yetkisi, övgüye değer olma, güzel sıfatlara sahip olma, güzel hitaplara (adlara) layık olma bakımından birleme durumudur. Yani bunların hiçbiri belli bir kişiye yahut belli bir zümreye değil bütün halka / halkın tümüne aittir.

Kur’an’ın anlattığı Allah, apaçık bir biçimde kamudur. Dr. Ali Şeriatî, Hasan Hanefi, Muhammed Taha gibi biz de bu düşüncedeyiz.

İşte Mekkeli Arap putperestler ve önderleri Allah’a yani aslında kamuya ait olan nitelikleri totemler aracılığıyla belli şahıslara veriyorlardı. Böylece o şahıslar, sözde uzaklardaki erişilmez Allah’ın yakındaki temsilcisi, gölgesi olarak onun adına sözde hüküm veriyor, egemenlik sürüyor ve övgüleniyorlardı.

Nitekim putperest Arap önderlerden Ebu Cehil tam da bu nitelemeye uygun gelecek şekilde putperstlerce “Ebu’l – Hakem” yani “Hikmetin Babası”, “Erdemli Bilginin Kaynağı”, “Bilgeliğin Babası” denilerek övgüleniyordu. Yani Müslümanların Ebu Cehil yani cahilliğin babası, cahilliğin kaynağı dedikleri şahsa müşrikler / putperestler asla hak etmediği bir sıfat veriyordu.

Gerçek adı Hişam oğlu Amr / Amr bin Hişam olan Ebu Cehil’i müşrikler açıkça Bilgeliğin Babası biçiminde niteleyip övgüleyerek onu, Allah’ın Mekke’deki gölgesi gibi görüyorlardı. Nitekim Ebu Cehil, haşa Allah adına hüküm veriyor, egemenlik sürüyordu. Bu nedenle de İslam’ı kendi egemenliğine tehlike olarak görüyor ve engellemek için herşeyi yapıyordu.

Şirk dininden dönüp İslam’a geçenlerle önce dalga geçiyor, alay ediyor, onları toplumdan yalıtmaya çalışıyordu. Amr yani Ebu Cehil öylesine bir güç sahibi idi ki, onun dalga geçtiği varsıl tüccarlar bile yoksullaşıyor, konumlarını yitiriyorlardı. Zira hiç kimse onlarla ticaret yapmaya cesaret edemiyordu. Amr, Hz. Muhammed’in 12 amcasından biriydi. Bu denli yakın olmasına rağmen yeğenine en büyük düşmanlığı yapanlardan biri de o idi.

Kim ki, Hz. Muhammed’in çağrısına uyuyor, o hemen ötekileştiriliyor, yaşam ona zehir ediliyordu. Hatta öldürülüyordu. Amr, pekçok kişiyi İslam’ı kabul ettiği için döverek, öldürerek, aç bırakarak cezalandırmıştır. Özellikle köleler, Amr’ın hışmından kurtulamamıştır. Sözgelimi; İslam’ın ilk şehidi olan Sümeyye, bizzat Amr’ın / Ebu Cehil’in mızrak darbeleriyle katledilmiştir.

iLAHLARIMIZI İNKAR EDİYORLAR”

Amr için Hz. Muhammed’in çağrısı apaçık bir isyan hareketidir. Çünkü Muhammed’in çağrısına uymak demek Amr’ın düzenine başkaldırmak demekti. Oysa o bunu böyle yansıtmıyor, “ilahlarımızı inkar ediyorlar, dinsizlik yapıyorlar” diyordu.

Hep böyle olmuştur. Kendilerini yeryüzünde Allah’ın gölgesi olarak gören bütün egemenler; Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar tevhid dinine çağıranları dinsizlikle itham etmişlerdir. Aslında onların dinsizlik dedikleri dinin ta kendisiydi. Oysa onlar kendi düzenlerini Allah’ın düzenine yani dinine alternatif olarak ikame etmeye kalktılar. Üstelik bunu da Allah’ı kullanarak yahut Kur’an’ın ifadesiyle “Allah ile aldatarak” yaptılar. Sanılanın aksine ne Firavunlar, ne Nemrut, ne Karun gerçekte apaçık bir biçimde Allah’ı inkar etmedi. Tam tersine, çok güçlü bir Allah inancına sahiptiler. Fakat kendilerini Allah adına hüküm veren seçilmiş kimseler olarak gördüler. Onlar Musa’nın rabbine, İbrahim’in rabbine itiraz ediyorlar, kendi Allah tasavvurlarını savunuyorlardı. Oysa gerçek olan, Hz. Musa’nın, Hz. İbrahim’in rabbi idi. Yani onların Allah tasavvuru idi.

İşte bir kez daha ifade edelim ki, Ebu Cehil de son derece güçlü bir Allah inancına sahipti ama Hz. Muhammed’in Allah tasavvuruna şiddetle karşı çıkıyordu. Nitekim Bedir Savaşı öncesinde ve savaş sırasında onun zafer için Allah’a ettiği dua ve yakarış bunu apaçık bir biçimde ortaya koyuyor.

Kur’an’ın Ganimetler Bölümü / Enfal Suresi 19. Ayeti Ebu Cehil ve müşriklerin ettiği duayı işaret etmektedir. Ayetin Türkçesi şu şekildedir;

“Zafer istiyorsanız, size, inananların zaferi gelmiştir. Eğer inkarcılığa son verirseniz bu sizin için daha iyidir. Ve eğer tekrar dönerseniz biz de döneriz. Topluluğunuz kalabalık olsa bile bu, size bir yarar vermeyecektir. Çünkü Allah inananlarla birliktedir.”

Bu ayetin iniş nedenlerinin (Bize göre iniş nedeni ifadesi yerine Hz. Muhammed’in bilincinde açığa çıkış nedeni demek daha doğrudur) işlendiği Ahmed bin Hanbel, Taberî, Vahidî, İbn Kesir’in ilgili yapıtlarında şu bilgiler yer almaktadır;

Ebu Cehil ve müşrikler Bedir Savaşı için yola çıkmadan önce Kâbe’nın örtüsüne yapışarak ve Bedir’e vardıklarında da haykıra haykıra ve ellerini açıp Allah’a dua etmişlerdir. Dualarında özetle ve mealen; “Ey Allah’ım, bizimle akrabalık ilişkilerini kesen, bize bilmediğimiz (senin dinine aykırı) şeyler getiren bu DİNSİZLERİ (Kafirleri), bu mal mülk düşmanlarını helak eyle! Bedir’de haklıyı galip, haksızı perişan et! Ey Allah’ım, iki ordudan daha aziz, daha güçlü olanına, iki gruptan daha hidayet üzere olanına, iki gruptan daha kerim olanına, iki kabileden daha hayırlı olanına yardım et ve ona zafer / fetih ver!” diye yakarmışlardır. (Bedreddin Çetiner, Fatiha’dan Nas’a Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/414-415)

Şirk dininin en önde gelen dindarlarından biri de Ebu Leheb idi. Bilindiği üzere Kur’an’da Ebu Leheb için bir sure / bölüm vardır. Kur’an’da Tebbet Suresi / Kurusun Bölümü adıyla yer alan bölümde Ebu Leheb’in şirk dindarlığı konusundaki yüksek gayreti ele alınıp lanetlenmektedir. Ebu Leheb diğer bütün İslam düşmanlarından daha önde gelmektedir. Bu nedenle de Kur’an’da lakabı anılarak kendisinden açıkça bahsedilmekte ve aşağılanmaktadır.

Kur’an’da geçmiş peygamberlerin dönemi haricinde kendisinden açıkça bahsedilen ve adı geçen üç kişi vardır. Biri Zeyd bin Haris, diğeri Ebu Leheb bir de Hz. Muhammed…

Zeyd, Kur’an’da adı açıkça geçen tek Muhammedî’dir. Ebu Leheb de adı geçen tek İslam düşmanıdır. Zeyd köle, Ebu Leheb ise köle tüccarı ve servet sahibi bir sömürgendir.

İşte Hz. Muhammed ve Kur’an’ın tek mücadelesi, Zeyd’leri, Ebu Leheb’lerin elinden kurtarma mücadelesidir. İslam denilen dinin temeli de budur.

Tebbet Suresi / Kurusun Bölümü bu mücadelenin bir boyutunu anlatan ürpertici ve sarsıcı bir bildirge gibidir.

Söz ettiğimiz Kur’an bölümünü sunmadan önce Ebu Leheb hakkında biraz bilgi verelim.

563 – 624 yılları arasında yaşamış olan Ebu Leheb’in gerçek adı Abduluzza bin Abdulmuttalip’tir. Yani Abdulmuttalip’in oğlu Abduluzza… Burada isim çözümlemesinden bir anlam ortaya çıkmaktadır. Abduluzza adı bize ilginç bir veri sunuyor. Uzza, Mekkeli müşriklerin taptığı putlardan biridir. Uzza’dan, Lât ve Menat adlı diğer putlarla birlikte Kur’an’da da adı verilerek bahsedilmektedir. (Yıldız Bölümü / Necm Suresi 19- 23. Ayetler)

Uzza, Mekkeli müşriklerin “Bereket İlahesi” olarak tapındıkları bir totemdir. Bereket İlahesi’nin kulu / Abduluzza tabiri ve Ebu Leheb’in azgın zenginliği bir arada düşünüldüğünde insanın şaşırmaması mümkün değil. Müşrik Arapların en önem verdiği totemlerden biri olan Uzza’nın, dişi bir ilah olarak Allah ile insanlar arasında aracı olan bir put olduğu bilgisi kaynaklarda yer almaktadır. Uzza’nun bereket yani bolluk ilahesi olması dönemin zenginlerinin bu toteme gösterdikleri özel ilginin nedenini ortaya koymaktadır.

Hz. Muhammed’in dedesi olan Abdulmuttalip’in oğullarına verdiği adlar arasında hem Abduluzza’nın hem de Abdullah’ın olması gerçekten dikkat çekicidir. Zira bu ad tercihleri dönemin inançsal yapısını da net bir biçimde gözler önüne sermektedir.

Evet, Hz. Muhammed’in dedesi bir oğluna bir putun kulu diye ad verirken diğer bir oğluna da Allah’ın kulu anlamına gelen Abdullah adını vermiştir. Abdullah peygamberimizin babasıdır. Adı Allah’ın kulu demek olan Abdullah’ın oğlu Muhammed’in en büyük düşmanı da anlamı Uzza adlı putun kulu demek olan Abduluzza adlı amcası olmuştur.

Demek ki peygamberimizin dedesi tam da dönemin inançsal yapısı gereği hem Uzza’ya tapan hem de Allah’a inanan bir dindardı. Torunu Muhammed ise işte bu ikili yapıyı bire indirme mücadelesi vermiştir. Zira onun davası tevhid davasıdıdır. Tevhid, daha önce de ifade ettiğimiz üzere birleme, bir olma, eşitlenme demektir.

İşte bu noktada tüm netliğiyle belirtelim ki, Ebu Leheb, Abduluzza olarak şirkin temsilcisi, savunucusu, savaşçısı iken Allah’ın kulu Abdullah’ın oğlu Muhammed de Lailahe İllallah’ın / Allah’tan başka ilah yoktur düşüncesinin peygamberidir.

ALEVLİ ATEŞİN BABASI

Ebu Leheb, kızıl yüzlü bir adamdı. Hatta kaynaklarda kıvılcım gibi parlak bir yüze sahip olduğu aktarılmaktadır. Bu nedenle kendisine “Kızılın babası” anlamına gelen Ebu Leheb lakabı verilmiştir. Fakat bu konuda başka bir açıklama daha vardır. Buna göre leheb, kızıl, kızıl alev, alevli ateş anlamına gelmektedir. Bu durumda Ebu Leheb, “Alevli Ateşin Babası” demektir ki kastedilen Cehennem ateşidir. Cehennem ateşinin babası manasına gelmek üzere kendisine Müslümanlarca verilen bir lakap olarak Ebu Leheb künyesi, verdiğimiz her iki açıklamaya da uygun bir tabirdir.

Ebu Leheb, peygamberimize karşı açıkça düşmanlık etmiş, bu konuda her türlü yolu kullanarak türlü zulümler yapmıştır. Sahip olduğu serveti ve konumu İslam düşmanlığı yolunda kullanmaktan hiçbir zaman geri durmamıştır.

Ebu Leheb, çok varsıl bir kimseydi. Nitekim, serveti ve malı, lakabının açıkça yer aldığı, bahsi geçen Kur’an bölümünde de vurgulanmaktadır.

Ebu Leheb ayrıca hem bir süre Haşimilerin liderliğini yapmış hem de Mekke yönetiminde yüksek söz sahibi olmuştur. Yani Mekke’nin yöneticileri arasında yer almıştır. Dolayısıyla hem ekonomik / iktisadi olarak hem de siyasi manada büyük bir güç sahibi idi. Bilindiği üzere kurulu düzenler, daima mecvut güç sahiplerini koruma yolunda ilerlerler. Sahip olunan serveti ve siyasi gücü muhafaza etmek için kurulu düzenin devamını savunmak şarttır. Kurulu düzen dediğimiz şey her şeyden önce bir ideolojiye sahiptir. Bugün için ideoloji dediğimiz şey geçmişte din idi. Her düzenin bir ideolojisi vardır. Yani her düzen bir dine dayanır. Mekke’de İslam öncesi kurulu düzenin ideolojisi de şirk dini idi. Şirk dini, Allah’a ve putlara aynı anda inama ve tapınma düşüncesini içeren ikiciliğe yani düaliteye dayalı bir ideoloji idi. İslam bu ideolojinin karşıtı olarak doğdu. Zira şirk dini; Allah ve putlar ikiciliğindeki gibi her anlamda bir ikiliğe dayanıyordu; efendi – köle, varsıl – zengin, erkek – kadın, Kureyşli – Kureyşli olmayan, Arap – Acem, egemen – mahkum vb…

İslam ise bu ikilikleri ortadan kaldırıp birliği yani tevhidi; eşitliği savunmaktaydı. İslam’ın temel iletisi ve davası da bu zemin üzerindedir.

Ebu Leheb için düalitenin / şirkin bozulması, konumunu ve servetini kaybetmesi demekti. İşte bundandır ki Ebu Leheb, Hz. Muhammed’e karşıtlığını bir ölüm kalım mücadelesi çizgisinde devam ettirmiştir. Pekçok sefer paygamberin evini taşlamış, taşlattırmış, geçeceği yollara dikenler döktürmüş, deve pislikleri attırmıştır.

Hz. Peygamberin İslam’a davet için düzenlediği toplantıları engellemeye çalışmış, insanları peygamberi dinlemekten alı koymaya uğraşmıştır. Hz. Peygamber Taif kentine gittiğinde de oradaki yandaşları aracılığıyla peygamberi çocuklara taşlattırmıştır.

Ebu Leheb, peygamber düşmanlığını hem bedensel hem de psikolojik olarak sürdürmüştür. Peygamberimizi, deli olmakla, kahin, şair ve büyücü olmakla itham etmiştir.

İşte böylesine azılı bir düşman olan Ebu Leheb, şirk dininin en önemli ve en simgesel temsilcisi olarak tarihe geçmiştir. Bu sebepledir ki Kur’an’da apaçık bir şekilde kınanmakta, lanetlenmektedir. Ebu Leheb’in en büyük yardımcısı da Ebu Süfyan’ın kız kardeşi olan karısı olmuştur. Nitekim bu nedenle karısı da Kur’an’da lanetlenmektedir.

İşte; sözü geçen Kurusun Bölümü / Tebbet Suresi bu gerçeği ifade eden ürpertici, sarsıcı ve ibretlik bir Kur’an bölümüdür. Şimdi o Kur’an bölümünü kendi çevirimiz olan “Anlamak İçin Türkçe Kur’an” adlı çalışmamızdan birlikte okuyalım;

Esirgeyen, Bağışlayan Allah’ın Adıyla…

Ebu Leheb’in elleri kurusun, kurudu da zaten.

Ne malı kurtardı onu, ne de yapıp ettikleri…

Yakında o, alevli bir ateşin içine girecektir.

Karısı da o ateşe odun taşıyacaktır.

Ve boynunda hurma lifinden bir ip olacaktır.

Bu Kur’an bölümünde aslında Ebu Leheb’in elleri ifadesiyle kastedilen Ebu Leheb’in düzenidir. Ebu Leheb’in düzeni, şirk düzenidir. Günümüz siyasi diline çevirdiğimizde denilen / denilmek istenen şudur;

Yıkılsın Ebu Leheb’in Şirk Düzeni!

Ayetlerde yıkılması istenen şirk düzeninin özellikleri bağlamında vurgu yapılan en önemli unsurun mal – mülk – servet olduğu görülmelidir. Zira, “Ne malı kurtardı onu…” ifadesi bunu ortaya koymaktadır.

Bilinmelidir ki varsıl – yoksul ayrımına dayalı her sistem şirk sistemidir. Tevhid düzeni ise bu ayrımın ortadan kalktığı, insanların eşitlendiği düzenin adıdır. İktisaden mutlak eşitliği mümkün görmeyenlerin mevcut gelir dağılımı uçurumuna karşı ciddi bir hareket içerisinde bulunmayışları, şirki içselleştirmiş olduklarının bir göstergesidir. Zira, mutlaka eşitliği mümkün görmemek demek mevcut uçurumu azaltmak için çalışmaya engel teşkil etmektedir. Hiç değilse bu uçurumu, uçurum olmaktan çıkarıp gelir farkını “makul” bir düzeye çekmek için uğraş vermek de tevhid inancına mensubiyet olarak telakki edilebilir. Lakin bundan bile kaçınıp duyarsızlaşmak, şirkin köreltici etkisine teslim olmaktan başka nasıl yorumlanabilir?

O RİTÜELLERİ MEKKELİ MÜŞRİKLER DE YAPIYORDU

Yoksulluğu ve varsıllığı Allah’ın takdiri diyerek dinsel bir meşruiyet zırhıyla koruma altına alanlar şirk düzeninin bekçileridir. Şirk düzenine itirazı kadere, tevevkküle, şükür ve kanaat inancına isyan olarak yaftalamak bunların en belirgin özellikleri arasındadır.

Şirk düzeninin çarpıklığını ve fıtrata aykırılığını farkeden ve sorgulamaya kalkanları bu şekilde inançsal bir tahakküm altına alanlar, insanları bir takım ritüellerle kandırmak ve aldatmak peşindedirler. Gerçek dindarlık olan eşitlenme mücadelesini mekanikleşmiş ritüellerin icrasıyla sindirmek, etkisizleştirmek yolunu tutanlar, dinsel ritüelleri dahi şirkin hizmetine amade kılmaya çalışmaktadırlar. Bu, dini ters yüz etmektir. Şirki İslam kisvesine büründürmektir.

Açıkça ifa edelim; tevhid inancına mensubiyetin veyahut dindarlığın göstergesi hiçbir zaman dinsel ritüelleri icra etmek ve bu hususta ödünsüz bir tavır takınmak değildir. Zira o ritüelleri Mekkeli bütün müşrikler de zaten büyük bir duyarlılıkla yapıyorlardı.

Sözgelimi; dindarlık dediğimiz şeyi namaza indirgemek hem namaza hem de dine ihanet etmektir. Zira namaz, müşriklerin de ödünsüz bir biçimde yaptıkları bir ibadetti. Kişi namaz kılarak şirkten kurtulmuş olmaz. Ta ki namazın gerçek içeriğini idrak edene kadar…

Aynı durum hac ve oruç için de geçerlidir.

Bir kez daha ifade edelim ki, namaz, oruç, hac gibi dini ayinler yani ritüeller bir dindarlık ölçüsü olamaz. Zira bu ibadetleri, Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi müşrik önderler başta olmak üzere bütün Mekkeli müşrikler de yerine getiriyordu. İşte bundan dolayıdır ki bu gibi kimselerin namazı Kur’an’da açıkça kınanmaktadır.

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara…” şeklinde apaçık bir kınama ifadesinin yer aldığı Maun Suresi / İyilik Etme Bölümü aslında şirk dindarlığını da tarif edip gözler önüne sermektedir.

Geliniz bölümü birlikte okuyalım;

Esirgeyen, Bağışlayan Allah’ın Adıyla…
Dini yalanlayanı gördün mü?
İşte o, yetimi itip kakar.
Yoksulu doyurmaya yanaşmaz.
Gösteriş için Tanrı’ya yakaranlara yazıklar olsun!
(Yazıklar olsun o namaz kılanlara!)
Onlar yakarışlarında aymazlık içindedirler.
Yaptıklarını gösteriş için yaparlar.
Üstelik iyilik edilmesine de engel olurlar.

Burada, görüleceği üzere aslında sahte dindarlıkla gerçek dindarlığın ayrımı ortaya konulmaktadır. Buna göre yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayan ve iyilik edilmesine engel olan bir insan tipinden bahsedilmektedir. Yetimi itip kakmak, yoksulu doyurmamak ve iyilik edilmesine engel olmak…

İşte bunlar sahte dindarı görmemizi ve tanımamızı sağlayacak verilerdir. Burada iyilik edilmesine engel olmak tabirini biraz açmak gerekiyor. Özgün metinde “Ve yemneunel mâun” ifadesi bulunuyor ki mâun sözü Arapçada; yardım, zekat, kamunun hakkı olan şey ve iyilik gibi anlamlara gelmektedir.

Dolayısıyla ayeti bu çerçevede bir kez daha değerlendirdiğimizde sahte dindarın en önemli özelliklerinden birinin kamunun hakkını çalmak yani halkın malını gasp etmek, halka yapılacak yardımı; zekatı, yardımlaşmayı ve paylaşımı engellemek olduğunu görmekteyiz. Bu, dini yalanlamanın yahut sahte dindarlığın sosyo – ekonomik bir göstergesidir.

Aslında sahte dindarı dindar kisvesine büründüren şeyin tüm bunların üzerine olacak şekilde bir kısım dinsel ritüellere önem vermesi olduğunu da ayetlerde apaçık bir biçimde görüyoruz. Bu durum, sahte dindarlığın bireysel – psikolojik bir göstergesidir. Yaptığı kötülükleri -ki onları yukarıda verdik- gizlemek yahut gözden kaçırmak için namaz kılmak, bu konuda çok hassas olmak yani namaza aşırı derecede özen göstermek, çokça namaz kılmak, yani namaz konusunda bir riya / gösteriş içinde olmak sahte dindarı ele veren bir davranıştır. Bundan dolayıdır ki ilk ayette ifade edildiği üzere aslında böylesi kişiler dindar görünseler de doğrudan doğruya dini yalanlayan kimselerdir. Yalanladıkları din Allah’ın dinidir. Allah’ın dini bu surede baştan sona belirtildiği üzere öz olarak iktisadi bir eylem biçimini içeren toplumsal dayanışma düzenidir. Böylece sahte dindarların dindarlıkları şirk dini kapsamında bir dindarlıktır. Allah’ın düzenine karşı şeytanın düzenine dayanan şirk dinin dindarları, tıpkı şeytanın yöntemini takip ederek gerçek dindarlık kisvesine bürünür. Yani suret – i haktan görünür. Üstelik kendisini hakka davet edenleri de dinsizlikle suçlar. Bundan dolayıdır ki hem peygamberimiz Hz. Muhammed hem de ona iman eden Muhammedîler, müşriklerce dinsizlikle suçlanmışlardır. Oysa kendileri paranın, altının, gümüşün, süslü giysilerin kısacası servetin kulu olmuş kimselerdir. Mal- mülk kulluğunu, namaz kılarak sözde Allah’a kulluk sanılsın diye çaba sarfedenler şirk dinin dindarları diye nitelenmekten başka bir sıfatı hak ediyor değildirler.

Bu noktada Hz. Peygamberin şu sözlerini anımsamakta büyük yarar görüyoruz;

“Gümüş ve altın paranın, kadifenin, süslü giysilerin kulu kölesi olan, yüzükoyun yere çakılıp gebersin. Yüzükoyun yere çakılsın da yerlerde sürünsün. Vücudunun her yanına dikenler batsın da o dikenleri çıkaramasın. O öyle biridir ki bir şeyler verildiği zaman hoşnut olur, bir şey verilmediği zaman ise asla vefa göstermez.” (Buhari, cihad 70, İbn Mace, zühd 8)

İşte kendilerine bu denli tepki koyan Hz. Muhammed’e, Ebu Leheb ve Ebu Cehil gibilerinin azılı düşman kesilmeleri boşuna değildir. Zira servetlerini başkalarının yoksulluğu üzerine inşa edenlerin, tevhidi yani eşitliği savunanlara düşman olmaları onların cibilliyetlerinin gereğidir.

Hz. Muhammed ve Muhammedîler, şirk dininin temellerini sarsan haykırışlarla mücadelelerini yükseltirken karşılarında daima yerleşik dinin dindarlarını ve onların dini söylemlerini buldular. Dolayısıyla Ebu Cehil’e, Ebu Leheb’e ve onların düzenlerine itiraz etmek, Allah’a isyan ve müşriklerin Allah’ın kızları olarak düşündükleri Lat’a, Menat’a, Uzza’ya başkaldırı olarak etiketlenmiştir. Evet, Hz. Muhammed’in ve Muhammedîlerin Lat, Menat ve Uzza gibi putlara karşı çıkışları cansız bir takım nesnelere karşı çıkış değildi. Asıl karşı çıktıkları bu putların temsil ettiği bir düzendi. O düzen Ebu Leheb’in, Ebu Cehil’in düzeniydi.

Nitekim Kurusun Bölümü / Tebbet Suresinde; “Ebu Leheb’in elleri kurusun…” denilirken kastedilenin aslında “Ebu Leheb’in düzeni yıkılsın…” haykırışı olduğunu daha önce de ifade etmiştik. Müşrikler, Hz. Muhammed ve Muhammedîlerin putlara karşı çıkışını dolaylı olarak Allah’a da isyan olarak görüyorlardı. Zira onlara göre Allah bu putlardan ayrı düşünülemezdi. Putlar onları Allah’a yaklaştıran sözde aracılardı. Onlarsız Allah’a ulaşmak mümkün değildi. Onlara karşı çıkış elbetteki Allah’a da karşı çıkıştı. Oysa bu tez gerçeğin tam karşısında yer alan şeytanî bir düşünüştü. Zira Allah’ın hiçbir ortağa ve aracıya gereksinimi yoktur.

Günümüze gelelim…

Şirk dini bugün de tüm çılgınlığıyla hükmünü sürdürüyor. Suret – i haktan görünmek bugünkü şirk dindarlarının da hiçbir zaman elden bırakmadıkları bir davranıştır. Egemen dinsel anlayışın referans alındığı güncel politik atmosfere göre davranmaya çalışan ve özellikle sermaye sahibi kişiler yahut sermaye sahibi olmak isteyen çevreler, dini kullanışlı bir argüman olarak devreye sokmak konusunda Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi Mekke kodamanlarının yol ve yöntemlerini bilinçli yahut bilinçsizce takip etmekteler.

GERÇEKTE AMAÇLARI GÜCE SAHİP OLMAK

Hepsi sözde Allah’a kulluk konusunda öncü ve önder, hepsi dinsel retoriği ağızlarına sakız etme hususunda son derece mahir ve hepsi sözde ibadet etmeyi yaşamlarının en önemli görevi addeden abid kimselerdir. Lakin gerçekte amaçları sadece mala, mülke, servete ve güce sahip olmaktır. Onlar için, yoksulların, ezilenlerin, hakkı çiğnenenlerin hiçbir önemi ve değeri yoktur.

Onlar için yoksulların tek bir işlevi vardır; sözde İslam’ın zekat ibadetini yerine getirmek için gerekli olan unsur olmak… Evet, cari islam anlayışında yoksul işte böylesi bir aygıttır sadece. Yoksulun bir kimliği ve kişiliği yoktur bu anlayışta. Egemen dincilik yoksulluğun devamını dileyen sakat ve insanlık dışı bir anlayıştır. Bu anlayışta yoksul olmazsa varsıl, zekat ibadetini yerine getirememe kaygısına düşmektedir. Böylesi bir sakat düşünceyi dindarlık sanacak kadar İslam’ın mesajını kavramaktan uzak bir şirkperestlikle karşı karşıyayız.

Mevcut ve egemen dindarlık anlayışında, yoksul, varsılın sömürdüğü bir köledir. Yoksul, siyasetçinin makam ve saltanatı için ölmesi gereken potansiyel sözde şehit adayıdır.

İslam maskesini takmış şirk dininde yoksulların şehit olmak gibi bir görevi varken, varsılların ve güç sahibi kodamanlarınsa şehitlerin ardından şehitliği kutsayacak, yüceltecek ve şehit yakınlarını uyuşturacak nutuklar atmak, çarpıtılmış ayet ve hadislerle dini bir afyon olarak kitlelere zerketmek gibi bir misyonları vardır.

İşte böylesi bir sözde dinsel atmosfer içinde egemen din anlayışını ve sahte dindarlığı yıkmak için Muhammedî dinsizlik bayrağını yükseltmek gerekir.

“Yaşanmakta olan dini reddediyorum. Zira bu din Allah’ın dini değil, o şekle bürünmüş şeytanî bir yoldur!” tarzında bir haykırışla şirk dindarlığına karşı savaş açmak şarttır.

Bu savaş dinsizlikle yaftalanmış tevhidin, dindarlıkla maskelenmiş şirke karşı savaşı olmalıdır.

Bu savaş, tıpkı tarihin gördüğü en büyük dinsiz olan Hz. Muhammed’in Mekke kodamanlarına, onların putlarına, düzenlerine karşı açtığı savaş gibi bir savaş olmalıdır.

This entry was posted in DİN-İNANÇ, İrtica, YOBAZLIK - GERİCİLİK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *