Okura bilgi ;
Bu yazı Amerika ve Amerikan emperyalizmine bir güzelleme değildir. Aksine bugün demokrasi adını taşıyan vakıf ve derneklerle , büyük ekonomik borçlandırıcı projelerle ülkeleri inceden inceden işgal eden ve toplum yaşamını şekillendiren emperyalizmin özellikle gelişmemiş toplumlara nasıl sızdığını anlatan bir öyküdür. Ardı gelecek olan bu yazı dizisine ben de ABD emperyalizminin toplum yaşamına nasıl yansıdığını gösteren katkılarda bulunacağım .Değerli okurun yazıyı böyle okumasını dilerim.
Not : Fotoğraf ve diğer görseller Naci Kaptan arşivindendir
Naci Kaptan
HAYATIN İÇİNDEN
Deniz Kavukçuoğlu
dkavukcuoglu@superonline.com
27 Haziran 2015 Cumartesi
Cumhuriyet
‘Fayf mani tu fak fak!..’ (1)
Birçok İstanbullu gibi ben de Amerikalıları 1940’lı yılların sonlarında tanıdım. Bembeyaz giysileri, bol paçalı pantolonları, başlarında kepleri, gürültülü sesleriyle Dolmabahçe önlerine demirleyen gemilerinden Kabataş’ta karaya çıkarlar, Gümüşsuyu’ndan Taksim’e, Taksim’den İstiklal Caddesi’ne akarlardı. O yıllarda Cihangir Sormagir Sokağı’nın Tavukuçmaz Yokuşu ile kesiştiği köşedeki Tolunay Apartmanı’nın üçüncü katındaki evimiz “stratejik” bir önem taşıyordu. Amerikan gemilerinin Boğaz’a girişlerini balkonumuzdan ilk önce ben görür, mahalledeki arkadaşlarıma haber verirdim. Amerikalılar bizim için çok önemliydi.
Onlar güler yüzlü, sevecen, eli açık insanlardı. Abdülvahit Turan Yenihayat karamelasının ortası delik yüz para, leblebi unu helvasının beş kuruş olduğu o yıllarda biz İstanbullu çocuklar “bonbon”u ilk kez onların elinden tatmıştık. Amerikan gemilerine düzenlenen okul gezilerinde, sokaklarda çocuklara çikolata, şekerleme, bisküvi dağıtırlardı. Çocuklar onlara “Coni” derler, gidişleriyle hüzünlenir, gelişleriyle sevinirlerdi.
Conilerin gelişlerine sevinen yalnız biz çocuklar değildik. Koca bir yıl Abanoz Sokağı’nın 1-41 numaraları arasında sıkışıp kalan “hayat kadınları” özel izinlerle sokaklara taşıp köşe başlarında iş tutmanın keyfi ile “Fayf mani tu fak fak! Fayf mani tu fak fak!..” diye seslenir, onları tavlamaya çalışırlardı.
O günler Beyoğlu’nun sokakları, kaldırımları temizlenir, yılın 362 günü sidik kokan duvar dipleri bile üç gün boyunca mis gibi arapsabunu kokardı. Amerikalılar geldiği zaman İstiklal Caddesi, çocuklara, askerlere, köylülere yasaklanırdı. Coniler ceplerinde kalan son bonbonları, görevlilerin kestiği köşe başlarına kadar kendilerini “Pliz, pliz!” çığlıklarıyla izleyen çocuklara dağıtır, sonra papatya suyuyla sarartılmış saçları, bol boyalı yüzleriyle kendilerini bekleyen “ablaların” kollarına girip uzaklaşırlardı.
Rus Çorap Pazarı’nın “Us Çorap Pazarı”na, Rus salatasının “Amerikan Salatası”na dönüştüğü o yıllarda, Amerikalıları en çok çocuklarla orospular severdi. Daha doğrusu biz öyle sanırdık. Conileri çocuklardan, orospulardan daha çok seven başkalarının da olduğunu ilerideki yıllarda öğrenecektik!
İlk bonbon lezzetini Conilerin elinden tadan çocuklar daha sonraları onların gönderdikleri süttozlarıyla, peynirlerle beslendiler. Bir bölümü ilk delikanlılık çağlarında onların Zippo çakmağı, Arrow gömleği, Loafer ayakkabısı, Levi’s pantolonuyla tanıştı. Kapalıçarşı’daki “Eskici Musa” 1950’li yıllarda Amerikalı gibi giyinmek, onlar gibi olmak isteyen gençlerin uğrak yeriydi. Musa ne yapar, ne eder bunları bulurdu. Bunları bulmak zorundaydı! Çünkü o yılların twinset’li, ekose etekli, beyaz çoraplı kolej kızları, yukarıdaki standart donanıma sahip olmayan oğlanlara gülerlerdi.
Bunların çoğu okullarını bitirdiler. Amerika’ya gittiler. Harvard, Yale, Stanford gibi ünlü okullara gidemeseler de ikinci, üçüncü sınıf üniversitelerde eğitim görüp Türkiye’ye döndüler. Gençlikleri “Eskici Musa” ile Perry Como, James Dean, rock’n roll, Ford Thunderbird arasında geçen büyük bölümünün seçimi, “American way of life” oldu… Amerika’yı, Amerikalıları, Amerikalılar gibi yaşamayı çok sevmişlerdi.
İstanbul’da Hilton Oteli açılmış, gala konserine “Around the World” ile başlayan “kadife sesli şarkıcı” Nat King Cole, otelci Nick Hilton’ın sevgilisi Terry Moore’un gazeteci İlhan Demirel tarafından çekilen külotsuz fotoğrafı kadar ses getirmemişti.
Piyanist Erdoğan Çaplı’nın “Amerika, Amerika bütün dünya durdukça…” dizesiyle başlayan şarkısının radyolarda çalınması ile evimizin karşısındaki apartmanın kapıcısının kızının dünyaya zenci bir bebek getirmesi de aynı tarihlere rastlıyordu.
Deniz Kavukçuoğlu’nun bu nostaljik anlatımına bir katkıda bulunmak için rahmetli bilim adamı prof.Dr. Oktay Sinanoğlu’nun anılarından bir eklenti yapmak isterim . (Naci Kaptan)
1947 mi 1948 mi ne Mizzuri (Missouri) gemisi geldi
Amerikan denizcileri İstanbul’a doldu. Bir sürü rezalet olmuştu, hatırlıyorum, tam kepazelik ve o gün Türkiye değişti. Birdenbire değişti. Yalta’da kararlaştırmışlar zaten, paylaşmışlar ama kimse bilmiyor. O zamana kadar bir yaşayış tarzı vardı Ankara’da. Harpten sonra naylon yeni keşfedilmişti, naylon kemer çıktı ortaya, Amerikan askerleri doluşunca herkeste bir naylon kemer, naylon çorap merakı. Avrupa’yı Amerika böyle şeylerle fethetti.
Derken ondan sonra herkesin dudağında bir ıslık: “You are always in my heart” şarkısı
O zamanki şarkılar yumuşak, acıklı, şimdiki gibi güm-güm değil, romantik şeyler. Bana da bulaştı. Derken Ankara’da birdenbire sokaklar üniformalı Amerikan askerleriyle doldu. Çavuşlar geziyor, bir sürü rezillik. Birdenbire polisin kıyafeti değişti, yeni kıyafete şerif arması kondu, kovboy filmlerinden biliyoruz. Polise Amerika’dan yeni jipler geldi. Bulvarda herkes çıkar, akşamüstü piyasa yapardı. Amerikan askerleri doluşunca ev kiralamaya başladılar. Kızılay, Kavaklıdere. Böyle muhitlerde en kalburüstü insanlar evlerini Amerikalılar’a kiraya vermeye başladılar.
Ankara’nın iktisadı alt üst oldu, çocukken görüyorum bunu
Amerikan “Hershey” çikolataları çıktı ortaya. Yatılıyım ben, çoğu yatısız, çoğu da zenginlerin yahut milletvekillerinin çocukları. Ahlak bozulmaya başladı. O zaman taksi elli kuruşsa Amerikalı’dan on lira alıyorlar. Büyük para. Ortalık altüst oldu.
Bizim okulda da biraz özenti çocuklar var. Bizim okul özel okul; Türk Eğitim Derneği Yenişehir Lisesi. O çocuklardan birkaç tanesinin evleri Amerikalılara kiraya verilmiş…
Amerikalılar’la temastalar. Okula “Hershey” çikolatası getiriyorlar, tabii biz böyle aa deyip bakıyoruz. Böyle bir heves var. Bir Amerikalı bulsam da naylon kemer alsam, bana “Hershey” çikolatası verse diye… Türkiye bunlara gitti, Avrupa da öyle gitmiş. Avrupa, daha da beter, bir sigaraya bir naylon çoraba gitmiş harpten sonra.
Derken bir hadise oldu; bulvar üstünde Amerikalının birine apartmanın üçüncü ya da dördüncü katını kiraya vermişler…
… adamın da bir tane yeni kocaman motosikleti varmış. Parıl parıl bir şey. O zaman nereden göreceksin öyle şeyleri, aşağıda kapının önünde duruyormuş. Bir çocuk merak etmiş, gitmiş ellemiş motosikleti, dokunmuş. Adam balkondan tüfekle vuruyor çocuğu… Hadise oldu bu. Türkiye’de mi yargılanacak, ne olacak derken adamı Amerika’ya götürdüler. Türkiye’de yargılanmadı. Ben bu olayı çok iyi hatırlıyorum ve o zaman Amerika’dan nefret ettim. Kendi kendime dedim ki yahu Kurtuluş Savaşı’nı niye yaptık? Burası sömürge olacak dedim. O yaşta geleceği gördüm
Bağlantılı yazı https://nacikaptan.com/?p=1791
Deniz Kavukçuoğlu
dkavukcuoglu@superonline.com
01 Temmuz 2015 Çarşamba
Cumhuriyet
‘Fayf mani, tu fak fak!..’ (2)
Zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın o yıllarda “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız!” diye meydanlara çıkması da kesinlikle bir rastlantı değildi. Türkiye, Kore Savaşı’nda verdiği onca şehitle diyetini ödeyip 1952 yılında NATO’ya girmiş, ABD’nin “dost ve müttefiki” unvanını kullanmaya hak kazanmıştı. Bu arada ABD sermayesi de Türkiye’ye gelmiş, yeni ekonomi politikası çerçevesinde İstanbul- İzmit hattı, Amerikan Cooley Fonu’nca desteklenen montaj fabrikaları ile donanmaya başlamıştı.
Bu fabrikalarda üretilen traktörlerin bir süre sonra yedek parçasızlıktan tarlaların ortasında kalakalacaklarını, köylünün yeniden manda tarımına döneceğini, ABD ile gizlice yapılan “İkili Antlaşmaları”, Amerikan üslerini, Türkiye’nin yargı bağımsızlığından verilen ödünler ile bir de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nin en ilişki özürlü ama en hırslı öğrencisinin bu ülkenin en “ihtiraslı” politikacılarından biri olacağını henüz kimse bilmiyordu.Türkiye’deki Amerika’nın ilk yıllarında bilmediklerimiz bildiklerimize ağır basıyordu.
Neyse biz yine biraz gerilere dönelim…
Karşımızdaki apartmanın kapıcısının siyahi bir erkek bebek dünyaya getiren kızı Gülizar da çocuğunun, yüzünü yalnızca tek bir kere gördüğü babasının Türkiye’ye bir daha gelip gelmeyeceğini bilemiyordu. Komşuları, bunun önemli olmadığını, başına bir “talih kuşu” konduğunu, adamın bir gün mutlaka çıkıp geleceğini söylüyorlardı. Komşular, tüm Amerikalılar gibi o siyahi adamın da iyi bir insan olduğuna inanmışlardı.
Amerikalıların iyi insanlar olduğunu gösteren pek çok kanıt vardı. 23 Kasım 1949 günü İstanbul gazeteleri okurlarına, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye Amerika’dan bir hindi geldiğini müjdeliyordu. Bir hindi sergisinde birincilik kazanan 16.5 kiloluk hindi Amerikalıların “Şükran Günü” nedeniyle İsmet İnönü’ye armağan edilmişti.
“Unity” (Birlik) adını taşıyan hindi önce bir uçakla Yeşilköy Havalimanı’na inmiş, oradan özel bir uçakla Ankara Esenboğa Havalimanı’na gönderilmiş, oradan da bir araçla 1071 rakımlı tepeye, Çankaya Köşkü’ne çıkarılmıştı. Amerikalılar böyle özel günlerinde bile dostlarını hatırlayacak derecede sadık insanlardı. Ali bebeğin babası da bir gün mutlaka gelecekti.
Fakat Türkiye’nin İngilizcede adının “Turkey” olmasıyla bu sözcüğün aynı zamanda “hindi” anlamına gelmesi arasında bir ilişki kurmak, “Adamlar bizimle dalga mı geçiyorlar” diye sormak nedense o günlerde kimsenin aklına gelmemiş, aklına gelenler de bunu dillendirmekten kaçınmışlardı.
1950 yılının ilk aylarında “komünist şair” Nâzım Hikmet hâlâ hapisteydi. 12 yıldır yatıyordu.25 Mart günü jandarmalar Niğde’nin Aksaray ilçesinin Çardak Köyü’nde öğretmenlik yapan Mahmut Makal adında bir genci derdest edip savcılığa götürdüler. Öğretmen tutuklandı. Yazdığı “Bizim Köy” adlı kitapta komünizm propagandası yaptığı söyleniyordu. Dört gün sonra Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi’nde açlık grevine başlamış, sağlığının bozulması üzerine 8 Nisan’da gizlice İstanbul’a getirilerek Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırılmıştı.
Komünistlik kötü bir şeydi! 14 Mayıs günü genel seçimler yapılmış, Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidarına son veren Demokrat Parti ülkenin yönetimini eline almıştı. 22 Mayıs günü Başbakan Adnan Menderes ilk DP hükümetini açıklamıştı. Ertesi gün gazetelerde yer alan, Amerikan şirketlerinin Türkiye’ye sermaye yatırımında bulunması beklendiği haberi herkesi sevindirmişti.
ABD’nin en büyük bankalarından olan Chase National Bank’in Başkanı Mr. Aldrich, Türkiye’deki incelemelerini tamamlamış, Türkiye’nin “yabancı sermaye için elverişli bir ülke” olduğu sonucuna varmıştı. Sevinmekte haklıydık. Çünkü Amerika demek zenginlik demekti. Hepimiz zengin olacak, filmlerdeki gibi büyük evlerde oturacak, büyük arabalara binecektik.
Deniz Kavukçuoğlu
dkavukcuoglu@superonline.com
04 Temmuz 2015 Cumartesi
Cumhuriyet
‘Fayf mani tu fak fak!..’ (3)
Amerika’ya ilişkin her türlü haber Gülizar’ı umutlandırıyordu. Sabahları sokak kapısının önünü süpürürken gelip geçenlere “Yeni haberler var mı” diye soruyor, meraklı gözlerle yanıt bekliyordu. Komşular, Gülizar’ın sorularına alışmışlardı. İçlerinden artık gizli bir öfke duymaya başladıkları o “meçhul siyahın” hiçbir zaman gelmeyeceğini bile bile, kız kırılmasın diye ona küçük yalanlar uyduruyorlardı. İlkokul üçten ayrılma Gülizar kendi çapında bir Amerika uzmanı olmuştu. Amerika üzerine, yalan doğru ne duyuyorsa hepsini aklında tutuyordu. İnanılmaz bir belleği vardı. Yalnızca duyduklarıyla, kese kâğıtçılara verilmek üzere kapıya konmuş eski gazetelerde okuduklarıyla yetinmiyor, arada bir de her konuda engin bilgi sahibi olduğuna inandığı bakkal Avram Efendi’nin dükkânına gidip onun anlattıklarını dinliyordu.
Gülizar, Kore Savaşı’nın patladığını da Avram Efendi’den duymuştu. Sıcak bir haziran günüydü. Arap sabunu almak için bakkala gittiğinde adam bir gazete uzatmış, “Bak” demişti, “seninkiler de giriyorlar savaşa…” Gülizar, artık yürümeye başlayan teni çikolata renkli oğlunun, yüzünü bir daha görmediği babasına “Benimki” diyordu.
Onun için savaş, akşamları siyah perdelerle karartılan pencereler, arada bir duyulan acı siren sesleri, bir de kömür, ekmek, şeker karneleriydi. 1940’lı yılların tüm yoksul İstanbulluları gibi Gülizarlar da II. Dünya Savaşı yıllarını böyle yaşamışlardı.Radyoları yoktu. Temizliğe gittiği üst katlarda evlerin beyleri akşamüstleri iş dönüşünde radyolarının başına geçer, “Ajans haberlerini” dinlerler, sonra uzun uzun savaş üzerine konuşurlardı. O da bu konuşmalara kulak verir, bir şeyler anlamaya çalışırdı. Savaşın “ölüm” demek olduğunu duymuştu. Bir süre suskun kaldıktan sonra bakkala, “Acaba benimkini de alırlar mı askere” diye sordu. Avram Efendi, “Seninki zaten asker, kızım!” deyince başı döner gibi oldu. Elindeki Arap sabunu torbasıyla dükkândan çıktı. Dizleri kesilmişti. Kapı eşiğine oturdu. İçeriden oğlunun sesi geliyordu. Döndü. Kısık bir sesle, “Sus oğlum, sus…” dedi, “baban savaşa gidiyor.”
25 Temmuz 1950 tarihli gazeteler, Cumhurbaşkanı Celal Bayar başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nun, Türkiye’nin, Kore Savaşı’na 4 bin 500 kişilik bir kuvvet göndererek katılma kararı aldığını duyurdular. Başbakan Adnan Menderes’e göre “Kore’ye yardım, dünya barışına yapılan bir hizmetti.” Türkiye, dünya barışı için savaşa giriyordu!
* Ara not ; Tam burada evrensel şair Nazım Hikmet Ran’ın konuya ilişkin şiirini hatırlamadan olmaz . (Naci Kaptan)
TÜRKİYE’NİN FEDAKÂRLIĞI
Şair Enver Gökçe “Kore dağlarında tabakam kaldı/Mapus damlarında özgürlüğüm…” der Kore Dağları adlı duygulu şiirinde. 1950’de SSCB ile ABD arasında ikiye bölünmüş olan Kore’nin kuzey parçasına çullanan ABD’nin komünizmi dünya yüzünden silmek için başlattığı meşum savaş kendisini hiç ilgilendirmediği halde, Türkiye’nin savaşa asker gönderme fedakârlığında bulunması Batılı ülkelerin gözlerini yaşartmıştı.
ABD Dışişleri Bakanı Foster Dulles Türk askerini, “çok masrafsız, günlük masrafı 23 Cent’i aşmıyor” diye övmüştü. Mr. Dulles’ın bu sözlerine tek itirazı, o sırada boynunda ‘vatan haini’ yaftası asılı olarak yurt dışında yaşayan Nazım Hikmet, ‘23 Cent’lik Asker’ şiiriyle yapmıştı)…
23 Sentlik Askere Dair
Mister Dallas,
sizden saklamak olmaz,
hayat pahalı biraz bizim memlekette.
Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz,
koyun eti,
Ankara’da 23 sente,
yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,
elli santim kefen bezi yahut,
yahut da bir aylığına
yirmi yaşlarında bir tane insan
erkek,
ağzı burnu, eli ayağı yerinde,
üniforması, otomatiği üzerinde,
yani öldürmeye, öldürülmeye hazır;
belki tavşan gibi korkak,
belki toprak gibi akıllı,
belki gençlik gibi cesur,
belki su gibi kurnaz,
(her kaba uymak meselesi)
belki ömründe ilk defa denizi görecek,
belki ava meraklı, belki sevdalıdır.
Yahut da aynı hesapla Mister Dallas,
(tanesi 23 sentten yani)
satarlar size bu askerlerin otuzbeşini birden
İstanbul’da bir tek odanın aylık kirasına,
seksen beş onda altısını yahut,
bir çift ıskarpin parasına.
Yalnız bir mesele var Mister dallas,
herhalde bunu sizden gizlediler.
Size yirmi üç sente sattıkları asker,
mevcuttu üniformanızı giymeden önce de,
mevcuttu otomatiksiz filan,
mevcuttu sadece insan olarak,
mevcuttu,
tuhafınıza gidecek,
mevcuttu
hem de çoktan mı çoktan
daha sizin devletin adı bile konmadan.
Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu,
mesela Mister Dallas,
yeller eserken yerinde sizin New York’un,
kurşun kubbeler kurdu o,
gökkubbe gibi yüksek,
haşmetli, derin.
Elinde Bursa bahçeleri gibi nakışlandı ipek.
Halı dokur gibi yonttu mermeri
ve nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına
ebem kuşağı gibi attı kırk gözlü köprüleri.
Dahası var Dallas,
sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz
zulüm gibi,
hürriyet gibi,
kardeşlik gibi sözlerin,
dövüştü zulme karşı o,
ve istiklal ve hürriyet uğruna
ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek
ve yarin yanağından gayri her yerde,
her şeyde,
hep beraber
diyebilmek için,
yürüdü peşince Bedrettin’in;
O, tornacı Hasan, köylü Memet, öğretmen Ali’dir,
Kaya gibi yumruğunun son ustalığı,
922 yılı 9 Eylül’üdür.
Dedim ya, Mister Dallas,
Herhalde bütün bunları sizden gizlediler.
Ucuzdur vardır illeti.
Hani şaşmayın,
yarın çok pahalıya mal olursa size
bu 23 sentlik asker,
yani benim fakir, cesur, çalışkan milletim,
her millet gibi büyük Türk milleti.
Yazılma Tarihi 16.07.1953
Yaşamlarında Kore sözcüğünü hiç duymamış, haritada Kore’nin yerini bulamayan insanlar, şimdi hep bir ağızdan savaş çığlıkları atıyorlar, “Kore… Kore…” diyerek sokaklara dökülüyorlardı. Ülkeyi gözle görülür bir “savaş ruhu” sarmaya başlamıştı. Bu ruha karşı ilk tepki üç gün sonra Barışseverler Cemiyeti’nden geldi. Ne var ki TBMM’ye telgraf çekerek Kore’ye asker gönderilmesine karşı çıkılmasını isteyen “hainler” Adnan Cemgil, Behice Boran, Vahdettin Barut, Kemal Anıl “derhal” tutuklandılar. Aynı ayın son günü Türkiye, NATO’ya girmek için başvurdu.Her şey yolunda gidiyordu.Dünyada layık olduğumuz yeri yavaş yavaş alıyorduk.
Cumhuriyet
08 Temmuz 2015 Çarşamba
‘Fayf mani tu fak fak!..’ (4)
Bu gelişmelere, birçok insan gibi Gülizar da seviniyordu. Bakkal Avram Efendi ile bu meseleyi ilk konuştuğu günden beri çocuğunun babasının Kore’de savaştığına inandırmıştı kendisini. Yalnız o değil, tüm ailesi de buna inanmıştı. Son zamana kadar torunuyla pek ortalarda gözükmemeye çaba gösteren Fitnat Hanım bile artık Ali’yi yanından ayırmıyordu. Sokakta, siyah saçları kıvır kıvır, çikolata renkli çocuğu, “Ne şirin şey…” deyip okşayanlara, onların bir şey sormalarına olanak bırakmadan, “Babası Kore’de asker!” diyordu.
Türk askerlerinin Kore’ye gitmelerinin Gülizar için ayrı bir anlamı vardı. Bakkal Avram Efendi’nin üst katında oturan Devlet Demiryolları’ndan emekli Reşat Bey’den, bizim Kore’ye, “Amerikalılara yardım etmek için” asker gönderdiğimizi duymuştu. Türk askerleri Kore’ye gidecekler, çocuğunun babasına yardım edeceklerdi. Gerisi Gülizar’ı ilgilendirmiyordu.
“Komünistlere karşı savaş” hem orada hem de burada sürüyordu. Türkiye’nin NATO başvurusundan bir hafta sonra İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, “ülke çıkarlarına ters düşen” yazılar nedeniyle Hür Markopaşa dergisinin sahibi ve yazı işleri müdürü Rıfat Ilgaz hakkında soruşturma başlattı.
İki soruşturma da Hür Gençlik ve Barışseverler Cemiyeti’nin organı Barış dergilerinin sorumluları hakkında açıldı. Beş gün sonra yeni Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, Yeşilköy Havaalanı’nda basına, “Türkiye’de bugün özellikle hükümet olarak komünizmle kesin mücadeleye karar verildiğini” açıklayacak ve “okulların komünistlerden temizleneceği” müjdesini verecekti.
26 Ağustos günü işçiler Taksim Meydanı’nda toplanarak komünizmi telin ettiler.28 Eylül günü Türk birliği Kore’ye uğurlandı. Türkiye’deki “Amerika sevgisi” gittikçe dozunu artırıyor, antikomünizmle eşanlamlılaşarak bir paranoyaya dönüşüyordu. Bu derin sevgi, oğullarını, kızlarını kurban verecek kadar insanlara egemen olmuştu. 25 Ekim tarihli gazeteler, “Demokrat Parti milletvekili Şevket Mocan’ın, kızı Ayşe ile damadı Dündar Baştımar’ı komünizm propagandası yaptıkları savıyla güvenlik güçlerine ihbar ettiğini” yazıyordu. Milletvekili babanın söylediğine göre sanıklar, “bindikleri bir kayıkta kayıkçıya komünizm propagandası” yapmışlardı!
Kasım ayının son günü Kore’de 918 askerimizin şehit olduğunu öğrendik. 4 bin 500 kişilik Türk Birliği’nin yüzde 20’si iki ay içinde toprağa düşmüştü. Amerikalılar, görevlerini kendilerini korumak olarak belirledikleri askerlerimizi en ön saflarda savaşa sürüyorlar, Mehmetçikler de Çinli kurşunlarıyla delik deşik edilerek “şehadet mertebesine” erişiyorlardı. Anadolu çocukları ölmeli, Amerikan askerlerinin burunları dahi kanamamalıydı.
Türk Birliği Kore’ye gönderilirken TBMM kararı bile yoktu! Bu karar onca can yitirildikten sonra “makable şamil” olarak 9 Aralık günü alındı. TBMM Genel Kurulu’nda yurt sevgileri “Amerika sevgisine” ağır basan 39 onurlu el “Hayır!” diye kalktı. Bir korkak “çekimser” kaldı. 311 Amerika sever de “Evet!” dedi. “Bu savaşta bizim ne işimiz var” diyen Barışseverler Cemiyeti üyeleri ise bir ay sonra 3 yıl 9’ar ay hapse mahkûm oldular.
Aradan 65 yıl geçti. Şimdi Türk Silahlı Kuvvetleri, Demokrat Parti’nin devamı olduğu savındaki AKP hükümetinin emriyle Suriye sınırında savaş hazırlıkları yapıyor. Amerika “ha” deyiverse Suriye’ye gireceğiz!
İnsan, “Ne değişmez kafalarmış” demekten kendini alamıyor.