MUSTAFA KEMAL ve KÖYLÜ
“…Mustafa Kemal Paşa Üçüncü Ordu Müfettişi olarak Erzurum’a geliyor. Erzurum’un eski ve güzel bir geleneği vardır. Erzurumlular Batı semtinden gelen misafirlerini şehrin ilk göründüğü nokta olan Ilıca’dan karşılar. 0 gün Mustafa Kemal Paşa’yı da küçük bir kafile burada karşıladı…
Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları, ikindi üstü Ilıca’ya varmışlardı. Kaplıcaların önünde düşman baltasından kurtulmuş birkaç söğüdün gölgesinde misafirlere birer kahve sunuldu. Sekiz on kişilik bu küçük grup kahvelerini içerken günün durumu konuşulmaya başlandı. Mustafa Kemal Paşa, bu birkaç dakikalık görüşmede sözü hep milli hareket etrafında dolaştırıyordu.
Bu sırada gözleri Ilıca’nın batısındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi bu sırtların arkasına doğru çekiliyor ve sırtın üzerini ışıklarıyla süslüyordu. Bu arada, tam yolun geçtiği yerde bir adam ufka resmi düştüğü için çok irileşiyor ve arkasına güneşi aldığı için de koyu renkli ve pırıltılı bir cevherden dökülmüş bir heykel gibi görünüyordu.
Bu güzel ışık ve gölge oyununu ilk gören Mustafa Kemal Paşa olmuş ve yanındakilere göstermişti. Orada bulunanların hepsi birden o tarafa baktılar. Heykel sırtlardan aşağı doğru yürüyor, onu ufkun arkasından çıkan yeni heykeller ve Anadolu ovalarının cefakeş (eziyete katlanan) kağnıları takip ediyordu. Bu kafilenin ucu sırtların yarı beline yaklaştığı sırada sonu da ufuktan ayrılmış bulunuyordu. Bu beş on kağnı ile kadın, erkek, çoluk çocuk yirmi otuz kişilik bir muhacir kafilesi idi.
Kafilenin önünde yürüyen heykel, yavaş yavaş söğütlüğe doğru ilerledi. Bu diri ve dinç bir ihtiyardı. Gür ve aksakalı göğsünü doldurmuş; Anadolu ovalarının güneşi, Anadolu dağlarının rüzgarı çehresini tunçlaştırmıştı. Omuzlarına kartal kanat attığı paltosu ve elindeki asasıyla bir yolcudan ziyade şark mitolojisindeki yarı Tanrı kabile reislerine benziyordu.
Misafirlerin önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak oturanları selamladı. Mustafa Kemal Paşa ta yanı başına kadar geldiği halde heykelliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor; o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu. Bu kısa hoşbeşten sonra, Paşa ihtiyara:
— Ağa, böyle nereden geliyorsun?
İhtiyar:
— Paşam, Rus gelirken muhacir olmuştum. Çukurova’da idim. Şimdi köyüme dönüyorum.
Paşa, zamanın nezaketini, halin ehemmiyetsizliğini ileri sürerek böyle bir zamanda buralara dönmesinin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda da:
— Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?
Ağa derhal karşılık verdi:
— Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor. Allah millete zeval vermesin. Bize tarla da verdiler, çayır da… Hamdolsun uşaklar da çalışkandırlar. Değil Çukurova gibi bir yerden, taştan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimimiz padişahta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki, İstanbul’daki ırzı kırıklar bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar?
Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç çehreli kahraman askerin, gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmaya gelen büyük devlet adamı yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü ve “bu milletle neler yapılmaz!” dedi. ( Cevat Dursunoğlu: Milli Mücadelede Erzurum, s. 87-90)
Türkiye’de ileri atılımlar ve Köy Enstitüleri / Bekir Semerci