Çocukluğu zor geçti. Babası onu döverdi.
O dönemlerde babalar çocuklarını döverdi, sorun değildi.Haklı olsun olmasın, babaların çocuklarını dövme hakkı vardı.Bundan iki şey öğrendi.
Birisi, baba dayağına karşı çıkılmayacağı idi.İkincisi de duygularını gizlemekti.İçindeki isyanı gizledi. Daha uzun yıllar bunu yapacaktı ama o zamanlar bunu bilmiyordu.
Ergen yaşları da yarı evde yarı sokakta koşturmayla geçti.
O zamanlar daha çocukların ergenliği sorun olmuyordu.
Çocukların ergenliği bile farkedilmezdi.
Öyle bunalımmış, ergen yaşlarıymış, öyle şeyler yoktu.
Çocuklar düşe kalka, ite kaka büyürlerdi.
Babaların dediği olurdu. Anneler de önüne bakar, işini yapardı.
Öyle büyüdü bizimki de.
Ama büyüdükçe istekleri de büyüyordu, özlemleri de.
Yoksunlukları da büyüyordu, öfkesi de.
Çıkış yolu arıyordu sürekli.
Ne Sartr’ı biliyordu, ne varoluşu.
Ama kendini bu dünyada varetmek için yanıp tutuşuyordu.
Artık gençti, ne yapmalıydı? Nerede olmalıydı?
Enerjisi vardı, fırsatlar bulmalıydı, bir şeyler yapmalıydı.
Bir şeyler de yaptı. Artık imkanlar neyse onlarla uzlaşarak.
Ama yetmezdi, yetmemeliydi, yetmeyecekti.
Bu ‘olmuyor, yetmiyor, yetmez’ duygusu içinde hep büyüyecekti.
Bu duygu, bu hırs onun yaşam motorunun yakıtı olacaktı.
Başarısının da, başarısızlığının da anahtarı buydu.
Sonuna kadar ne olduğunu anlayamayacağı ‘anahtar’.
Sahip olamadığı her şeyden nefret edecekti.
Eğitim, çok istediği şeydi ama sahip değildi. Nefret etti.
Eğitimliler, profesörler, ukalalar, tepeden bakanlar. Nefret etti.
Bilim. Yararlı olduğu zaman gerekli. Ama bilim dünyası. Nefret.
Sanat. Sanatçının özgür olmasından nefret etti.
Yüreğindeki nefreti, o gizli kinin nefretini aslında bilmiyordu.
Ama ona bir haklı gerekçe bulmalıydı.Onun nefretine düşmanlar gerekiyordu ama ortada düşman yoktu.Elbette Umberto Eco’yu bilmiyordu, duymamıştı bile.O da ‘Düşmanını Yaratmak’ kitabını henüz yazmamıştı.
Ama ona düşmanlar gerekiyordu ve artık buluyordu.
Onun bildiklerini kabul etmeyenler düşmandı.
Onun inandıklarına inanmayanlar düşmandı.
Onun istediklerine karşı çıkanlar düşmandı.
Ona itaat etmeyenler düşmandı.
En yakınlarından bile kuşku duyuyordu.
‘Acaba onun sandığı kadar sadık mıydılar?’. Bilmiyordu.
Kuşkusu içini kemiriyordu.
Ama, çocukluktan öğrendikleri vardı.
Kendini gizlemeliydi.
‘KENDİSİ’ yerine kutsal kavramlar koymalıydı.
‘VATAN’ dedi. Hainler, vatan hainleriydi.
‘DAVAMIZ’ dedi. Davaya ihanet edenler düşmanlarımızdı.
‘DÜŞMANLARIMIZ’ dedi. Düşmanlar artık onun varlık nedeniydi.
‘O’, artık kiniyle, nefretiyle, düşmanlarıyla vardı.
Yakınları bile artık onu tanımıyorlardı.
Ona hiç bir şey söylenemiyordu.
Hiç bir şeyine karşı çıkılamıyordu.
Hedef aldığı kişinin, yerin, konunun üstüne her gücü saldırtıyordu.
İstediği yasayı çıkartıyor, istediğini tutuklatıyor, istediğini öldürtüyordu.Durmak yoktu. Sonuna kadar gitmeliydi. Sonuna kadar.
Adolf Hitler. Sonuna kadar gitti. Vardığı yer, kendisinin de sonu oldu.
Diktatörlerin serüveninin birbirine benzemesi sizi de şaşırtıyor mu?
Arzu A. Cülcüloğlu
17 Ocak 2016
http://wp.me/p1v98F-ho