Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com
19. Januar 2016 05:55
ABDÜLHAMİD, İMPARATOR MEİJİ VE ERTUĞRUL 1890
Şu anda gösterimde olan ‘Ertuğrul 1890’ filmini izledim. Türk- Japon ortak yapımı olan filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Japon.
Film hakkında yapılan eleştiriler ve özellikle sosyal medyada yapılan yorumlar ile Başbakan Davutoğlu’nun filmi galasında yaptığı konuşma dikkatimi çekti.
Davutoğlu konuşmasında “Türk- Japon dostluğu sonsuza dek sürecektir” diyor. Devletlerarası ilişkilerde dostluk yoktur, karşılıklı saygı ve çıkar ortaklığı vardır.
Yorumlarda en çok, “ecdadımızla gurur duyduk” sözü öne çıkıyordu.
Ertuğrul 1890, benim gibi sıradan izleyicilerin sıkılmadan başından sonuna kadar ilgiyle izleyebileceği bir film. Ama filmde “ecdadımızla gurur duyacak” bir şey bulamadım. “Ecdadımızla gurur duyanlar”ın acaba filmin ana ögesi olan Ertuğrul Firkateyn ile 1890’lı yıllar, yani XIX.Yüzyıl sonu Osmanlı’sı ve Japonya’sı hakkında bilgileri var mı?
Ertuğrul Firkateyni Sultan Abdülaziz’in emriyle 1863 yılında Kasımpaşa Tersanesi’nde yapılmış, oldukça gösterişli ve güzel, ahşap bir yelkenli. (Ecdadımızla gurur duyduklarını söyleyenler ne yazık ki Ertuğrul gibi anısı olan birçok başka savaş gemisinin de yapıldığı ve temeli Fatih tarafından atılmış olan, tarihi önemi paha biçilmez bu tersaneyi yıkarak AVM yapıyorlar.) Gemi daha sonra İngiltere’ye gönderilerek makine ve kazanları monte edilmiş, zamanına göre modern silah ve araçlarla donatılmıştır.
II.Abdülhamit tahta geçince, Donanma’nın darbe yapmasından korktuğu için, diğer gemiler gibi Ertuğrul’u da Haliç’e kapatmıştır. (Ecdattan çok söz edenler de günümüzde kumpas kurarak Donanmamızı çökertmeye çalışmışlardı.)
Orhan Karaveli, “Kendi Heykelini Yapan Adam- İlhan Selçuk” adlı kitabında, İlhan Selçuk’un Ergenekon tertibi ile gözaltına alınıp gece gündüz, 5 gün insanlık dışı sorgulandıktan sonra hayatını kaybetmesini, benim de arkadaşım olan Prof. Dr. Sacit Yıldız’dan duymuş olduğu bir sözle açıklamaktadır; “yaşlı insanlar ahşap teknelere benzer. Ahşap tekneler bakımları yapıldığı sürece iç denizlerde yıllarca çalışırlar. Fakat açık denizlere çıkacak olurlarsa, hırçın ve büyük dalgalara dayanamaz, parçalanır, yok olurlar. Yaşlı insanlar da dingin ve sağlıklı yaşadıkları sürece yaşamlarını sürdürürler. Fakat büyük sıkıntılar, stres ve travmalarla karşılaştıklarında dayanamaz ve yaşama veda ederler.”
Ertuğrul Firkateyni böyle bir gemidir. Harap ve bakımsızdır, açık denizlere dayanabilecek yapıda değildir.
O zamanlar Osmanlı’da yeterli teknik eleman olmasa gerek ki gemi makine mühendisi olan Başçarkçıların hepsi İngiliz imiş. Ertuğrul’un Başçarkçısı Harty, “geminin kazan ve makinelerinin harap durumda olduğunu, uzun zamandır bakım ve onarımlarının yapılmadığını, aslında teknenin de açık denizlere dayanamayacağını” bildirmiş, fakat kimse dinlememiş ve ceza olarak onu Adalar’a çalışan bir küçük gemide görevlendirmişler. (Filmde de ateşçilerin geminin kazanından “Kocakarı” diye söz etmeleri, eski ve bakımsızlığına işaret etmektedir.) Aynı şekilde Donanma da görevli Ferik rütbeli, İngiliz Amiral Vodz da benzer bir rapor yazmış ve “Ertuğrul Japonya’ya gidip gelebilecek durumda değildir” demiştir. Fakat bizimkiler bunları dinlememişler, Padişaha “bir şey olmaz Sultanım. Keferelerin bizim iman gücümüzden haberleri yok. Ecdadımız gemileri karada bile yürüttü. Evvel Allah, bizim aslan leventlerimiz Şanlı Ertuğrul’umuzla Japonya’ya gider gelirler” demişler.
Sonunda Abdülhamit’in Japon İmparatoru Meiji’ye gönderdiği değerli armağanlarla imtiyaz nişanını yüklenerek 681 personeliyle 14 Temmuz 1889’da yola çıkılmıştır.
Altı ay sürmesi hesaplanan yolculuk, gemide sık sık çıkan arızalar ve bunları gidermek amacıyla yaptırılan onarımlar nedeniyle 11 ay sürmüş. Japonya’ya varıp armağanları İmparator’a ve İmparatoriçe’ye sunmuşlar. İmparator’un kendilerine verdiği çeşitli armağanlar ve nişanları da aldıktan sonra, dönüş hazırlığına başlayarak 15 Eylül’de yola çıkmaya karar vermişler.
Japon meslektaşları bizimkileri uyarmış, “şu anda Japonya’nın tayfun mevsiminde olduğunu ve bunun ekim ayına kadar süreceğini, bu günlerde denize açılmanın tehlikeli olabileceğini” bildirmişler, fakat bizimkiler “evvel Allah!” diyerek kararlarını değiştirmemişler
Bu kararda en önemli etmen, ödeneğin tükenmiş olmasıdır. Aslında yola çıkmadan önce yeterli ödenek verilmiş, fakat yolculuğun uzaması ve ortaya çıkan onarım giderleri dolayısıyla ödenek yarı yola gelmeden tükenmiş. Bunun üzerine Yahudi ve Rum Galata bankerleri aracılığıyla birkaç kez ek ödenek gönderilmiş. En son gönderide, “bu son, bundan sonra para istemeyin” notu düşülmüş.
681 personelin günlük giderleriyle geminin kömür parasını hesaplayan kaptan bekleyecek zaman olmadığını düşünmüş ve 15 Eylül 1890’da “vira bismillah” emrini vermiş. Fakat aynı gece patlayan tayfundan kurtulmak amacıyla kıyıya yakın seyrettiği için kayalıklara çarpmış, bu arada dalgalara karşı yol alabilmek için aşırı yüklenilen kazan da patlamış ve parçalanarak sulara gömülmüştür.
Filmde kayalıkların hemen yakınında bulunan bir köyün insanlarının, patlamayı duyunca dışarı fırlayıp, kazazedeleri kurtarmak için gösterdikleri olağanüstü çabalar gösterilmekte. Fırtına, şiddetli yağmur, dev dalgalar; tam anlamıyla cehennem gibi bir gece; buna karşın insanlar yaşamlarını tehlikeye atıp buz gibi denize atlıyor ve kurtarabildiklerini kıyıya çıkarıyorlar. Kurtardıklarını yaşatabilmek için insanüstü çalışıyorlar. Buz gibi suda vücutlarının soğuması nedeniyle hipotermi komasına girmek üzere olan olanları, soyunup sarılarak kendi vücut sıcaklıklarıyla kurtarıyorlar. O kadar ki erkekler yeterli olmayınca kadınlar da soyunarak aynı işi yapıyor. Bu insanların, bu kadar özverili çabalarına karşın, ne yazık ki ancak 59 kişi kurtarılabiliyor.
Borç batağına saplanmış olan devlet, bu kadar riski göze alarak bu gemiyi neden Japonya’ya gönderdi? Sorunun yanıtını bulmak için 1890’lar Osmanlı ve Japonya’sını bilmek gerek. Bunu da ayrı bir yazıda anlatalım.
Süleyman Çelik