Anadolu toprağının sesi ve resim ustası hakka yürüdü…
Değerli Fikret Otyam’a rahmet , sevenlerine başsağlığı diliyorum.
Anadolu insanının sesi / kara büyük gözlü kadınların resim ustası sustu.
Işıklar içinde yatsın..
DHA / Cumhuriyet
09 Ağustos 2015 Pazar
Fikret Otyam’ı kaybettik
ANTALYA Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılan ressam, gazeteci- yazar Fikret Otyam, kurtarılamadı
Ressam, gazeteci- yazar Fikret Otyam dün gece Antalya’da yaşamını yitirdi. 89 yaşında yaşama veda eden Otyam, yarın Antalya’da cemevindeki törenden sonra salı günü Nevşehir’deki Hacıbektaş İlçesi’ndeki İz Bırakan Aydınlar Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
FİKRET OTYAM KİMDİR?
Aksaray’da 19 Aralık 1926 tarihinde dünyaya gelen Fikret Otyam, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden 1953’te mezun oldu. Ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan resim dersleri alan Otyam, 1950 yılında Son Saat gazetesinde gazeteciliğe başladı. Cumhuriyet gazetesinde çalışan, köşe yazarlığı yapan Fikret Otyam’ın Anadolu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili röportajları ses getirdi. Otyam, yaptığı röportajlarını kitaplarında yayınladı.
Aydınlık Gazetesi’nde uzun süre haftalık yazıları yayınlanan Fikret Otyam, yaşamının son döneminde Antalya’ya 26 kilometre uzaklıkta olan Geyikbayırı Köyü’nde resme ağırlık verdi. Aynı zamanda Akdeniz Gazetecilik Vakfı ve Altın Portakal Kültür Sanat Vakfı’nın kurucu üyelerinden Fikret Otyam, besteci ve orkestra şefi Nedim Vasıf Otyam’ın kardeşi, dokuma ve fotoğraf sanatlarıyla ilgili sanatçı Filiz Otyam ile evliydi.
Fikret Otyam’ın Aydınlık Gazetesinden son yazısı
Fikret Otyam
25 Nisan 2015,
Aydınlık
Yemen ellerinde
Defterimin arasından bir kâğıt düştü, sinirli bir anımda yazmışım; eğri büğrü satırlarımdan belli:
“Teyzemi bulamadım, Yemen kazan biz kepçe. Hele başkent San’a’da teyzemi aramadığımız sokak, ev kalmadı neredeyse. Bugün Kenya’ya uçuyoruz. Olanak bulusak fotoğraf çekmek için aslan ve fil avına katılacağız.”
Kâğıdı yeniden defterimin arasına yerleştirdim, üzgün.
Neden Kuzey Yemen? Ne işimiz vardı burada? Türkiye neresi,Yemen neresi? Sanki gitmekle, uçmakla bitmeyecekmiş gibi gelen bir yol, bir yolculuk! Annemin ve babamın yüzünden! Ve yine anam düştü aklıma!
Karanfil Yemen’de biter
Kına efil efil tüter
Koyuverin de Musam gelsin
Zabitin ettiği yeter!
Yemen’e gidenlerin ardından söylenen Anadolu türkülerinden… Bir kırmızı gül müydü, karanfil miydi yaşamasız elindeki çiçek? Anımsamıyorum, ama kırmızıydı. Dudaklarını oynatmak istiyordu, istiyordu ama oynatamıyordu ve çıkmıyordu sesi! O, buğulu kara gözleriyle bakıyordu bir noktaya, hep bir noktaya…
“Ağabeyimi mi soruyorsun ana, beni anladıysan, beni duyduysan başını salla hafifçe, olmazsa gözlerini kırpıştır, olmaz mı? Ama zorlama kendini.”
Dudaklarını oynatmak istiyordu; elinde, o yaşamasız elinde kırmızı çiçek! Karanfil miydi, gül müydü acep?
İlkin, o kırmızı çiçek düştü elinden, gevşeyen parmaklarının arasından, o fersiz gözleri daha bir söndü ve yumuldu yavaş yavaş! Bir şeyler demek istedi son bir çabayla, diyemedi! Sarıldım boynuna, hafifçe düştü başı kollarıma ve anam ölmüştü! Onu, bu güzel insanı, beni doğuran, beni büyüten, ninniler masallar söyleyen, leğene koyup misk kokulu sabunlarla gıcır gıcır yıkayan, en sevdiğim yemekleri yapan, hastalanınca başımdan ayrılmayan, günlerce uykusuz kalan, beni seven, beni kollayan anamı artık göremeyecektim yaşadığım sürece! İnanamıyorum anamın öldüğüne, öleceğine!
ANALAR ÖLMEMELİ
Analar ölmemeli, çocuklar, babalar, kardeşler, yani tüm insanlar ölmemeliydi. Ölmemeliydi ama doğa yasası bu, tüm canlılar sırası gelende öleceklerdi ve ölüyorlardı! Sıra anama gelmişti demek!Ellerini tuttum, kapandım üzerine, ağladım, ağladım, yanakları yine sıcacıktı, “Bir şeyler söyle ana,” diyordum, “n’olur aç gözlerini, aç konuş, oğlum de, yavrum de, sev beni, okşa o pamuk ellerinle!”
Anam yaşamıyordu artık, ne yaptıysak, ne ettiysek, hayır, artık yaşamıyordu. Nice analar gibi o da toprak olacaktı artık; zordu bunu kabul etmek, buna inanmak. Ama gerçekti işte, işte önümde soluksuz yatıyordu döşeğinde! Anam Naciye, Konya’nın Beyşehir İlçesi’nden Kolağası Osman Efendi’nin kızlarından birisi, öteki kızın adı Zülfiye.
Kolağası Beyşehirli Osman’ı topraklarımız arasında bulunan Yemen’e gönderdiler görevle, yıllar, ama yıllar önce, taa Osmanlı İmparatorluğu sırasında. Yemen, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içindeydi ve bizim ülkemiz sayılıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu da eski gücünü, yüceliğini giderek yitiriyordu.Yemen halkı da Osmanlı sınırları içinde olan nice ülkeler gibi başkaldırıyordu Osmanlı’ya! Zeydi Aşireti’nin başı İmam Yahya da ülkesinde yönetime başkaldırmıştı; yöresel savaşlar oluyordu ardı ardına, kanlı savaşlar… Anavatandan çok, ama çok uzak bu topraklara asker mi dayanırdı, top tüfek mi? Bin bir zorlukla geliyordu askerler, savaş araç ve gereçleri, bin bir zorlukla..
Akın akın asker gönderiliyordu Yemen topraklarına. Bunların arasında Eczacı mülazım Vasıf İbrahim de vardı, gönüllü katılmıştı orduya. İstanbul’dan gemiye binip bir buçuk ay sonra ayak basmışlardı Yemen topraklarına binlerce Anadolu evledı, asker, subay, yük taşıyacak katırlar, toplar tüfeklerle. Yemen’e gönüllü gidenlerden Eczacı Teğmen Vasıf İbrahim, gençliğinin on yılını bu topraklarda geçirdi. İngilizlerin her türlü kışkırtmayı, yardımı yaptığı İmam Yahya kuvvetleri bir yandan, sonradan savaşa katılan İngilizler bir yandan, savaşı iyice hızlandırdılar ve ordu sonunda yenik ve o da niceleri gibi esir düştü İngilizlere!
Kimileri evleniyordu esirken! Subaylara olanak tanıyordu İngilizler. Eczacıya “Seni de evlendirelim,” dedi arkadaşları, “kocasını savaşta yitirmiş bir hanım var, bizim şehit Kolağası Osman Efendi’nin kızı, gel sana alalım onu!”
Sonunda olur dedi, yüzünü görmediği bu kadınla evlendi. Naciye kadının ilk kocasından bir yetim oğlu vardı Mehdi adında. Bir de kız kardeşi vardı Naciye kadının, ipek saçlı, kara gözlü Zülfiye. Ne ki Zülfiye’nin o kapkara gözlerine gölge düşürmüştü çiçek hastalığı! Bundan mıdır nedir, yanık yanık türküler söylerdi,ağıtlar söylerdi, tıpkı anavatandaki analar, bacılar gibi!
BARIŞ… BARIŞ… BARIŞ…
İnsanlar anladılar sonunda, savaşın yanı sıra barış diye bir şey vardır! Neden vuruşurlar, neden öldürürler birbirlerini acımasız, neden evler ocaklar yıkılır, çocuklar babasız kalır? Evet, barış, bunlar artık olmasın diyedir. Barış anlaşması imzalandı, esirler dönecekler ülkelerine artık.
Kocaman bir vapur yanaştı Hüdeyde Limanı’na. Baron Bek adlı bir yolcu vapurudur bu. Esirleri İstanbul’a götürecek, bir Alman vapuru, kocaman! Eczacı artık binbaşıdır, karısı Naciye, üvey oğlu Mehdi, karısının kardeşi Zülfiye de sıradaydı gemiye bineceklerin sırasında. İngilizler ellerindeki listelere bakarak esirleri bindirdiler Baron Bek’ e ve sıra onlara geldi. Savaşı kazanmış İngilizler kendi havalarındaydılar, gururlu, şımarık, “Sen,” dediler Zülfiye’ye, “Sen binemezsin vapura, burada kalacaksın!..” Bir tartışmadır başladı ve uzun sürdü, Zülfiye de bir Türk komutanının kızıydı ve Türk uyrukluydu, onun da sayılması gerekliydi ve esir olduğu için anlaşmaya göre elbette binecekti esir taşıyan vapura! Dikbaşlı İngilizler dayattılar, “Gidemez!” Sonuna kadar direttiler, konu yüksek komutanlara ulaştı, burada da tartışmalar sürüp gitti, haber geldi ki, “Naciye gidebilir, çünkü o esir bir Türk subayının eşidir. Çocuk Mehdi de gidebilir, çünkü o da esir subayın oğludur, ama Zülfiye gidemez, evli değildir, gidemez!”
Bakmıştır Zülfiye kız, köpükler bırakarak giderek küçülen vapurun ardından, sürmüştür ağlaması, çok sürmüştür. Neden sürmesin? Yoktur kimi kimsesi artık, hiç yoktur, yapayalnız kalmıştır Yemen denen o elden çıkmış, sözümona vatan sayılan topraklarda, bir zaman vatan sayılan topraklarda, limanında, kucağında bohçası, bir başına!
İstanbul’a döndükten sonra çok aratmışlar, gelenden, gidenden, orada kalanlardan haber sormuşlar.
Çocukluğumdan beri tek düşüm gidip teyzemi bulmak; İngilizlerin salmadığı, bohçasıyla Hüdeyde Limanı’nda, çöl Yemen’de bir başına boydak kalakalan teyzemi, anam yadigarını.