Cumhuriyet
Mine G. Kırıkkanat
kirikkanat@mgkmedya.com
24.01.2016
Mezarı betondan oydular
Doğanın şimdilik değiştirilemeyen kuralı, her canlının doğduğu ve öldüğü gerçeği.Amipleri bilemem; ama küçük büyük tüm hayvanların içgüdüleri bu gerçeğe ayarlı. Ayarlı olmasa, terliğin gölgesini tepesinde hisseden hamam böceği niçin kaçar?
Öleceğini anlayan kedi, kuytu bir köşeye çekilir.Atasal mezarlığın yolunu tutar yaşlı filler.
Herhangi bir düzeyde zekâ sahibi olan tüm hayvanlar, ecele hazırlıklıdır ve ölmek için gizlenirler.
Örneğin kentleri mesken tutan hayvanlar arasında, görünürlüğü en yoğun nüfus, kuşlar…Sokaklarda çok az kuş cesedine rastlarsınız, onlar da ya zehirlenmiş ya da bir kazaya kurban gitmiş olanlardır. Diğerleri eceli gelince saklanırlar.
Sezgileriyle bilirler ki, ölüm yalnız başına kucaklanır. Paylaşılmaz.
Nasıl, niçin doğduğunu hiçbir canlı bilmez. Öleceğini bilir, ama ne zaman öleceğini bilmez.
Hayvanlarla insanlar arasındaki fark, hayvanların sezdiği yaşam serüveni üzerine insanların kelimeler, anlamlar yükleyerek düşünebilmesidir.
Niçin doğduğunu, neden başka bir aile, ev, ülkede değil de olduğu yerde doğduğunu; ne kadar yaşayacağını sorgular insan. Yanıtlayamaz ama yine de sorgular.İsteyerek dünyaya getirilen, değer verilen, yani şanslı bir çocuksa eğer, doğduğu günü, ayı, yılı, yeri ailesinden öğrenir. Daha fazlasını değil.
Eğer gerçekten şanslıysa, sağlam bir genetik ve zekâyla gelir dünyaya. Böyle bir şans, ona ölünceye kadar geçecek zamanı, yani yaşamı istediği gibi değerlendirmek, hatta değiştirmek olanağını verir. Kimi doğru kararlar alır, kimi yanlış. Kimi başarır, kimi başaramaz.
Başarı, tabii ki mutluluktur. Peki, mutluluk nedir?
Herkese göre değişir. Ama sanırım çoğumuz için, bir biçimde ölümü yenebilmek asıl mutluluk.Çocuklarımız, işte bu yüzden en büyük mutluluk kaynağımız. Çünkü şahsen yenemediğimiz ölüme, genlerimizi aktardığımız çocuklarımızla kafa tutuyoruz.
Hayvanlardan farklı değiliz. Soyumuzu sürdürerek ölümü öteliyoruz!
Neden canımızdan çok seviyoruz çocuklarımızı, torunlarımızı?
Çünkü onlardan öteye, ölümden daha az korkuyoruz. Benim için bitse de olur, yeter ki onlar yaşasın, diyoruz.Üstlerine titriyoruz. Gelecek onlar, diyoruz. Haklıyız. Çünkü o gelecekte biz de varız. Gözlerimizi, kaşlarımızı, genlerimizi taşıyorlar. Kuracakları ya da bulacakları dünyada, bizden de bir şeyler yaşayacak.
Ama doğanın bu muhteşem döngüsünde, ölüme kafa tutan bu devamlılıkta kopukluklar oluyor, yolunda gitmeyen bir şeyler var artık…Çocuklara ilk gösterdiğimiz resimler, okuduğumuz kitaplar ve söylediğimiz şarkılarla tanıttığımız dünyada; kuşların şakıdığı, çiçeklerin açtığı, arıların bal yaptığı, sevimli bambilerin, ayıcıkların falan oynaştığı ormanlar; kurbağaların kuyruğunu kaybettiği, kayıkçıların kürek çektikleri, balıkların yüzdüğü dereler, göller vardır.
Aslanlar, kaplanlar, kurtlar yaşar dünyada. Leylekler yuva yapar bacalara. Kuzular, koyunlar, inekler çayırlarda otlar.Oysa arılar yok oluyor.Kuşlar yavaş yavaş tükeniyor.Bambilerle ayılar, ancak hayvanat bahçelerinde var.
Derelerin hakkından ya HES’ler geldi, ya kirlilik. Balıklar mevta.Ömürlerinde canlı tavuk göremeyecekleri gibi, kurbağa da göremeyecek bu çocuklar. Aslan, kaplan, hatta kurt kalmadı, bitti. Leylekler keza. Zaten inekler de sadece sahte süt reklamlarında çayırda otluyor. Sair zaman, hortumlara takılı. Antibiyotikli granül tıkınıyorlar.
Dünyadaki en kalabalık canlı, insan nüfusu artık.O kadar çoğaldık ki, hayvanlara ve ormanlara yer kalmadı.Hele Türkiye’de…
Ormanları kestik, kentleri betona gömdük, biz gömüldük.Bırakın ormanı, hangi ağacı görüyor çocuklarımız? Hava bitti, yok, zehir soluyoruz artık.Çok versin diye toprağı ilaçladık, hem toprak, hem sular zehirlendi. Böcek yemesin diye tohumları, bitkileri zehirledik, biz zehirleniyoruz.
İşte Niğde, işte Nevşehir, toprak zehirli, patates ekimi yasak…
Hasta bir dünyada sağlıklı yaşamak mümkün mü? Doğaya acımıyorlar. Başkasının çocukları, zaten şehitlik mertebesine aday.Peki, ama bunlar, kendi çocuklarına da mı acımıyorlar?
“Eğer nazar doğurup öldürebilseydi; sokaklar hamile bırakılmış kadın dolu ve ceset yığılı olurdu.”
PAUL VALERY