ABC Gazetesi.com
Ayşenur ARSLAN
25.01.2016
Cemaat Erdoğan’ı ‘korkutarak’ kandırmıştı
2008 yılı, fırtına gibi başlamıştı. Daha yılın ilk günlerinde, Başbakan Erdoğan İspanya’dan Türkiye’ye, başörtüsü için “velev ki siyasi simge” mesajı göndermiş.. Rotasını nereye çevirdiğinin en net işaretini vermişti.
O mesaj, en önce liberal demokratlar tarafından alkışlanmıştı. Zira o günler, “askeri vesayetin sona ereceği, özgürlüğün yeşereceği” devri müjdeliyordu!!
Ergenekon’daki tutuklama furyası da, yine bu “masalın” coşkusu ile karşılandı. AKP ve yandaşları; kim ne iddia ile tutuklanıyor, kim neyle suçlanıyor, hiç aldırmadan onayladı.
Meslek hayatımın en zor dönemlerinden biriydi. AKP’nin ajandası öyle büyük bir destek görüyordu ki, Birand’ın ve Kanal D Haber kadrosundaki pek çok ismin adeta gözleri bağlanmıştı.
O dönemden, aklımda kalan en çarpıcı sayfa, Avni Özgürel’in söyledikleri oldu. 1980’lerde Nokta Dergisi günlerinden tanıdığım ve arkadaş olarak sevip güvendiğim bir isimdi (isimdir) Avni Özgürel.
Bir gün, aynen şunları söyledi:
“Göreceksin, bu iş çok büyüyecek. Ergenekon’dan sonra sıra subaylara gelecek. Ordu’da üst düzey generaller bile tutuklanacak. Daha sonra yargıya sirayet edecek. Ve en sonunda da sıra AKP’ye gelecek.”
Çok şaşırdığımı, “yok canım!” dediğimi hatırlıyorum. Sözlerini tekrar etti. “Göreceksin” dedi.İddiasının sıralamasından da anlaşılacağı üzere, Avni, Ergenekon ve o sırada henüz başlamamış olan (Balyoz) TSK operasyonlarının arkasında Cemaat’in olduğunu düşünüyordu.
Sonraki yıllarda Avni’nin sözlerini sık sık hatırladım. AKP ile Cemaat arasındaki gerilimi –daha dışa vurulmaya başlamadan önce- adım adım izleyip gözledim.
İşaretleri kamuoyundan ve hatta medyadaki kimi isimlerden önce görmemde, Avni’nin iddiası kadar, çok kritik bir ismin “tesbiti” de önemli rol oynadı: Dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner.
BABAM VE MİT YILLARI
Bu noktada bir parantez açmalıyım.
Medya mahallesinin bildiği üzere, babam uzun yıllar MİT’te çalışmıştı. Benim sol hareketlerin içindeki gençlik yıllarıma denk geldiği için, babamla “görevi nedeniyle” hep çatışırdık. Ben, onun MİT görevlisi olmasından utanır, üzülürdüm.
MİT’te neler yaptığını, 1973 yılında neden “kovulduğunu” öğrenmem, bu yüzden uzun yıllar sonra mümkün olmuştu.
Babam, görevi gereği Güneydoğu konusunda derinlemesine çalışmalar yapmıştı. Ve sonrasında, iki arkadaşıyla birlikte hazırladığı raporu MİT Müsteşarlığı’na sunmuştu. Raporda, kabaca ve özetle şu söyleniyordu: “Asker, bölge halkına, işgalci düşman ordusu gibi davranıyor. Bu tutum değişmezse, istikrar ve barış sağlanamaz..”
Bu tesbit ve öneri üzerine re’sen emekli edilerek MİT’ten kovulan babam, dava açmıştı. Avukatları Uğur Alacakaptan ve Uğur Mumcu, davayı kazanmıştı. Ancak, o sırada iktidara gelmesine rağmen, Bülent Ecevit mahkeme kararını uygulayamamış, babam ve arkadaşları göreve dönememişti.
Ecevit, o günleri, yıllar sonra Can Dündar ve Rıdvan Akar’a verdiği (ve kitap olarak bakılan) röportajda anlatacak.. Başbakanlığında, elinin kolunun nasıl bağlandığını ima yoluyla da olsa dile getirecekti.
İşte o çalkantılı dönemde, babamın yanında yer alan isimlerden biri, ona “abi” diye hitap eden genç Emre Taner’di.
MİT’TE BULUŞMA
Emre Taner böyle önemli bir kişiydi bizim için. Ama ben, şahsen tanımıyordum. Bir yerlerde karşılaşmış olsak da hatırlamıyordum. Bu nedenle, randevuyu Kanal D Haber’in Ankara Bürosu vasıtasıyla almıştım.
2008 yaz başında bu randevu için gittiğim Ankara’da, iki genç beni kaldığım otelden aldı. Dikkatimi çeken ilk şey, arabanın 50 kilometreyi geçmediği oldu. İkincisi de, müsteşarlık yerleşkesine gidinceye kadar üç kez telsizle “geliyoruz, geldik” diye bilgi verilmesiydi.
Ana binaya, X Ray cihazından geçerek girdim. Cep telefonum alındı. Ve Özel Kalem’den bir görevlinin refakatiyle yukarı kata çıktım. Emre Taner’le “resmen” tanıştım.
Önce babam ve ailem hakkındaki sorularını yanıtladım. Sonra sadede geldik.Kayıt edilmeyen, not tutulmayan bir görüşmeydi bu. Doğrusu not tutmaya da ihtiyaç yoktu. Çünkü sorularım da, aldığım yanıtlar da kısa ve netti.
“BAŞBAKAN BİLİYOR AMA…”
SORU: Ergenekon denilen oluşum hakkında ne düşünüyorsunuz? Sahiden, söylendiği gibi; devleti eline geçirmiş bir yapıdan mı söz ediyoruz?
YANIT: Kesinlikle hayır. Aslı şu: Vaktiyle ‘memleket için’ bazı kirli işler yapmışlar, hatta cinayetlerde kullanılmışlar. Sonra emekli ya da tasfiye edilmişler. Ne yapar o insanlar? Yıllardır alıştıkları düzeni sürdürmeye çalışıyorlar. Ufak tefek çete işlerine giriyorlar. Sayıları da zaten 10’u bile aşmaz.
SORU: Peki Başbakan bunu bilmiyor mu? Söylemiyor, rapor vermiyor musunuz?
YANIT: Elbette rapor verdik, veriyoruz. Ancak etrafındaki bir grup Başbakan’ı inandırmış. Halen Türk Silahlı Kuvvetleri içinde varlığını sürdüren, muazzam bir yapı olduğuna ikna etmiş. “Bunlar size suikast düzenleyecek” diye gözünü korkutmuş.
Bu noktada elbette “Gülen Cemaati’nden mi söz ediyorsunuz?” diye sormam beklenirdi. Nitekim sordum.
Emre Taner, doğruladı. Ancak yanıtı ‘net biçimde’ hatırlamıyorum. Yani, kendi sözcükleri ve tonlamasıyla aktaramayacağım. Ancak şu kadarını söyleyebilirim. “Ne münasebet, nereden çıkartıyorsunuz Cemaat’i” demedi. “Hayır” hiç demedi. Bundan eminim.
“CEMAAT KORKUTTU”
Bu görüşmeden birkaç ay sonraydı. Hanefi Avcı, Mehmet Ali Birand’ı ziyaret için Kanal D Haber’e gelmişti. Kendisiyle daha önce bir arkadaşımın aracılığı ile tanışmış ve bir akşam yemeğinde sohbet imkanı bulmuştum. Bu sefer de ayaküstü sohbet ettik.
Aynı soruyu Hanefi Avcı’ya da sordum. O da aynı netlikle “Ergenekon denilen şey üç beş serdengeçtiden ibaret” dedi. Hatta güldü. Tam bu kelimelerle olmasa da, ‘saçmalığın daniskası’ yorumunu yaptı.
Ona da, Emre Taner’e sorduğum gibi, “Başbakan bunları göremiyor mu” diye sordum.
Soruma aynı tesbitle, ancak daha ayrıntılı yanıt verdi:
“Bu Cemaatçiler Başbakan’ı öyle bir kıskaca almış, öyle bir korkutmuş ki… ‘Yok, sizi zehirleyecekler.. Yok, size silahlı saldırı düzenleyecekler’… Adamlar, iki günde bir ortaya bir suikast iddiası atıyor. Erdoğan inanıyor. İnandıkça korkuyor ve korktukça bunlara daha sıkı sarılıyor. Onların sözüne daha çok güveniyor”.
Birand, Hanefi Avcı ile sohbetimize tanıktı. Emre Taner ile görüşmemizi ise, notlar halinde aktarmıştım zaten. Buna rağmen, o süreci Cemaat ve AKP cephesinin istediği gibi görmeyi tercih etti.
2008 bu havada gelip geçti. Sıra, memleketin neredeyse bütün çivilerinin çıktığı.. Operasyonların ardı arkasının kesilmediği.. Akıl ve izanın kayıplara karıştığı 2009 yılındaydı.
Ben de, henüz farkında değildim ama, Kanal D Haber’in başındaki görevimin son demindeydim.
KANAL D HABER’DE FİNAL!
Bir yandan Cemaat ve AKP destekçileri.. Diğer yandan (bazılarının daha sonra itiraf ettiği üzere) kişisel hesapları olanlar.. Kanal D Haber’de iki kanat beni tasfiye etmek için birleşmiş kazanı kaynatmaya başlamıştı.
Bunların etkisiyle olacak, Birand da olur olmaz şeylerden kavga çıkartmaya başlamıştı.
Birini hiç unutamam. Güler Sabancı’nın davetiyle, bir grupla birlikte İspanya’daydı. Bülten sonrasında “n’aber” diye aradı. “Tekmil” verdim!
Birand, o sıralarda, telefon mesajıyla anket uygulaması başlatmıştı. Ben de, o akşam Deniz Arman’ın sunduğu bültende (tam da ona uygun olduğunu düşündüğüm) bir soruyla anket yapmıştım: Futbol milli takımının turkuaz renkli formasını beğendiniz mi beğenmediniz mi?
Bundan da söz ettim Birand’a. Birden hiç beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım. “Ben sana, o anket benden başkasıyla yapılmayacak demedim mi!” diye bağırdı ve telefonu yüzüme kapattı.
Hemen geri aradım: “Bak Birand.. Bir; bundan sonra asla yüzüme telefon kapatmayacaksın.. Yoksa o an giderim.. İki; bana anket konusunda böyle bir şey söylemedin.. Ben de zaten politik bir konuda değil, futbolla ilgili bir soru sordurdum.. Tamam mı!”
Dedim ve telefonu kapattım.
Dönüşte, getirdiği hediyeyi masama koydu. Hiçbir şey olmamış gibi gündemle ilgili konuşmaya başladık.
2008 sonunda bir kriz de Ayşe Arman yüzünden (!) yaşadık.Kanal D Haber’e çağırırken, Birand iki şart öne sürmüştü. Patronajla onun dışında ilişki kurup görüşmeyecektim.. Ve bir yıl boyunca röportaj vermeyecektim.
Her ikisi de zaten benim tercih ettiğim şeylerdi. Dolayısıyla, kabulümdü. Ama, bu konuşmadan yıllar sonra Ayşe Arman röportaj yapmak isteyince “hayır” diyemedim.
Sağolsun Ayşe, (ileride paylaşacağım) çok güzel, onore eden bir röportaj yaptı. Ve ertesi gün kıyamet koptu.
Röportaj Pazar günü yayınlanmıştı. Pazartesi sabahı, genellikle sabah toplantılarına gelmediği halde, Birand masanın başındaydı. Toplantı boyunca ne söylesem tersledi.. Editör arkadaşlarım ne dese kızdı köpürdü. Herkes şaşkına dönmüştü. Ne olduğunu anlayamadan bakıyorlardı.
Oysa ben anlamıştım.
“Arkadaşlar” dedim, “Birand’ın derdi sizinle değil, benimle. Onun için boşuna yormayın kendinizi. ” Daha sonra yalnız kaldığımızda “mesele Ayşe’nin röportajı, değil mi!” dedim. Kabul etti. Ona yeterince yer vermediğimi düşünmüştü. Kırılmıştı. Bozulmuştu.
(Bunun etkisi var mıdır, bilmiyorum. Birand’ın hayatını anlatan kitapta adım tek bir yerde geçiyor. Yıllar boyunca Kanal D Haber’de süs bitkisi olarak durmuşum gibi!! Neyse!!)
2009 yılına Kanal D Haber’de böyle başladık işte. Kısa süre sonra da ipler koptu. Ben kendimi CNN Türk’te buldum.En karanlık yıllara, bir de ekrandan tanık olmak varmış. Üstelik neredeyse gün aşırı kovulma tehdidi ve içerden / dışardan kıskaca alınarak…
http://abcgazetesi.com/yazar/cemaat-erdogani-korkutarak-kandirmisti-6761.html