Bir Su Hikayesi: YANGIN VAAAR !
Aktaran: Hasan AKYAR
Yirminci yüzyıla beş kala Mösyö Sellie, “Der-Saadet Su Kumpanyası”na yeni müdür olarak atanmıştır. Pera Palas’a yerleşmesinin ardından ertesi sabah, ezanların günü muştuladığı alacakaranlıkta Voyvoda caddesi Narlıyan Han’daki Kumpanya merkezine ilk o gelmiştir. Saatler sonra şirket çalışanlarının Han’a varmasıyla bir hareketlilik, bir telaş yaşanmaya başlar. Yeni Müdür’e “hoş geldiniz kuyruğu” oluşmuştur.
Tanışma faslının ardından Mösyö Sellie, baş muhasebeciyi yanına çağırır ve şirketin gelir-gider defterlerini getirmesini ister. Yöneticilerin, öncelikle Şirket hesaplarına egemen olması gerektiğini bilmektedir. İlk olarak giderleri titizlikle incelemeye koyulur. Sıra maaş bordrolarına gelince, diğer personele göre oldukça yüksek maaş alan “Baba Tahir” adında biri dikkatini çeker. Bir altın yazmaktadır bordrosunda… Baş muhasebeci: ‘Efendim, kendileri İstanbul’da yayımlanan bir gazetenin sahibidir. Arada sırada kumpanyamızı öven haberler yazar. Çok işimize yarar’ diye açıklamada bulunur.
Yeni müdür, verimli bir işletmeci ve rasyonel bir yönetici olarak Baba Tahir’in bu özellikleriyle maaşa bağlanmasına karşı çıkar. Bundan böyle hiçbir savurganlığın olmayacağını ve şirkette azami tasarrufun sağlanacağını belirterek Baba Tahir’in avantasının hemen kesilmesini ister. Baba Tahir, aybaşında parasını almak üzere Şirket veznesine geldiğinde, yeni Müdür’ün emriyle maaşının kesildiğini öğrenir. Vakit geçirmeden sahibi olduğu Malûmat dergisinin Bab-ı Ali yokuşundaki yazıhanesine döner ve daktilosunun başına geçer…
Aradan on gün kadar geçmiştir ve bir akşam üstü Der-Saadet’teki Mabeyn’de 4 Sultan, Fransa’nın Der-Aliye Büyükelçisini kabul etmektedir. Duayen Elçi Fournier, beraberinde getirdiği “Der-Saadet Su Kumpanyası”nın yeni müdürünü de bu fırsattan yararlanarak Sultan’a takdim etmek niyetindedir. Ancak tam bu sırada, Mabeyn’in duvarlarını süsleyen Fausto Zonaro’nun 5 fırçasından çıkma, kırmızı fesli ve altın sırma saçaktan apoletli Abdülhamid portresi ile Şeker Ahmet Paşa’nın yeşil ve mavi tonların egemen olduğu ‘Manzara’ adlı tablosu üzerinde nemli ve bir o kadar da sıcak- alaca bir kızıllık gezinmeye başlar. Ol anda, Mabeyn görevlileri belki de ilk kez huzura destursuz girerek feryadeyler: YANGIN VAAAR !
Son yıllarda elçi kabullerinde Sultan’ın her zaman yanında yer alan İzzet Paşa , bu kez Mabeyn’de bulunmamaktadır. Paşa, fâsık-ı mahrum’lardan biri değildir. Yaptığı her türlü hizmetin karşılığını fazlasıyla Devleti-Ali’den almakta hüner sahibidir. Padişah’ın ihsanları ve yabancı şirketlerle ilişkileri sayesinde büyük servet edinmiş; hatta Yıldız Sarayı’nın karşısında, Beşiktaş sırtlarında bir konak bile yaptırmıştır.
Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’nın tüm başkentleri elektrik ile aydınlatılırken, İstanbul’a akşam erken inmekte ve geceler kandil ve gazyağı kokmaktadır. Yapıların büyük bir bölümünün ahşaptan olması nedeniyle en küçük bir kıvılcımın çakmasıyla tümünün küle döneceği endişesini taşıyan İkinci Abdülhamid, elektrik üretim ve tüketimine bir türlü izin vermemektedir.
Ancak, İstanbul’da elektrik üretip satmak için imtiyaz talep eden yabancı şirketlerin temsilcileri, Sultan’ın en yakın adamlarından biri olan İzzet Paşa’yı çoktan ikna etmişlerdir. İzzet Paşa da Padişah’a, elektriğin önce sadece kendi konağında denenmesini, böylece olayın yakından izlenebileceğini ve elektriğin güvenilir olup olmadığı konusunda daha kolay karar verilebileceğini söyleyerek koşullu bir izin almıştır. Artık İstanbul’da bir tek İzzet Paşa Konağı geceleri ışıl ışıldır. Üstlendiği bu risk karşılığında Alman şirketi de kendisine bir sinema makinesi armağan etmiştir.
Paşa, yangının çıktığı o akşamüstü, ailesi ve yakın dostlarıyla birlikte Avrupa’da bile yeni gösterime giren Alman gerçekçilik akımının sessiz filmlerinden birini konağında izlemektedir. Ne olmuşsa son makara takılırken olmuş, sinema makinesinin kordonu aşırı ısınma sonucu birden tutuşuvermiştir…
İzzet Paşa konağında çıkan yangının Mabeyn’de yarattığı kargaşa sırasında, Su Şirketi müdürünün Sultan’a takdimi de gerçekleşememiştir. Bu durum Monsieur Fournier’in oldukça canını sıkar ve yanındaki müdüre, “c’est tres embetant” (çok can sıkıcı) diye söylenir. Birlikte kapıda bekleyen elçilik faytonuna binerler ve yol boyunca alevlerin Boğaz sularındaki yansımalarını seyre dalarlar. Bir süre sonra, kendileri için büyük bir şanssızlık olarak değerlendirdikleri bu yangından nasıl yararlanabilecekleri üzerine sesli düşünmeye başlarlar.
İçlerinde birden yeni bir umudun kıvılcımları uçuşur. Bu alevler, Fransız Şirketleri için neden yeni iş olanakları yaratmasın ki? Ahşap yapılar diyarı İstanbul için büyük tehlike oluşturan yangın ile mücadelede, şirketin önereceği yeni bir su şebekesi, neden Saltanat Makamınca uygun karşılanmasın ki? Hele ki, Mabeyn İkinci Katibi’nin konağı henüz yanmışken… İşte, “durumdan vazife çıkarmak” buna denmezse başka neye denebilir ki?
Yeni Müdür ertesi gün hemen kolları sıvar. İstanbul’un yangına en hassas yöreleri olan Cibali, Hocapaşa ve Gedikpaşa semtlerini kapsayan bir yangın suyu şebeke projesi üzerinde çalışma başlatır. Şirkete verilen imtiyaz alanını genişletmek ve çeşitlendirmek amacıyla, bu proje teklifini bir an önce tamamlayarak Sadaret Makamına arz etme telaşı içindedir. Yoğun çalışma temposu arasında bir ikindi vakti penceresinden Yeni Cami önünde ve Galata Köprüsü üzerindeki hareketliliği bir tatlı huzur içinde seyre dalmışken, Corne d’Or’un (Haliç) mavi suları yüzeyinde rakseyleyen güneşin giderek koyulaşan sarı-kızıl kıpırtıları alır götürür onu.
İzzet Paşa konağı yangını alazlarının Boğaz sularındaki yansımaları çağrışır belleğinde. O müthiş gecede tattığı heyecanı bir kez daha yaşamaya tam başlayacağı sırada, vaveyla içindeki kızgın bir kalabalığın Şirket’in kapısına dayandığını görür ve birden irkilir. Tam o sırada, çalışma masasının üzerine az önce bırakılan Malûmat gazetesinin başlığı gözüne ilişir. Kapıdaki vaveylanın nedeni gazetenin manşetten verdiği haberden anlaşılmaktadır:
“Terkos Gölüne Bir Domuz Düştü”.
Haber şöyle devam etmektedir: “Domuz avcıları Istranca dağı eteklerinde avlanırken bir yaban domuzuna rastladılar, endah atışı yaptılar, vuramadılar. Kaçan yaralı domuz Terkos gölüne düştü…” Domuzun mekruh olması nedeniyle abdest alamayan, hatta Terkos suyu şebekesine bağlı çeşmelerden ellerini bile yıkayamayan İstanbul halkı ayaklanmıştır.
Yeni Müdür çaresizdir. Acele Baba Tahir çağrılarak özür dilenir, hakk-ı huzur’u kendisine takdim edilir. Ancak, Malûmat gazetesinin sahibi nazlanır. Vişneçürüğü rengindeki kadife kese içindeki bir altını az bulmuştur. Artık fiyatının değiştiğini, bundan böyle ayda dört altın istediğini belirtir. Biçare Müdür bu öneriyi naçar kabul eder. Baba Tahir, tahakkuk eden yeni maaşını cebine indirdikten sonra gazeteye döner…
Bir hafta sonra Malûmat’ın yeni nüshasında şöyle bir haber yer alır: “Yaptığımız istihbaratta ufak bir yanlışlığın olduğu tespit edilmiş olup, seçkin avcılarımızın domuzu vurduğu ve mezkur domuzun Terkos gölüne varmadan gölün kenarında telef olduğu ve leşinin de bulunduğu öğrenilmiştir; göl içindeki nesnenin ise eski bir ağaç kütüğü olduğu anlaşılmıştır”.
Olayın üzerinden günler geçmiş, İstanbul ahalisi yatışmış; Mösyö Sellie de Osmanlı’dan ummadığı bir hayat dersi almıştır. Artık ofisinde rutin işlerle meşgul olma zamanı gelmiştir. Masasındaki Yıldız Porseleni şekerlikten damla sakızlı bir lokumu alır, ağzına atar. Yan duvarda asılı duran Aiwazovsky’e ait koyu mavi ve lacivertlerin hakim olduğu deniz manzaralı tablodaki hırçın beyaz dalgalar üzerinde boğuşan üç serenli yelkenliye benzetir kendini. Victor Hugo’nun bir özdeyişi dökülür dudaklarından:
“Onur sarp kayalıklı bir adadır ki, düştün mü dışına bir kere
Artık nafile uğraşma, bir daha dönemezsin içine…”
DİP NOTLAR:
1- Şirketin asıl adı ‘Compagnie des Eaux de Constantinople’ (Der-Saadet –İstanbul- Su Kumpanyası) olup, Fransa’daki ‘Compagnie des Eaux l’Etranger’ adlı ana şirkete bağlıdır. Terkos gölünün eski adı ise Delkos’tur.
Der-Saadet, İstanbul’un adlarından biridir. Surlar içinde kalan eski İstanbul yedi tepe üzerine kurulu olup, geçmişten bugüne Khalkedon, Byzantion, Konstantinopolis, Stanboul, Asitane, Der-Saadet, Der-Aliye, İstambol vb adlarla da anılmıştır.
2- Baba Tahir (Lakaplı): Asıl adı Mehmed Tahir Bey olup, “Baba Tahir” ya da “Malûmatçı Tahir” lakaplarıyla anılır. 1864’te İstanbul’da doğdu ve zamanının önde gelen gazetecilerinden kabul edildi.1895’te bir süre önce kapanan “Malûmat” adındaki haftalık dergiyi sekiz yıl boyunca yayımladı. Dergide sanat, aktüalite ve magazin içiçeydi. Ahmed Rasim, Rıza Tevfik, Faik Ali ve Ali Kemal gibi o dönemin en ünlü kalemlerinin yazıları dergide yer aldı. Baba Tahir bunlarla yetinmeyerek Malûmat’ı bir şantaj aracı haline getirdi. Aleyhlerine yazmak tehdidiyle çok kişiden para sızdırdı, sızdıramadıklarını da yerden yere vurdu. Marifetleri zamanın hükümdarı Abdulhamid tarafından bilinmesine karşın, iktidara hiçbir biçimde muhalefet etmeyen ve hemen her sayısında padişahın afiyeti için mutlaka bir dua bulunan Malûmat’a ve sahibine dokunulmadı. Öyle ki, Tahir Bey, Saraya bağlılığından dolayı ödüllendirilmiş ve hatta kendisine “aferin” aylığı bile bağlanmıştı.
3- MALÛMAT: İstanbul’da 1894-1905 yılları arasında yayımlanan derginin adıdır. Matbaacı Artin Asadoryan tarafından haftalık olarak 48 sayı yayımlanıp (23 Şubat 1894 – 3 Mayıs 1895) kapandı. Bu döneminde İsmail Safa ve Tevfik Fikret’in yazılarına yer verdi. 23 Mayıs 1895’te dergiyi Mehmed Tahir Bey (Baba Tahir) satın aldı ve gene haftalık olarak yayımlanmaya başlandı. Tahir Bey’in II. Abdülhamid’le olan iyi ilişkileri nedeniyle saraydan para yardımı aldı ve padişaha yönelik övgülere geniş yer verdi. Bir yandan padişaha karşı olanlarla mücadele ederken Servet-i Fünun dergisiyle de rekabete girişti. Eski edebiyat anlayışını sürdürmek isteyenlerin organı oldu. Mehmed Tahir’in sahtekarlık suçundan mahkum olmasına değin 10 yıl aralıksız yayımlandı. Arapça ve Farsça sayıları da çıktı. Yayımı süresince çeşitli özel ekler verdi. Başlıca yazarları arasında Ahmed Rasim, Ali Rıza Seyfi, Ali Kemal, İsmail Safa, Rıza Tevfik, Ahmed Refik, Faik Ali de bulundu.