Mahşerin üç atlısı…*** “Bir yabancı istihbarat servisi, bir kindar imam ve bir yalancı medyayla, bir milleti felakete sürüklemek mümkündür.Mahşerin üç atlısını… Yabancı istihbarat servisi, kindar imam ve yalancı medyayı gördüğümüzde, dikkat etmek lazımdır!”

Yılmaz Özdil
19 Mart 2015
Sözcü

Facebook: yozdilsozcu
Twitter: yilmazsozcu
E-mail: yozdil@sozcu.com.tr

Mahşerin üç atlısı…

Geldikleri gibi gittiler.
İyi de… Nasıl geldiler?

Ocak 1915.
Avustralya’nın New South Wales eyaletindeki Broken Hill kasabasından geçen trene ateş açıldı. Beş kişi hayatını kaybetti. Güzergahtaki kayalıklarda askeri operasyon yapıldı. Masum sivillere ateş açan iki saldırgan öldürüldü. Ertesi günkü Avustralya gazetelerinde fotokopi gibi tıpa tıp aynı cümleler vardı. “Türkler Avustralya’ya saldırdı, Türkler katliam yaptı” manşetleri atmışlardı. Saldırganların çantasından Türk bayrağı çıkmıştı. Ayrıca, birinin cebinden mektup çıkmıştı, o mektupta herşey itiraf ediliyordu, “padişahın emriyle Avustralya halkına savaş açtıkları” yazıyordu.

Ahali galeyana geldi. İntikam alınacak Türk bulamadıkları için, Osmanlı’nın müttefiki olan Alman göçmenlerin yaşadığı kasabaları bastılar, evlerini ateşe verdiler. Ve, topluca askere yazıldılar!

Tesadüfe bakın ki… Sadece bir ay önce, Britanya imparatorluğu Osmanlı’ya savaş ilan etmişti. Ancak, Avustralya’da zorunlu askerlik olmadığı için yeterince gönüllü bulamamıştı. Tam bu atmosferde, iki Türk saldırgan şırrak diye trene ateş açıp, masum sivilleri katledince, gönüllülük kavramı “vatan borcu”na dönüşmüştü. O gazla gemilere doluşup, Türklerden hesap sormak için Çanakkale’ye geldiler.

Halbuki…
O saldırganlar Türk değildi.

Bunu ben söylemiyorum, seneler sonra bu mevzuyu kurcalayan Broken Hill Tarih Kurumu üyesi Gordon Densie söylüyor.

Saldırganlar, göçmen Afgan’dı. Biri imamdı, biri deveciydi. İmam olanı, çaktırmadan kasaplık yapıyordu. Kasaplar Birliği’ne üye olmadan, caminin bahçesinde kaçak kesim yaptığı için, hakkında dava açılmıştı. Bu davaya kin güdüyordu.

“Padişahın saldırı emrini” gösteren mektup da, palavraydı. İmamın belindeki kuşağından çıkan mektupta, aslında “belediye denetçisi beni suçladı, yalvardım yakardım, dinlemedi, kimseye düşmanlığımız yok, sadece denetçiye kinim var, onu öldürmek istedim” yazıyordu.

Deveci desen… Madenlerde yük taşıyordu, en iyi müşterisi Almanlardı. Savaş çanları çalmaya başlayınca madenler kapanmış, işini kaybetmiş, üç beş kuruş kazanmak için seyyar dondurmacılığa başlamıştı. İşsiz kalmasına sebep olanlara gıcıktı. İmam arkadaşının aklına uymuş, saldırı planına dahil olup, bedel ödetmeye kalkmıştı.

Bu gerçeklere rağmen… Halka yalan söylendi, “Türkler saldırdı” etiketi yapıştırıldı. Çatışma bölgesine Türk bayrağı monte edildi.

İki sene geçti geçmedi, yangın çıktı dediler, tren saldırısına dair tüm belgeler, askeri yazışmalar, hastane kayıtları kül oldu.

Saldırganlar son model askeri tüfekler kullanmıştı. Açlıktan nefesi kokan imamla deveci o pahalı tüfekleri nasıl satın almıştı, kimden almıştı? Mermileri bittiği halde, neden canlı olarak değil de, ölü ele geçirildiler? Muamma olarak kaldı. Ateş edenlerin başkası olduğu, bu iki salağın önceden öldürülüp, buraya yerleştirildiği bile iddia edildi.

Neticede, Avustralyalı gençler dolduruşa getirildi, Çanakkale’ye sürüldü.

Kıssadan hisse…

Bir yabancı istihbarat servisi, bir kindar imam ve bir yalancı medyayla, bir milleti felakete sürüklemek mümkündür.

Mahşerin üç atlısını… Yabancı istihbarat servisi, kindar imam ve yalancı medyayı gördüğümüzde, dikkat etmek lazımdır!

This entry was posted in EMPERYALİZM, Tarih, Yılmaz Özdil. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *