Naci Kaptan
Deniz Kavukçuoğlu
dkavukcuoglu@superonline.com
04 Ekim 2014 Cumartesi
Cumhuriyet
Aydınlıktan Karanlığa (1)
Emevi Halifesi I. Velid’in Kuzey Afrika Valiliği’ne ve İslam Orduları Komutanlığı’na atadığı Musa Bin Nusayr’ın İspanya’yı fethetmek üzere görevlendirdiği Tarık Bin Ziyad 711 yılında yedi bin kişilik ordusuyla daha sonra kendi adıyla anılacak olan Cebelitarık Boğazı’nı geçerek İspanya topraklarına ayak bastı. İlk işi ordusunu getiren gemileri yaktırmak oldu. Amacı askerinin geri dönüş umudunu kırmaktı. Şu sözler ona aittir: “Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur. Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elinden sahip olabileceğiniz vardır.”
Tarık Bin Ziyad o zamanlar İspanya’ya egemen olan Vizigotlar’ın kendisininkinden çok daha kalabalık ordularını yenerek kısa zamanda Cordoba, Granada, Malaga, Zaragoza, Sevilla gibi kentleri ele geçirdi. İslam orduları daha sonra ülkenin kuzeyine ve Fransa’nın bazı bölgelerine egemen oldular.
Endülüs’teki İslam egemenliği 6 döneme ayrılır: Valiler Dönemi (714-756), Endülüs Emevileri Dönemi (756-1031), Mülûkü’t- Tavâif (Beylikler) Dönemi (1031-1090), Murabıtlar Dönemi (1090-1147), Muvahhidler Dönemi (1147-1238), Gırnata (Granada) Sultanlığı (1232-1492). Bu sultanlığın yıkılışı ile 781 yıllık egemenlik sona erdi.
II. Abdurrahman, El Hakem ve Mansur’un yönetiminde iken (912-1002) bir milyondan fazla insanın yaşadığı Endülüs- Emevi devletinin merkezi olan Cordoba (Kurtuba), Bağdat ve İstanbul ayarında uygar bir kentti. 200.000 konut, 60 saray, 600 cami, 700 hamam, 17 üniversite ve 70 halk kütüphanesi bulunuyordu. Arap mühendisler Guadalguivir Irmağı üzerinde 17 kemerli bir köprü yapmışlardı. I. Abdurrahman’ın ilk işi bir suyolu inşa ettirerek Cordoba’da evlere ve bahçelere bol su getirtmek olmuştu. Müslümanlar döneminde Cordoba kütüphanesindeki elyazması eserlerin sayısı yaklaşık 400.000 idi. Bu kütüphanenin sadece kitap adlarına göre yapılmış olan kataloğu 44 cilt tutmaktaydı.
III. Abdurrahman tarafından kurulan Cordoba Üniversitesi o dönemde dünyanın en önemli üniversitelerinden biri oldu. Hem Kahire’deki El Ezher ve hem de Bağdat’taki Nizamiye medreselerinden daha önce kurulmuştu; yalnızca İspanya’dan değil, Avrupa, Afrika ve Asya’nın diğer bölgelerinden gelen her dinden öğrenciler için bir çekim merkeziydi.
***
Müslüman bilim adamları birçok alanda ortaçağ karanlığında debelenen Avrupa’ya ışık tuttular. Tarih, coğrafya, astronomi, tıp, matematik, botanik ve felsefe dallarında önemli yapıtlar verdiler, insanlığın gelişmesine katkıda bulundular.
1980’li yıllardan bu yana yaptığım Andalucia (Endülüs) gezilerinde hayran olduğum birçok mimari yapıt İspanya’ya Müslümanlar tarafından kazandırılmıştır. Cordoba’daki Kurtuba Ulucamii (el-Mescidü’l-Kebîr), Toledo’daki Bâbü Merdüm Camii, Granada’daki Alhambra Sarayı o dönemden günümüze kalan mimari şaheserlerdir.
Bu yazımızda İslam uygarlığını Endülüs ile sınırlı tuttuk. Amacımız böyle ileri bir uygarlığın nasıl olup da çöküşe geçtiği, İslam ülkelerinin/toplumlarının nasıl olup da günümüzdeki görünüme gerilediği sorusuna bir yanıt aramaktır.
Gelecek yazımızda Endülüs-İslam bilimadamlarından ve insanlığa kazandırdıklarından söz edeceğiz.
Ebu Mervan Hayyan b. Halef
Aydınlıktan Karanlığa (2)
08 Ekim 2014 Çarşamba
Endülüs İslam Devletleri döneminde, Ebu Bekir b. Ömer, Ebu Mervan Hayyan b. Halef, Abdülvahid el-Marrakuşî, İbnü’l-Faradî, İbn Başkuval, İbnü’l- Abbar, İbn Yahya, Said b. Ahmed el-Endelusî gibi ünlü tarihçiler yetişmiştir.
Abdullah b. Abdülaziz el-Bekrî ünlü bir coğrafyacıydı. El-Mesalik ve’l-Memalik (Yollar ve Hükümdar Ülkeleri) adlı yapıtı ülkelerarası yol gösterici bir kılavuz olarak kaleme alınmıştı.
Ortaçağın dünyaca en tanınmış coğrafyacılarından biri olan Ebu Abdullah Muhammed el-İdrisî, Cordoba’da okumuştu. Sicilya Kralı II. Rugerro’nun isteği üzerine Palermo’da Kitabü’l- Rucari’yi (Rugerro’nun Kitabı) yazdı. Bu kitapta, dünyayı yedi iklim bölgesine; her iklim bölgesini de on bölüme ayırıyordu. Bu yedi bölümden her biri de ayrıntılı bir harita ile resimlenmişti. Bu haritalar ortaçağ haritacılığının zirvesi oldu.
İspanyalı Müslüman astronomi bilimcileri arasında Cordobalı El-Mecritî, Toledolu Ez-Zerkalî ve Sevillalı İbn Eflah ilk göze çarpanlardır. Cordobalı Ebu İshak el-Bitrucî de Batlamius astronomisine karşı olan görüşleriyle tanınmıştır. El-Bitrucî, yıldızların birbirine göre durumlarını anlatan Kitabü’l Hey’e adlı eseriyle Kopernik’e yol göstermiştir.
Mesleme bin Ahmed, El-Harizmî’nin astronomik tablolarını İspanya’ya göre değiştirdi. Toledo’lu İbrahim ez-Zerkalî astronomik aletleri geliştirerek büyük bir ün kazandı. Kopernik onun “yıldız yakalar” diye de bilinen usturlap hakkındaki eserlerinden söz eder. Astronomik gözlemleri zamanın en mükemmel gözlemleriydi; gezegenlerin hareketlerini gösteren ve Toledo Tablosu diye anılan tablosu, uzun zaman bütün Avrupa’da kullanıldı.
***
Cebir, analitik geometri gibi trigonometri bilimi de geniş çapta Müslümanlar tarafından kurulup geliştirildi. Sıfır rakamının Avrupa’ya geçişi de Müslümanlar aracılığıyla Endülüs üzerinden olmuştur.
Endülüs’te yetişen Müslüman tıp bilimcilerinin en önemlilerinden biri Ebu Mervan İbn Zühr’dür. Batı dünyasında “Avenzoar” diye tanınır. Tıp alanında yazdığı altı kitaptan üçü günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan en değerlisi tedavi ve perhizle ilgili olan, dostu İbn Rüşd’ün isteği üzerine yazdığı El-Teysir fi’t-Müdâvât ve’t-Tedbir adlı yapıtıdır. İbn Zühr’ün özelliği klinik tasvirlerinin üstünlüğündedir. Yapıtı Avrupa tıbbını çok etkilemiştir. İbn Zühr, Er-Razî’den sonra İslam dünyasında yetişmiş en büyük klinik uzmanıdır.
Diğer bir tıp uzmanı ise III. Abdurrahman’ın saray hekimi olan Ebu’l-Kasım ez-Zehravî’dir. En büyük Müslüman cerrahı olarak bilinen ez- Zehravî’nin Et-Tasrif limen Aceze ani’t-Tealif adlı tıp ansiklopedisi üç cerrahi kitabından ibaretti. Latinceye çevrilerek İspanya ve Avrupa’daki tıp okullarında cerrahi el kitabı olarak okunmuştur. İbn Sina’nın El Kanun adlı yapıtının 1500 yılına kadar 16 baskısı yapılmış, 1650 yılından sonra da okunarak tarih boyunca en çok okunan tıp kitaplarından biri olmuştur.
İspanya’da yetişen botanikçilerden biri Ebu Cafer el Gafikî’dir. Onun ilaç yapılan şifalı bitkilerle ilgili El-Edviyetü’l-Müfrede adlı önemli bir yapıtı vardır. Yine Yahya bin Muhammed bin Avvam’ın ziraat konusundaki El-Filaha adlı yapıtı 585 bitki türünden söz eder. Aşı yapma tekniği, toprağın yapı özellikleri, gübreleme usulleri, ağaç ve üzüm köklerine arız olan çeşitli hastalıkların belirti ve görünüşleri ile bunların tedavi yollarını açıklar.
Önemli bir eczacı olan Ahmed bin el-Baytar aynı zamanda bir botanikçidir. Onun El-Muğnî fi’l-Edviyeti’l-Müfrede adlı yapıtı, tıbbi tedavi ile ilgili maddeleri kapsar. El-Cami fi’l-Edviyeti’l-Müfrede adlı yapıtı ise şifa veren ve kendilerinden ilaç yapılan hayvan, ot ve minerallerden bahseder. 1400 konu işlenen yapıtın kısmen Latinceye çevirisi olan Simplicia,1758 yılında İtalya’da Cremona’da basılmıştır.
***
Bu yazımda bilerek felsefeyi ele almadım. Çünkü felsefe ile İslam uygarlığının çöküşünün nedenleri arasında bağlantılar vardır. Yukarıda ancak küçük bir bölümü verilen büyük bir uygarlığın aydınlıktan karanlığa doğru gerilemesini gelecek bölümde ele alacağız
Aydınlıktan Karanlığa (3)
11 Ekim 2014 Cumartesi
Pozitif bilimler gibi Endülüs-İslam düşünürlerinin Avrupa’da felsefenin gelişmesine de önemli etkileri olmuştur. Avrupa, eski Yunan felsefesiyle Müslüman felsefeciler aracılığıyla yeniden buluşma olanağı bulmuştur. İspanya’da yetişmiş İslam felsefecileri arasında Zaragoza doğumlu akılcı (rasyonalist) düşünür İbn Bacce (ö. 1138), İbn Bacce’nin öğrencisi Granada doğumlu hekim ve düşünür İbn Tufeyl (1106-1185) ve Cordoba doğumlu ünlü Aristo yorumcusu İbn Rüşd’ü (1126-1198) sayabiliriz. Batı’da Aristo’nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn-i Rüşd’ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latinceye çevrilmesiyle başlamıştır. İslam tasavvufunda büyük bir yeri olan İbn Arabî de (1165-1240) Endülüslüdür.
Müslüman olmamakla birlikte ortaçağın en büyük Yahudi felsefecisi, Cordoba doğumlu İbn Meymun’u (1135-1204) da bu çerçevede anmak gerekir. 13. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Endülüs’ün düşünce yaşamında görülen gerilemenin bu felsefecilerin artık hayatta olmaları gibi çok sayıda emirliklere bölünmüş İslam toplumundaki çözülmenin de etkisi olmuştur. Fakat esas belirleyici olan İmam-î Gazali’nin geliştirdiği akımdır.
***
Horasan’ın Tus kentinde doğan Gazali (1058-1111), “İhya-i Ulum ud-Din” (Din Bilimlerinin Dirilmesi) kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia ediyor, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunuyordu. Kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenmişti:
“Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.”
“Tahafüt’ül-Felasife” (Filozofların Tutarsızlığı) adlı kitabında da felsefenin gereksizliği ve zararı üzerinde durmuştu. “…Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Tanrı’yı akıl ile açıklamaya çalışmak, Tanrı’yı yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Tanrı’nın iradesini inkâr sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkânsızdır.”
***
Gazali, akla dayalı düşünceye şöyle karşı çıkıyordu: “Aristo’nun felsefesini aktarırken, hem bu filozofları hem de onların İslam filozofları arasındaki İbni Sina ve Farabi gibi yandaşlarını imansızlar olarak addetmeliyiz… Örneğin bir parça pamuğun ateşle yandığını ele alalım. İnançsız düşünürler, pamuğu yakan şeyin ateş olduğunu söyleyeceklerdir. Bunu inkâr ediyor ve diyoruz ki:
O pamuğu yakan ateş değil, pamuktaki siyahlığı ve kısımlarının ayrışmasını yaratan Tanrı’dır. Çünkü ateş, bir eylemi olmayan cansız bir şeydir; ayrıca ateşin yanmanın aracı olduğunu gösteren ne gibi kanıt vardır ki? Gerçekte Tanrı’dan başka bir neden yoktur, pamuğu yakan Tanrı’dır.”
Konuyu gelecek yazımızda noktalayacağız
Aydınlıktan Karanlığa (4)
15 Ekim 2014 Çarşamba
İslam dünyası Yusuf Has Hacip (1019-1085) gibi bilgeler de yetiştirmiştir. Hacip’in Kutadgu Bilig adlı yapıtına göz atalım: “Ey bilgin düşünür, amacım söz söylemekti, us (akıl) ve bilgiden söz etmek istedim: Us karanlık gecede ışık saçan bir çıra gibidir; bilgi seni aydınlatan bir ışıktır. Kişi usla yükselir, bilgiyle büyür; us ve bilgi ile kişi saygı görür (…) Kitaplar yazılmasaydı, felsefe ve bilgileri biz nasıl öğrenebilirdik? Çok kitap okumalı, konuşmayı bilmeli, şiirden anlamalı, gökbilimden ve tıptan anlamalı, aritmetiği ve geometriyi kavramış, alan ölçümü bilimini bilmelidir.”
Ne var ki İslam dünyasındaki akıl-inanç çatışmasında kazanan akıl karşıtı Gazali gericiliği olmuştur. Cengiz Özakıncı, İslam’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü adlı kitabında (Otopsi Y. İstanbul 2006) “Haçlı Seferleri’nin, usa dayalı bilimci Bağdat yönetimini, Gazali gericiliğine sarılmaya ittiği söylenebilir” diyor. Haçlılara karşı, Müslüman devlet yönetimi, sorgulayan, tartışan ve düşünenler yerine, kendilerine buyrulanı hiç sorgulamaksızın yerine getirecek insanlara gereksinim duymuşlardır. Bu bağlamda, toplumu egemenlikleri altına alabilmek için tarikat ve tekkeler biçiminde örgütleyerek Haçlılara karşı kullanmaktan başka kurtuluş yolu bulamamışlardır.
***
Bilim ve düşünce dünyası çölleşen İslam ülkeleri yüzyıllar içinde Batı’nın gelişmiş güçlerinin boyundurukları altına girmişler, sömürgeleşmişler ya da ilhak edilmişlerdir. Bu yazgının dışında kalmayı başaran yalnızca Şii İran ile çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazından artakalan Anadolu ve Doğu Trakya’da emperyalist işgalci güçlere karşı zaferle sonuçlanan Kurtuluş Savaşı’yla kurulan Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tüm diğer İslam ülkelerinden ayıran en önemli özelliği 10 Nisan 1928 tarihinde anayasanın 2. maddesinde yer alan “Devletin dini İslamdır” hükmünün anayasadan çıkarılmasıdır. Ayrıca milletvekillerinin yeminlerindeki “vallahi” sözcüğü “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle değiştirilmiş, yine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görevleri arasında yer alan “ahkâm-ı şer’iye’nin tenfizi” (dinsel hükümlerin yerine getirilmesi) hükmü anayasadan çıkarılmıştır. 1937 yılında da “laiklik ilkesi” anayasaya alınmıştır. Laiklik Türkiye’de aydınlanmanın, özgür düşüncenin, bilimin ve demokrasinin yolunu açmıştır.
İslam dünyası bugün toplumları ileriye götürecek ne düşünce ne de bilim üretebilmektedir. Akılcı düşüncenin olmadığı yerde demokrasinin de olamayacağı doğaldır.
***
Laiklik ülkemizde son yıllarda birçok yara almıştır. AKP iktidarının Sünni mezhep kardeşliği temelinde biçimlenen Yeni Osmanlıcılık hayali Türkiye’yi karanlığa, Ortadoğu’nun kan, ateş, ölüm bataklığına çekmektedir.
AKP’nin gelişmişlikten anladığı yalnızca parasal zenginliktir. İktidar, kentleri görkemli saraylarla, gökdelenlerle donanmış, sokaklarında pahalı arabalar gezen petrol varsılı emirlik, şeyhlik, krallık, diktatörlük ve sultanlıkların şaşaalı görüntülerini ölçüt almakta, kentlerimizi benzer yapılarla donatmaktadır.
2003 yılında 70 olan üniversite sayısı AKP iktidarı döneminde devlet ve vakıf üniversiteleri olmak üzere 2013-2014 ders yılında 196’ya yükselmiştir. Dünya sıralamasında ilk 400’e giren üniversitelerimizin tümü (ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, Sabancı, Bilkent, Koç) 2003 yılından önce kurulmuş olan üniversitelerdir. Akademik gelişmişlik üniversitelerin sayıları ile değil, bilgi üretimleriyle ölçülür.
Eski Başbakan, yeni Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hocalarına “Yazıklar olsun!” dediği, öğrencilerini “solcu, ateist, terörist” diye suçladığı(!) ODTÜ 83. sırada ilk 100’e girmiştir. Bu bir rastlantı değildir.
Özetle, bir ülkenin gelişmişliğinin ölçütü ekonomik konumuyla birlikte düşünce özgürlüğünün, bilim üretiminin, insan haklarına gösterilen saygının, kadın-erkek eşitliğinin, çevre korumacılığının, barış kararlılığının; her türlü din, mezhep, soy, ırk, dil ayrımcılığına karşı koymanın ve demokrasinin eriştiği düzeydir.